8 Ocak 2012 Pazar

Hoşgörü Medeniyetinin Kaynağı

Osman Nuri SUZEN

13-14 yaşlarındaydım. Ortaokul yıllarımdı. Evimizin karşısında neşeli, orta yaşlı bir manav vardı. Komşu esnaflarla iyi geçinir ve mahalleli tarafından sevilirdi. Herkes onu "Ermeni Dursun" diye tanırdı. Hoş, yüzüne karşı kimse öyle demezdi; ama gıyabında öyle söylenirdi. Dursun Amca Ermeni olmasına Ermeni'ydi, onun hâricinde her şeyiyle bizdendi. Müslüman'dı ve dini bütün bir insandı. Ermeni bir ailede doğmuş, çocuk yaşında yetim ve öksüz kalmıştı. Yaşadığı topraklardan göç başlayınca, ailesi onu götürememiş; Müslüman bir aileye emanet etmişti. Teslim alan aile onu kendi çocuklarından ayırmamış, miras kalan mallarına da hiç el sürmemişti. Dursun Amca'yı büyütmüşler, onu bir Müslüman Türk kızıyla evlendirmişler, ne kadar malı varsa kendisine iade etmişlerdi. Yanında büyüdüğü ailenin çocuklarını kardeş bilirdi. Birbirleriyle irtibatı hiç kesmemişlerdi. Yaşadığı bu beldede, ne onu büyüten aileden, ne ahaliden baskı görmüş ve ne de bir ayrıma tâbi tutulmuştu. Nihayet bu şirin Karadeniz sahil kasabasının sevilen bir esnafı olarak hayatını devam ettirmişti.

Aynı kasabada "Ermeni Cemil" lakabıyla bilinen bir de manifaturacı vardı. Onun da hikâyesi Dursun Amca'yla benzerdi. Kasabanın en zenginleri arasında olduğundan, Cemil Bey'in nüfuzu yüksekti. Cemil Bey, şimdi yaşadığı kasabaya yakın bir köyde Ermeni bir ana-babadan dünyaya gelmiş. Daha üç-dört yaşlarında iken, hem annesi hem de babası ölmüş. Köyden Ermeni göçü başlayınca çocuğu götüremeyip, oradaki bir Müslüman-Türk aileye bırakmışlar. Gidenlerin çocuğa bıraktığı arazilere ve mirasa hiç dokunulmamış. Köyün ileri gelenleri verimli fındık bahçelerini, ileride vermek üzere, hiç eksiltmeden muhafaza edip imarını yapmışlar. Aile ve köyün sakinleri, Cemil'i kendi çocuklarından ayırmamış, bütün ihtiyaçlarını temin etmişler. Yıllar sonra yetişkin bir adam olduğunda, Cemil kasabaya inme arzusunu dillendirmiş. Kırklı yıllarda hâmilik yapan aile, harçlığını cebine koyup, şehirde küçük bir iş kurmasına vesile olmuş. Cemil bu yıllardan sonra ticarete başlamış ve her geçen gün işini genişletmiş. Evinde büyüdüğü ailesi ve köyündeki herkes ona destek olmuş, koruyup kollamış. Kimi fındık bahçesinin bakımını yapmış, fındığını toplamış; kimi aile kurması için gayret sarf etmiş. Benim akrabalarımdan biri de, ona kendi soyadını aldırmış. Genç Cemil artık "Cemil Bey" olmuştur. Kasabanın eski müftülerinden birinin kızıyla evlenir. Hatırladığım kadarıyla altmışlı yıllarda, en büyük manifatura mağazası onundu. Ben o yıllarda Cemil Bey ailesine ayrım yapıldığını görmedim, duymadım. Onlar da vatan olarak orayı seçmişlerdi, onca varlığa rağmen bir başka yere gitmeyi düşünmemişlerdi. Şehrin gelişmesine, imarına katkı yapar, hayır işlerine destek verirdi.

Kasabada bir de "Lion" vardı. O da Ermeni'ydi. Kasabanın en büyük eczanesi onundu. Dinini ve Ermeni kimliğini muhafaza ediyordu. Lion'un hikâyesi biraz farklıydı. Onun ailesi şehrin varlıklı kimseleriymiş. Varlık ve esnaflık aileden intikal etmiş. O gidenlerle gitmemiş; tercihini kalmaktan yana kullanmıştı. İyi bir esnaf, itibarlı bir kişiydi. İtimat edilir ve saygı duyulurdu. Biz çocuklar "Ermeni Lion" demezdik, "Lion Amca" derdik. Ona hürmet ederdik. Kendi dininde ibadet eder, o civarda açık olan kiliseye giderdi. Bundan dolayı da kınanmaz, en ufak bir ima dahi yapılmazdı.

Büyüklerimizden öğrendiğimize göre, geçmişte burada yaşayan Ermenilerle aramızda kavga yaşanmamış, aynı köyün ve beldenin ayrı mahallelerinde, herkes örf ve inancını koruyarak, komşuluk münasebetlerini sürdürmüş. Birbirlerinin yardımına gelir, ödünç alıp verirlermiş.

Biz asırlarca aynı coğrafyada gayrimüslimlerle böyle iç içe bir hayat yaşadık. Bu misâllerin onlarcası, yüzlercesi yaşanmıştır bu topraklarda. Müsamaha ve hoşgörü kültürünü biz ecdadımızdan bir hayat tarzı olarak miras aldık. Hâkimiyet kurduğumuz topraklarda, cebir ve güç kullanmadık. Onları Allah'ın birer emaneti saydık ve himaye ettik. Yan yana yaşarken komşuluk hukukunu Efendimiz'in (sallallahü aleyhi ve sellem) emrettiği gibi gözettik. Hattâ Müslim-gayrimüslim olduğuna bakmaksızın yönetime ortak ettik. Tıpkı yukarıdaki misallerin yaşandığı o Karadeniz beldesinin geçmişte idare edildiği gibi. Sözkonusu beldenin Osmanlı dönemindeki idarî yapısı incelediğinde, bugün medenî ülkelerin ulaşamadığı bir seviyede olduğu görülecektir. İlçe 1872 yılında Canik sancağına bağlı bir kaza olduğu dönemde, Belediye Reisi İsmail Efendi; Azalar Ahmet Efendi, Mustafa Efendi, Kostantin Ağa, İsador Ağa, Nilot Ağa, Yimon Ağa, Kâtip Nuri Efendi tarafından idare ediliyordu.1

Bu millet nice çaresize, mağdura, zulme uğrayana kucak açtı. Gücü, Hakk'ın rızası ve insanlığa hizmet için kullandığımız sürece "ulu sancağın gölgesi" mazlumların sığınağı ve adalet terazisinin otağı olmuştur. İspanya'da Yahudiler zulme uğradıklarında, akıllarına ilk gelen kurtarıcı, Devlet-i Âliye idi. Hâlbuki etraflarında, coğrafî olarak daha yakın bir düzine devlet vardı. Ama onlar merhametin ve adaletin ana kucağını tercih etmişlerdi. Çığlıkları karşılık bulmuş ve hiç tereddütsüz, âdeta bir refleks gibi Yahudilere hem gönül kapıları, hem de vatan kapıları açılmıştı. Sultan 2. Bayezid İspanya'daki Yahudilere, Katolikler tarafından engizisyon mahkemelerinde uygulanan zulüm ve işkence karşısında Kemal Reis'i göndererek, onları Selanik ve İstanbul'a taşıdı.2

Katolik İspanyol hükümdarı, bir ferman yayımladı. 200 bin Yahudi dört ay içinde ya Hristiyan olacak veya İspanya'yı terk edecekti. Her şeylerini bırakıp gideceklerdi. Yahudiler, Portekiz'e göçtüler. Ancak beş yıl sonra, Portekiz kralı da aynı doğrultuda bir ferman yayımlayarak Yahudilerin topraklarından ayrılmasını istedi. Bunun üzerine Yahudiler, Osmanlı coğrafyasına geldiler. Bunların 14 yaşından küçük çocukları kendilerine verilmedi, Hristiyan yapılarak Portekiz'de alıkonuldu.3 1397 yılından sonra, Fransa'dan kapı dışarı edilen Yahudilerin de adresi, Osmanlı toprağı Edirne olmuştu. Bu hâdise karşısında Haham İzak Sarfati şöyle yazıyordu: "Türkiye huzur bulabileceğiniz bereketli bir ülke. Burada her insan, kendi dikili ağacının gölgesinde huzur içinde hayatını yaşayabilir."4

Milletimizin bu şefkat ve merhametinin beslendiği bir kaynak vardır. Bu millet, şırıl şırıl akan bu arı duru kaynaktan bin yıldır beslenmektedir. Zîrâ iman ettiği Rabb'inin rahmet ve merhameti, gazabının önündedir. Cenâb-ı Hakk, Yüce Beyan'ında mealen; "...Çünkü Allah insanlara karşı pek şefkatlidir, çok merhametlidir."5 buyurmaktadır. Bu millet, Yüce Beyan'daki "Allah başkalarına adaleti, hattâ adaletten de fazla olarak ihsanı, en güzel davranışı, muhtaç oldukları şeyleri yakınlarına vermeyi emreder. Hayâsızlığı, çirkin işleri, zulüm ve tecavüzü yasaklar. Düşünüp tutasınız diye size öğüt verir."6 mealindeki âyeti hayatının gayesi yapmıştır. Çünkü bu millet, âlemlere rahmet olarak gönderilen Yüce Rehber'den (sallallahü aleyhi ve sellem): "Rahman, şefkat sahiplerine merhamet eder, yeryüzü ehline rahmet edin ki sema ehli de size merhamet etsin." talimatını almıştır.

İşte Anadolu'nun bir köyünde veya beldesinde, ilmi olmayan, belki ekseriyetle okuma yazması da olmayan insanların kendilerine teslim edilen emanetleri koruyup kollamaları, bu kaynağın beslediği sevgi, şefkat ve merhametin ifadesidir. Zaten böyle bir kaynaktan beslenen bir millet, merhamet, şefkat ve adaletten mahrum kalabilir mi?

Dipnotlar
1. 1872 Yılı Trabzon Vilâyeti Salnâmesi, Trabzon ili ve ilçeleri Eğitim, kültür ve sosyal yardımlaşma vakfı yayını, Cilt: 4. Şafak matbaacılık Ltd. Şti. Ankara 1993.
2. Salih Gülen, Osmanlı Padişahları, Yitik Hazine yay. İzmir 2009.
3. Yılmaz Öztuna, Büyük Türkiye Tarihi, cilt:1, Ötüken, İst. 1994.
4. Mustafa Armağan, Adülhamid'in Kurtlarla Dansı. Ufuk yay., İst. 2006
5. Bakara/143, Suat Yıldırım, Kur'ân-ı Hakîm ve Açıklamalı Meali, Feza Gazetecilik,1998.
6. Nahl/90, Suat Yıldırım, Kur'ân-ı Hakîm ve Açıklamalı Meali.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder