8 Ocak 2012 Pazar

TECRİD

Soymak, soyulmak, yalnız bırakmak ve her şeyden el-etek çekmek mânâlarına gelen tecrîd; enfüsî olarak cismanî ve bedenî arzulardan bütün bütün sıyrılmak, âfâkî olarak da kalben, Allah'tan gayrı (mâsivâ) her şeyden yüz çevirip, sadece ve sadece O'na yönelme; yönelip zâhirini mal ü menâlden, bâtınını da O'ndan başkasına gönül verme dağınıklığından, O'na gönül verirken de karşılık bekleme gibi garazlardan-ivazlardan pak tutmaktır ki, işte bu mülâhazaların kahramanına da "ehl-i tecrîd" denir.

Ehl-i hakikat, tecrîdi, Tâhâ sûre-i celilesindeki فَاخْلَعْ نَعْلَيْكَ "Şimdi çıkar nalınlarını."1 mealindeki âyetle işârî olarak irtibatlandırıp, "beyt-i Hudâ" dedikleri gönüllerini dünyevî ve uhrevî mülâhazalardan temizleyerek Hazreti Sultan'ın nüzûlüne –bu da bir müteşâbih– müsait hâle getirme şeklinde anlamışlar. Bir kadem daha ötede diğer bir zümre ise onu, sâlikin, kalbî görüş, kalbî duyuş ve kalbî sezişleriyle bütün bütün Hazreti 'Nûru'l-Envâr'a yönelip, duygu dünyasında O'ndan başka her şeyi –tabiî istidadı ölçüsünde– ifnâ ederek, sadece ve sadece O'nunla kalma hâlinden ibaret görmüşlerdir. Diğer bir açıdan tecrîd, enfüsî olarak nefis, beden ve cismaniyete; âfâkî olarak da dünya ve içindekilere karşı tavır alma şeklinde yorumlanmıştır ki, bu dört şeyden tecerrüdle tecrîde ermeyen hak yolcusu, hakikî halvete ve halvetteki zevk-i ruhanîye de ulaşamaz.

Tecrîddeki bu latîf işareti ifade sadedinde Minhâc sahibi:
دَر حَرَمِ حَرِيم دُوست نَگردِي مَحرَم
تَا زِ اَندِشَهءِ اَغيَار مُجَرَّد نَشَوِي
"Bütün bütün ağyâr endişesinden sıyrılmadıktan sonra / Yâr hareminin harîmine mahrem olamazsın." der ki, İbrahim Hakkı Hazretleri'nin:
"Dil beyt-i Hudâ'dır ânı pâk ey-le sivâdan,
Kasrına nüzûl eyleye Rahmân gecelerde"
mazmunuyla tam bir mutabakat arz etmektedir.

Seyyid Şerif'in ifadesiyle, kalb ve sırdan mâsivâ paslarını silmenin bir unvanı olan tecrîd; müşâhede erbabının zevken ve hâlen görüp duydukları her şeyden sıyrılarak, Hazreti Şâhid-i Ezelî'nin envâr-ı vücuduyla müstağrak yaşamaktan ibarettir ve bunun âsâr-ı feyzi, duyuluş ve hissedilişi de sâlikin istidat ve kabiliyetine göre farklı farklıdır.

Bir mübtedî gönlünde mârifet inkişafının ilk belirmesi esnasında, "ilm i yakîn" diyeceğimiz kesbî malûmat renk renk solar, matlaşır, sönükleşir ve derken hak yolcusuna yer yer eşyanın perde arkası ses vermeye başlar; başlar da bütün cismanî ihtiyaçlar veya zaruretler, hattâ bütün dünya ve içindekiler yavaş yavaş zatî değerlerini yitirerek, hakikate mücellâ birer ayna veya onu aksettiren, ifadelendiren sırlı, buğulu birer aksesuar hâline gelirler. Bu mazhariyetin duyulmasıyla bazen sâlik, Fuzûlî gibi:

"Meslek-i tecrîddir ferâgat evi
Terk-i mal ile hânümandan geç!"
diye haykırır, bazen de Yunus Emre gibi: "Ballar balını buldum, varlığım yağma olsun!" der inler...

Seyr u sülûk-i ruhanî sayesinde bir müntehînin bütün benliğinden varlık endişesi silinip gidince, Hazreti Mâlum'dan gayrı artık ne bir iz ne de bir eser kalır. Böyle bir mazhariyete eren bir hak yolcusu, şayet seyr-i ruhanîsini Hz. Sahib-i Şeriat'ın minhacına muvafık sürdürmüyorsa, pek çok sâlikin müvelleh ve hayran yaşadığı böyle bir mertebede bazen "hakaik-i eşya"yı nefyetme gibi kaymalar da söz konusu olabilir. Seyr u sülûk-i ruhanîlerinde "Mirsadü's-Sünne"yi esas alanlar ise, her yerde yalnız Bir'i görür, Bir'i bilir, Bir'i söyler, Bir'i çağırır ve bin bir şafak emareleri içinde Bir'e yönelir ve O'ndan başkasına da iltifat etmezler.
Ahmedî, bu mertebeyi kendi idrak ve zevki açısından şöyle seslendirir:

Vârımı ol Dost'a verdim, hânumânım kalmadı,
Cümlesinden el yudum, pes dû cihânım kalmadı.
Çünkü hubbullah erişti çekti beni kendine,
Açtı gönlüm gözünü, artık humârım kalmadı.
Ayn-ı tevhid açılıp hak-ka'l-yakîn gördüm ânı,
Şirki sürdüm aradan, şekk ü gümânım kalmadı.

Müntehîler üstü müntehîlerin hâline gelince o, ifadelere sığmayan, tecerrüdün tamamen tecrîde inkılâb ettiği ve sâlikin bir mânâda tam bir inhilâle girdiği öyle derin bir zevk hâlidir ki, tatmayan bilmez, bilenler ifade edemez, ifade edebilenler de çok defa iltibastan kurtulamazlar. Zevken ve hâlen bu ölçüde inkişaf eden bir sâlikle Cenâb-ı Hak arasındaki böyle bir münasebet, Hakk'ın has kullarına bir sır armağanı olsa gerek.. bize de bu sır armağanına saygı duymak düşer.

اَللّٰهُمَّ أَرِنَا الْحَقَّ حَقًّا وَارْزُقْنَا اتِّبَاعَهُ
وَأَرِنَا الْبَاطِلَ بَاطِلًا وَارْزُقْنَا اجْتِنَابَهُ
وَصَلَّى اللّٰهُ عَلٰى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ۽ الْهَاد۪ي إِلَى الرَّشَادِ وَعَلٰى اٰلِه۪ وَأَصْحَابِهِ الْبَرَرَةِ الْكِرَامِ

* Bu yazı, Sızıntı dergisinin Temmuz 1998 tarihli 234. sayısından alınmıştır.

Dipnot
1. Tâhâ sûresi, 20/12.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder