8 Ocak 2012 Pazar

MUTLULUK MASALI

Elinde kırba, belinde heybe… İnce mi ince... Tek gözlü, tekerlek yüzlü bir garip âdemoğlu… İşi gücü, diyar diyar gezmek... Bütün bildiği, vardığı her yerde masallar uydurup, hikâyeler anlatarak karnını doyuracak akçeyi çıkarmak. Âdemoğlu dedikse, öyle bildik adamlardan değil. Farklı! Kel, köse, bodur, paytak...
Ya yüreği? Öyle ince bir kalbe sahipmiş ki, onu tanıyanlar hemencik ısınıverirmiş ona. Anlattığı her masal, dillendirdiği her hikâye ne güzellikler bırakırmış dinleyenlere.
Adı Ali imiş. Kel Ali, Köse Ali, Bodur Ali, Paytak Ali… Zavallı bir koca karının tek gülü Garip Ali.
Anası babası, ufakken pek insan içine çıkartmamışlar onu. Zaten mahallenin haylaz çocukları da her gün ayrı bir kusurunu yüzüne vurup gözyaşları içinde eve yollarlarmış. O da utancından avluya bile çıkmaz, evde saatlerce kitap okurmuş. Büyümüş, serpilmiş, bir gün anasının karşısnına dikilip; “Ana beni ever!” demiş. Koca karı şaşkınlığından elindeki testiyi yere düşürmüş. Üzülmüş, diyecek söz bulamamış. “Nasip oğul, Allah’ın nasip edeceğini kul hesap edemez.” demekle yetinmiş. Ama buruşuk yanaklarından süzülen damlaları da gizleyememiş.
O günden sonra köyde üç beş kapı dolaşmışlar. Kimi alay etmiş, kimi kapıyı yüzlerine çarpmış.
Hâl böyle olunca Ali, bir gece teheccüt vakti, evde yiyecek namına ne bulduysa heybesine doldurmuş, babasından kalan huysuz katırı da yanına alarak yollara düşmüş. Gün o gün olmuş. Ondan sonra, bir daha ne köyüne uğramış ne haber yollamış. Olan, Ali’nin garip anasına olmuş. Aylarca, pencere camlarında çamurlu yolları gözlemiş durmuş.
Ali, yıllarca bir şehirden ötekine, bir ülkeden berikine dolaşıp durmuş. Gittiği her diyarda yeni şeyler öğrenip hikâye anlatmakta iyice usta olmuş.
Günlerden bir gün, büyük şehirlerden birinde, kendini telaşlı bir kargaşanın tam ortasında buluvermiş. Aksakallı, koca kavuklu adamlar, ellerinde kalın kitaplar, süslü hediyeler bulunduğu hâlde şehrin en büyük binasına doğru koşturuyorlarmış. Sormuş, soruşturmuş. O binanın şehzade köşkü olduğunu öğrenmiş. Bu şehirde her perşembe şehzadenin mutluluk günü ilan edilirmiş. Koca sultan, tahtın tek varisi olan şehzadenin keyfini temin edenlere hazinesinin kapılarını açar, onları mutlu edermiş.
Fakat her şeyin kötüsüne bakmayı, kötü tarafını görmeyi âdet edinen, karamsar, tatminsiz ve hırçın şehzadeyi mutlu etmek gün geçtikçe zorlaşıyormuş. Aşçılar her defasında daha lezzetli yemekler yapmak, terziler daha iyisini dikmek, soytarılar hiç denenmemiş numaraları bulmak zorunda kalıyormuş. Hele hikâyecilerin, masalcıların işleri... Onlarınki hepsinden zormuş. Çünkü, eğer şehzade hikâyeyi basit bulup başından sonunu tahmin eder ya da hikâye onun istediği gibi bitmezse, adamları bacaklarından bağlatıp köprüden aşağıya sarkıtır, bir gece böylece bekletirmiş.
Meseleye vakıf olan Ali, meydanın bir köşesine postunu serip çevresine toplanan çocuklara renkli masallarını anlatmaya başlamış. Çocukların heyecan ve neşesi, etraftaki büyüklerin de ilgisini çekmiş. Kâh tek gözlü dev oluyormuş, kâh devi öldüren keloğlan. Hikâyeyi en heyecanlı yerinde aniden kesip, “Akça verin; gökçe diyem!” diye tutturuyormuş. Ne zaman ki dinleyenler önündeki sergiyi paracıklarla dolduruyormuş, bizim Ali de masalı güzelce bitirip, doğruca aşhanenin yolunu tutuyormuş.
Yine böyle bir vakit, yemeğin ortasındayken iki tane muhafız şangır şungur zırhlar içinde başına dikilmiş Ali’nin. “Şehzade seni istedi, ona masal anlatacaksın!” demiş. Bari yemeğim bitsin demeye kalmadan iki muhafız koluna girdikleri gibi bizimkini sürüye sürüye köşke götürmüşler. Meğer o gün köşke hiç masalcı gitmemiş, şehzade de onu camdan görünce, “Tez getirin de maharetini görelim!” demiş.
Şehzade muhafızların kollarının arasında yarım yamalak bir adam görünce hayâl kırıklığına uğramış. “Bunun kendine hayrı yok, bırakın gitsin.” demiş. Bu söz, Ali’nin zoruna gitmiş. “Belki güzel bir adam sayılmam ama masalcılıkta üstüme tanımam!” diye çıkışmış. “Hem masal anlatmakla da kalmam. Sana mutluluk dersi de veririm.” demiş.
— İyi öyleyse başla da görelim.
— Yok, öyle kolay değil, şartlarım var.
— Neymiş şartların?
— Sana masal arasında soru sorarım. Eğer bilirsen devam ederim, yok bilemezsen benim istediğim bir şeyi yaparsın. İsteğim yerine gelmezse de şu kapıdan serbestçe giderim.
Şehzade, Ali’nin isteğini kabul etmiş. Ali de masalını ağır ağır anlatmaya başlamış. Aradan zaman geçmiş. Masal öyle tatlıymış ki, şehzade heyecanından dudaklarını dişliyormuş. Çocukluğunda bile böyle heyecanlı masal dinlememişmiş. Ali, bakmış ki şehzade tam kıvamında, masalı kesivermiş. Şehzade öfkeyle bağırmış:
— Niye durdun devam etsene!
Ali, “Sorum var.” demiş ve şehzadeye:
— Sorum var, demiş ve eklemiş,
— En rahat döşek hangisidir?
Şehzade duraklamış, böyle basit bir soru beklemiyormuş. Gülerek, “Kuş tüyü döşek!” diye cevaplamış. Ali, “Bilemedin.” demiş. “En rahat döşek, yorgunken yattığın döşektir.” ve devam etmiş, “Bu gece hasırda yatacaksın, yoksa anlatmam.” Şehzade bu isteği kabul edince Ali de anlatmaya devam etmiş. Akşam namazından sonra masalı ikinci defa kesmiş ve sormuş:
— En güzel yemek hangisidir?
Şehzade bildiği bütün saray yemeklerini tek tek saymış ama cevabı bilememiş. Ali, “Açken yediğin yemektir.” demiş ve bilemediği için isteğini söylemiş: “Yarın sahursuz oruç tutacaksın, iftarda da sana yalnızca katıksız ekmekle su verilecek.” Şehzade bunu da kabul etmiş. “Yeter ki masala devam et.” diyor, başka şey demiyormuş.
İlerleyen saatlerde masal da devam ediyormuş sorular da:
— En güzel içecek?
— Susuzken içtiğin…
— En güzel giyecek?
— Muhtaçken giydiğin…
— En iyi dost?
— Dostsuz gününde yanında olan…
Bilemediği her soruda, Ali’nin şehzadeden huzur bozacak yeni istekleri oluyormuş. O da yeter ki masal devam etsin, ben sonra intikamımı alırım diyerek bunları sineye çekiyormuş. Masal ne bitiyormuş ne de heyecanından bir şey eksiliyormuş.
Ali’nin istekleri giderek ağırlaşmaya başlamış. Artık kuyudan suyu şehzade getirecek, odunları o taşıyacak çıplak ayak dolaşıp banyosunu soğuk suyla yapacakmış. Hizmetçilerin de hepsini izne göndermiş. Bundan böyle her işi kendi yapacakmış.
İkinci günün akşamı, verdiği sözlerin zahmeti kendini hissettirir olmuş. İyice keyfi kaçmış şehzadenin ama masal da en tatlı yerine gelmiş. Tam düğüm noktasında Ali masalı bir daha kesip, “Mutlu insan kimdir?” diye sormuş. Şehzade sinirlenmiş. “Eğer ben bunu biliyor olsaydım zaten mutlu olurdum. Ne biçim soru bu?” diye çıkışmış. Ali anlatmayı durdurmuş. “Cevap vereceksen ver, yoksa isteğimi söyleyeceğim.” demiş.
— Bilemedim haydi sen söyle.
— En mutlu insan, yitiğini bulan insandır.
— Peki, isteğin nedir?
— Masal bitene kadar ben şehzade olacağım, sonra istersen beni kes.
— Bre adam sen delirdin mi?
— Madem öyle, senin masal dinlemeye gönlün yok. Sal beni de gideyim.
— Masal bitene kadar ama değil mi?
— Evet, bitene kadar…
Şehrin kadısını çağırmışlar, huzurunda bir antlaşma imzalamışlar. Masal bitene kadar şehzade Ali olmuş. Antlaşmanın ardından şehzade mührünü Ali’ye teslim etmiş. Etmiş ama şehzadenin asıl çileli günleri bundan sonra başlamış. Günler geçmiş, haftalar geçmiş ama masal bir türlü bitmiyormuş. Bitmediği yetmezmiş gibi hem köşkün işlerini yapıyor hem de Ali’ye hizmet ediyormuş. Şehzade perişan olmuş, açlıktan, yorgunluktan bitap düşmüş.
Bu masal ne zaman bitecek diye düşünürken Ali bir akşam yemeğinde şehzadeyi yanına çağırıp ona kızarmış tavuk ikram etmiş. Sonra “Güzel miydi?” diye sormuş. Şehzade, “Hayatımda yediğim en lezzetli yemekti.” demiş. Ardından tekrar döşeğini, elbiselerini, mallarını bir bir geri vermiş. Hizmetçileri de geri çağırmış. Şehzade her defasında öyle seviniyormuş ki dünyanın en mutlu insanı benim diye sokaklarda koşası geliyormuş. Sıra gelmiş şehzadeye mührünü teslim etmeye. Şehzade mührü geri alınca öyle rahatlamış, öyle mutlu olmuş ki ömründe böyle ferahlık duymamış. Zaten olanlar babasının kulağına gidecek diye de günlerdir titreyip duruyormuş.
Ali, Şehzadeye, “Nasıl Şehzadem mutlu oldunuz mu?” diye sormuş. Şehzade çok mutluymuş ama neden daha önce bu mutluluğu hissedemediğini merak etmiş. Ali’ye sormuş. Ali de, “Şehzadem dünyada her şey zıddıyla bilinir. Aç olmayan tokluğun, hasta olmayan sıhhatin lezzetinden mahrum kalır. Siz mutluluğu tatmak istediniz ama gerçek mutsuzluğu hiç tatmadığınızdan mutluluğu hissedemediniz. Mutlu olabilmeniz için önce sizi mutsuz etmek gerekiyordu.” demiş.
Bu sözün ardından masalı bitirip gitmesi gerekiyormuş ama öyle yapmamış. Masal bitti demiş sonra kapıya yönelmiş. Hâlbuki masalın sonunda kahramanın evlenip mutlu bir yuva kurması bekleniyormuş. Şehzade ısrar edince gerçek meydana çıkmış. Şehzade, Ali’nin derdini anlamış, çevre köylere tellal gönderip, Ali’yle evlenip onu mutlu edecek geline eşi benzeri görülmemiş elmas takılı bir gerdanlık vereceğini ilan ettirmiş. Ama gelin Ali’yi nasıl mutlu edeceğini önce şehzadeye anlatmalıymış. Pek çok kişi gerdanlık hevesiyle sıraya girmiş. Ama şehzadenin gözü hiçbirini tutmamış. Ta ki kocasından boşanmış, üç çocuklu, dul bir kadın gelene kadar… Ali’ye bu kadını layık görmüş. Fakat Ali seçimden memnun olmayarak, neden bu adayı seçtiğini sormuş. Haftalardır mutluluğun dersini alan şehzadenin cevabı gayet güzelmiş:
— Diğerlerinin hepsi gerdanlık hevesi geçince neden daha iyi bir kocaya varmadım diye pişman olup senin kıymetini bilemeyeceklerdi ama bu dul kadın, kötü koca ne demek iyi bildiği için senin gibi iyi yürekli ve akıllı bir adamı başının üzerinde taşır!
Şehzade Ali’ye şaşalı bir düğün tertiplemiş. Bir sürü de hediye vermiş. Sultan olunca da onu sarayına getirtip kendine akıl hocası yapmış. Bu adam neci diye soranlara da: “O dostsuz günümde bana dost olandı!” dermiş.

Emrah Bilge MERDİVAN

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder