31 Ağustos 2012 Cuma

ZAMAN ÜZERİNE

Zaman Üzerine Salih ADEM Zaman aslında hepimizin algıladığı ve hissettiği bir fenomendir. Fakat onu tarif etmeye çalıştığımızda zorlanırız. Çünkü zamanın kendisini değil; ancak neticelerini ifade edebiliriz. Bu yüzden de, zaman hakkında daha temel, daha derin bir tarife ihtiyaç duyarız. İslâm kozmolojisinde âlem tasavvuru, dâirevî işleyen ve bir bütünlük gösteren gayb, misâl ve şehadet âlemlerinden oluşur. Varlıklar da, vâcibü'l-vücud (varlığı kendinden ve zorunlu olan, yokluğu düşünülemeyen Cenab-ı Hakk'a ait sıfat,), mümkinü'l-vücud (varlığı ve yokluğu Allah'ın dilemesine bağlı olan; olsa da olur, olmasa da) ve mümteniü'l-vücuddur (olması muhâl ve imkânsız olan). Gayb âleminde varlıklar ilim kalemiyle İmam-ı Mübin (Levh-i Mahfuz) denen kader defterinde yazılıdır, dâimî kalıpları olan birer ayân-ı sabitedir. Bunların ilmî varlık seviyesinden hâricî varlığa çıkmaları İlâhî irade ve kudretin tecellisine bağlıdır. İlmî varlıklar hâricî varlık seviyesine çıkmadan önce aradaki geçiş âlemi olan misâl âlemlerine (Levh-i Mahv ve İsbat) düşerler (rüyalar, ilhamlar). Dolayısıyla her varlığın kaderî bir kalıbı olduğu gibi, misâlî bir şekli ve görüntüsü de vardır. En sonunda hâricî varlık elbisesi giyerek beş duyumuza görünür hâle gelirler. Vazifelerini ve ömürlerini tamamladıktan sonra, tekrar misâl ve gayb âlemlerine veya ilmî vücudlarına geri dönerler. Bediüzzaman (ra), varlıkların yaratılış olarak tarif ettiğimiz bu âleme gelişlerini kef ve nun ("kün fe yekun!" = "Ol! der ve olur") tezgâhındaki tecelliler olarak ifade eder. Bunun en tipik misalî, ağacın var oluş programını tekvinî emirlerin mücessem bir hâli olarak içinde barındıran bir tohumun bir silsile şeklinde fide, gövde, ağaç, dal, yaprak, çiçek, meyve ve tekrar tohuma dönüşmesidir. Yukarıdaki varlık görüşünü ortaya koyan Bediüzzaman Hazretleri'nin zamanı da bu eksende izah ettiğini görürüz (Bkz, Sözler, 10. ve 30. Söz). Zamanın misâlî bir sayfası olan Levh-i Mahv ve İsbat'ta varlık silsileleri icad edilirken, zerreler (atom-altı dünya) tahrik edilir. Demek zerrelerin hareketi, ilmî varlıkların ilim kalemiyle yazılmış İmam-ı Mübin'den irade ve kudret kalemiyle yazılmış Kitab-ı Mübin'e, yani gayb âleminden görünen âleme, ilmî vücuddan hâricî vücuda geçmeleri sırasında Levh-i Mahv ve İsbat sahnesinde bir titreşim, bir salınım ve bir harekettir (Atom-altı dünyalardaki kuantik hâdiseleri anlamak bizim için bu yüzden zor olmaktadır). Levh-i Mahv ve İsbat sahnesi ise, sabit ve dâim olan Levh-i Mahfuz'un mümkinat dairesinde (ölüme ve hayata, varlığa ve yokoluşa mazhar olan varlıklar âleminde) sürekli değiştirilen bir defteri ve yazılıp bozulan bir tahtasıdır. İşte zamanın hakikati budur. Zaman, kâinattaki varlıkların, içinde akıp gittiği büyük bir varlık-yokluk nehrine benzetilebilir. Zaman ayrıca, Levh-i Mahv ve İsbat'ta yaratılan İlâhî kudrete ait kitapların bir sayfası ve mürekkebi olarak da yorumlanabilir. Özetle, zaman hareketin bir rengi, bir türevi, şeridi hükmünde olduğundan itibarî, izafî bir hususiyet arz eder. Hareketle ölçüldüğünden, varlıkların ve işlerin akış hızına bağlı olarak yavaş veya hızlı algılanabilir... Varlıkların gayb âleminden şehadet âlemine geçişini gösteren bir ip, bir şerittir ki, Sâni–i Zülcelâl her sene bir başka âlemi ona takıp gösteriyor. Bu ifadelerden, hareketin olmaması durumunda zamanın olamayacağını, bizim âlemimize bakan yaratılış (hareket) durduğunda maddî varlıkların donup kalacağını, geçmişlerine ve geleceklerine gidemeyecekleri neticesini çıkarıyoruz. Kudsî bir Hadîs-i Şerif'te Cenâb-ı Allah şöyle buyurmuştur: "Âdem oğlu dehre söverek beni ezalandırır, hâlbuki ben dehr(in yaradanıy)ım. Her emir (iş) benim elimdedir. Geceyi gündüzü ben idare ederim." (Buhârî, Tefsiru Süre 45/1; Tevhid, 35; Edeb,101; Müslim, Elfâz,1,2, 5, 6; Ebû Dâvûd, Edeb,169). Efendimiz de Hadîslerinde, "Sakın sizden biriniz 'Vay dehrin musibetine', demesin (böyle sövmesin)! Çünkü dehr ancak Allah'tır." ve "Dehre sövmeyin!. Çünkü dehr ancak Allah'tır." buyurmuştur. (Buhârî, Edeb, 101; Müslim, Elfâz, 4; Muvatta'. Kelâm, 3). Bu Hadîslerdeki "Dehr Allah'tır." ibaresinin mânâsı şudur: Zamanı ezelî ve ebedî kabul edip her şeyin dehr (zaman) tarafından (kendiliğinden) meydana getirildiğine inanan ve bu yüzden Dehriyye ismini alan, başta cahiliyye Arapları ve onların izinde giden diğer dehrîler (materyalistler) herhangi bir musîbete mârûz kalınca dehre söverler. Halbuki dehri ve her şeyi yaratan Allah'tır. Bu sövme, neticede Allah'a varmaktadır ve bundan dolayı dehre (zamana) sövmek yasak edilmiştir. (Ahmed Davudoğlu, Sahih-i Müslim Tercemesi ve Şerhi, İstanbul 1978, IX, 706-707; Tecrid-i Sarih Tercümesi, XII, 160). Hoşa gitmeyen bir şey karşısında, "Bunu dehr yapıyor." diye dehre söven, -dehr bir şey yapmadığına ve her şeyi Allah yarattığına göre- Allah'a sövmüş oluyor. Onun için Cenâb-ı Allah, "Dehr Benim" buyurarak dehrin yaratıcısı, mâliki ve mutasarrıfının kendisi olduğunu bildiriyor. Bütün bunlardan yola çıkarak zamanın büyük bir sır olduğunu söyleyebiliriz. Birçok düşünce ve bilim adamının zaman hakkında farklı şeyler söylemesi, zamanı anlamada aciz kaldığımızı göstermektedir. Batı'da da düşünürler ve bilim adamları zaman hakkında pek çok şey söylemiştir. Alfred North Whitehead: "Zaman, olmanın şeklidir." derken; Aziz Augustine şöyle bir ifade kullanmıştır: "Zaman üzerine düşünmediğimde zamanın ne olduğunu biliyorum; ama zamanın ne olduğu üzerine düşünmeye başladığımda zamanı bilmediğimi fark ediyorum." "Zaman, ne kadar beklediğinizdir." diyor fizikçi R. Feynman. Genel veya gündelik bir tarif olarak, "Zaman, doğru çalışan bir saatin ölçtüğü şeydir." diyebiliriz. Zaman, gerçekleşen hâdiseler arasındaki öncelik-sonralık münasebetini de ifade eder. Meselâ, "Yavuz Selim Han, Fatih'ten sonra, Kanunî'den önce yaşamıştır." cümlesindeki italik kelimelerle belirtilen durum gibi. Zamanın ayrıca, hem düz çizgi (lineer) hâlinde, hem de helezonik bir yapısı vardır. Ferdin hayatı geri dönüşü olmayan, ileriye doğru akan düz bir çizgiye, toplumlarınki ise, helezonik bir gidişe benzetilebilir. Bu itibarla fert, zamanın her ânını çok iyi değerlendirmelidir. Aristo'ya göre, zaman değişimin ölçüsüdür. Ama zamanın kendisi değişim değildir. Çünkü, bir değişim hızlı veya yavaş olabilir; fakat zaman olamaz. Zenon, Eflatun, Spinoza, Hegel ve McTaggart gibi filozoflar, zaman kavramında bulduklarını düşündükleri çelişkilerden dolayı zamanın var olmadığı veya gerçek olmadığı neticesine varmışlardır. René Descartes, "Zaman nedir?" sorusuna çok farklı bir cevap vermiştir. Ona göre kâinattaki varlıklar kendi başlarına var olmaya devam edebilecek güç ve kâbiliyette olmadıkları için, Allah varlıkları her ân yeniden yaratmaktadır. Bu yok olup yeniden yaratılma süreci ise zamandır. Newton, zamanı, bütün hâdiseleri içine alan sonsuz bir kap gibi düşünmüştür. Leibniz ise buna karşı çıkarak, zamanın hâdiselerden ayrı ve bağımsız olarak var olmadığını, bunların sıralamasıyla ilgili olduğunu söylemiştir. Leibniz'e göre, zaman, var olmak için hâdiselere muhtaçtır. Immanuel Kant, zamanın insanın zihninde olduğunu, daha doğrusu zihin tarafından dışarıdaki nesnelere yansıtıldığını ortaya atmıştır. Reichenbach, zamanı, hâdiseler arasındaki sebep-netice münasebetine göre tarif etmiştir. Martin Heidegger'e göre ise, insan var oluşunun en önemli unsuru, zamana bağlı olmasıdır, hattâ varlık zamandır. Bazı bilim adamları ise, zamanın doğurduğu felsefî problemlerle ilgilenmemiş ve zamanı, fiziğin denklemlerinde aramışlardır. Fizikte zaman Fizikçi John Archibald Wheeler, zamanı, her şeyin bir ânda olup bitmesini engelleyen şey olarak tarif eder. Klâsik fizikte zaman düzgün ve değişmeden akan bir nehir gibidir. Gündelik hayatta bu doğrudur. Sizin saatinize göre 1 dakika geçtiğinde benim saatime göre de 1 dakika geçer. Zaman her yerde aynı akar. Gözlemciye veya şartlara göre değişmez. Fizikte Einstein'dan sonra zaman anlayışı değişmiştir. Artık zaman, uzayla beraber düşünülmekte, 3 uzay boyutuyla birlikte 4 boyutlu uzay-zaman denen yapıyı oluşturmaktadır. Ayrıca, zaman uzayıp kısalabilir, gözlemcilere göre değişebilir. Meselâ dünyada 1 saat geçerken, uzaya gönderilen çok hızlı bir rokette yarım saat geçebilir. Böyle bir roket, on yıllık bir uzay yolculuğu yapıp dünyaya geri döndüğünde dünyada yirmi yıl geçmiş olacaktır. Roketin 2008 yılında fırlatıldığını düşünürsek, döndüğünde dünyada tarihler 2028 yılını gösterecek; fakat roketin içindeki astronotlar sadece 10 yıl yaşlanmış olacaklardır. Ayrıca, bir gözlemciye göre eşzamanlı olan, yani aynı zamanda gerçekleşen iki hâdise, başka bir gözlemciye göre eşzamanlı olmayabilir. Böyle garip neticeleri olan izafiyet teorisi, şimdiye kadar yapılan deney ve gözlemlerle uyuşmaktadır, yani fizikte kabul edilen bir teoridir. İzafiyet teorisinin başka bir neticesi, çekim alanına göre uzay-zamanın değişmesidir. Nöt­ron yıldızları gibi çok yoğun maddeler, zamanın fark edilebilir ölçüde değişmesine sebep olabilmektedir. Hattâ karadeliklerde zaman tamamen durmaktadır. Bu yüzden, uzaktan baktığımızda karadeliğe düşen bir cismin karadeliğin içine girdiğini hiçbir zaman göremeyiz. Zamanın değişmesinden dolayı, bu cisim karadeliğe yaklaştıkça git gide yavaşlıyormuş gibi görünecek, olay ufku denen sınıra vardığında ise nerdeyse durmuş gibi algılanacaktır. Zaman, fizikî âlemin bir boyutudur ve kâinatla birlikte yaratılmıştır. Başka önemli bir nokta da, fizikteki zaman kavramının "şimdi" diye bir şey ihtiva etmemesidir. Fiziğe göre bütün zamanlar veya zamanın bütün dilimleri aynı özelliktedir, yani, "şimdi" dediğimiz zaman noktasının diğer zaman noktalarından bir ayrıcalığı yoktur. Hâlbuki "şimdi", bizim için vardır ve önemlidir; hattâ en önemli ândır. Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem): "Erteleyenler (Yarın, sonra yaparım diyenler) helâk oldu." buyurmuşlardır. Yaşanılan "ân", geçmiş ve geleceği birbirinden ayırmaktadır. Fizik kanunları ise geçmiş ve geleceğe göre simetriktir. Yani geçmiş ve gelecek arasında ayrım yapmaz. Uzay-zaman denen fizikî yapıyı düşündüğümüzde, kâinat hakkında şöyle bir resim ortaya çıkmaktadır: Kâinat bir kitaba benzemektedir. Bu kitabın sayfaları zamandır. Meselâ Asr-ı Saadet bir sayfa, Hz. İsa'nın (aleyhisselâm) zamanı bir sayfa, Hz. Musa'nın (aleyhisselâm) zamanı başka bir sayfadır. Biz şu ânda, 2010 yılında, bu kitabın sayfalarından birinde bulunmaktayız. Yapıp ettiğimiz şeylerle, yani amellerimizle, bu kitabın bir kısmını biz kendimiz yazıyoruz. Bu kısım âhiret gününde "amel defterimiz" olarak karşımıza çıkacaktır. Bu kitap, yani sayfaları zamandan ibaret olan kâinat kitabı, zamanüstü olarak mevcuttur. Allah'ın ilminde yer alan bu kitaba Levh-i Mahfuz (İmam-ı Mübin) denmektedir. Yaratma, bu kitaptaki ilmî proje mahiyetindeki varlıkların fizikî varlık kazanması, yani, Allah tarafından ilim dairesinden kudret dairesine geçirilmesidir. Bu kitabın hiçbir sayfası diğerinden yapı olarak farklı olmadığından, herhangi bir zamanın da diğer bir zamana yapı olarak ayrıcalığı yoktur [Bazı zaman dilimlerinin diğerlerinden daha hayırlı olması ayrı bir konudur ve zamanın fizikî yapısıyla değil mânevî değeriyle ilgilidir]. Bu durumda yaratılış bize, yani şuurlu varlıklara göre cereyan eden bir şeydir. Çünkü Levh-i Mahfuz kitabı zaten değişmeden olduğu gibi ortada durmaktadır; aynen yazılıp bitmiş bir kitabın artık değişmemesi gibi. Bunu, "Kalem kurudu." Hadîsi ifade etmektedir. Dolayısıyla, zamana bağlı yaratılma ve değişiklik bizim için sözkonusu olup her insan kendi zamanını yaşamaktadır. Allah Tealâ, kaderimizden belli levhaları sırasıyla bize göstermekte, bizim verdiğimiz tepkilere, yaptığımız tercihlere göre başka levhaları önümüze çıkarmaktadır. Ama bütün bu levhaları ve bizim yapacağımız tercihleri ezelî ilmiyle bilmektedir. Bizim için bir öncelik-sonralık münasebeti arz ederek sürüp giden bu işleyişin son noktası ölümdür. Kur'ân-ı Kerîm'de "Her ümmet için belirlenmiş bir müddet vardır..." (A'raf, 34) buyrulmaktadır. Bundan sonra, ölüm ötesi hayat başlayacaktır. . Kur'ân-ı Kerîm'de zamanın izafîliği " Gerçekten, senin Rabbinin katında bir gün, sizin saymakta olduklarınızdan bin yıl gibidir." (Hac Sûresi, 47) "Melekler ve Ruh (Cebrail), ona, süresi elli bin yıl olan bir günde çıkabilmektedir." (Mearic Sûresi, 4) "Gökten yere her işi O evirip düzene koyar. Sonra (işler,) sizin saymakta olduğunuz bin yıl süreli bir günde yine O'na yükselir." (Secde Sûresi, 5) Bu âyetler, zamanın izafi karakterinin çok açık birer ifadesidir. Bilim tarafından 20. yüzyılda ulaşılan bu neticenin bundan 1400 yıl önce Kur'ân'da bildirilmiş olması ise, elbette enteresandır. Kur'ân'ın daha pek çok âyetinde kullanılan üslûp zamanın bir algı olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Bunu bilhassa bazı kıssalarda görmek mümkündür. Meselâ Allah Kur'ân'da bahsedilen mümin bir topluluk olan Kehf ehlini üç yüzyılı aşkın bir süre derin bir uyku hâlinde tutmuştur. Uyandırdığında bu kişiler zaman olarak çok az bir süre uykuda kaldıklarını düşünmüşler, ne kadar uyuduklarını tahmin edememişlerdir: "Böylelikle mağarada yıllar yılı onların kulaklarına vurduk (derin bir uyku verdik). Sonra iki gruptan hangisinin kaldıkları süreyi daha iyi hesap ettiğini belirtmek için onları uyandırdık." (Kehf Sûresi, 11-12) "Böylece, aralarında bir sorgulama yapsınlar diye onları dirilttik (uyandırdık). İçlerinden bir sözcü dedi ki: 'Ne kadar kaldınız?' Dediler ki: 'Bir gün veya günün bir (kaç saatlik) kısmı kadar kaldık.' Dediler ki: 'Ne kadar kaldığınızı Rabbiniz daha iyi bilir...'" (Kehf Suresi, 19) "Ya da altı üstüne gelmiş, ıssız duran bir şehre uğrayan gibisini (görmedin mi?) Demişti ki: 'Allah, burasını ölümünden sonra nasıl diriltecekmiş?' Bunun üzerine Allah, onu yüz yıl ölü bıraktı, sonra onu diriltti. (Ve ona) Dedi ki: 'Ne kadar kaldın?' O: 'Bir gün veya bir günden az kaldım' dedi. (Allah ona:) 'Hayır, yüz yıl kaldın, böyleyken yiyeceğine ve içeceğine bak, henüz bozulmamış; eşeğine de bir bak; (bunu yapmamız) seni insanlara ibret-belgesi kılmamız içindir. Kemiklere de bir bak nasıl bir araya getiriyoruz, sonra da onlara et giydiriyoruz?' dedi. O, kendisine (bunlar) apaçık belli olduktan sonra dedi ki: '(Artık şimdi) Biliyorum ki gerçekten Allah, her şeye güç yetirendir.'" (Bakara Sûresi, 259) Bu âyetlerden şunu da anlamak mümkündür ki, zaman, Allah'ın elinde evirip çevirdiği, değiştirip kullandığı bir şeydir. Her şey gibi o da Cenab-ı Hakk'a boyun eğmiş, emrine hazır beklemektedir.

MAKRO ALEMİN ANAHTARI ATOM

Makro Âlemin Anahtarı Atom Nebi İlker SEVİM-Safvet SENÎH İnsanoğlu mikro âlemde derinleştikçe, atomu anlamaya çalıştıkça makro âlemde (kozmozda) aradığı sorulara cevaplar bulmaya başladı. Çünkü "âlemin anahtarı insanın nefsine takıldığı" gibi, makro âlemdeki fizikî sırlar da mikro âlemdeki atomun içine saklanmıştır. Bu zaviyeden atoma kozmozun anahtarı da diyebiliriz. Bilim bugün geldiği nokta itibarı ile yıldızların, kimyevî elementlerin hattâ kainatın yaratılışını belli teorilerle izah etmeye çalışmaktadır. Burada enteresan olan husus, bilim insanlarının, mikro âlemde atomu anlamaya çalışırken tevafuken kâinatın yaratılışına ait mekanizmaları da aydınlatacak ipuçlarına ulaşmalarıdır. Maddeyi meydana getiren atomlarla ilgili 20. yüzyılın başlarında elde edilen ilk şaşırtıcı bilgi onun ne kadar küçük olduğu idi. Atom 1 mm'nin trilyonda birinden bile küçüktü ve bir kum tanesinde bile trilyonlarca atom vardı. Atomun içindeki partiküllerin (proton, nötron, elektron) keşfi ise yıllar aldı. Bugün gelinen noktada kâinatta en azından 1080 proton ve nötron olduğu tahmin edilmektedir. Bu çok büyük bir sayıdır. Ancak daha şaşırtıcı olanı bu partiküllerin kâinatın ilk yaratılış ânındaki doğru dizilebilme ihtimalinin düşüklüğüdür. Oxford Üniversitesi'nden matematikçi Roger Penrose, kâinatı meydana getiren proton ve nötronların Büyük Patlama (Bing Bang) ânında 1080 değişik ihtimalden sadece bir ihtimalle dizilmiş olabileceğini hesaplamıştır ve yalnızca o diziliş şekli, patlamadan sonra bugünkü kâinatı netice verecektir. Bu ihtimal sayısı o kadar büyüktür ki, eğer kainattaki bütün zerreleri sıfır olarak kullansak bu sayıyı düz olarak yazmak için yetmezdi (Üslü sayılarla 1080 yazabiliyoruz). 20. yüzyıl başlarından itibaren birçok bilim adamı daha çok simyacı olabilmek, madenleri altına dönüştürebilmek için atom üzerinde çalışmaya başladı. Bunlardan biri olan Rutherford, uzun deneyler sonunda, madenleri altına dönüştürmeyi başaramadı; ama bir atom modeli geliştirdi. Rutherford atomu güneş sistemine benzetiyordu. Fakat çekirdek hakkında pek bir şey bilinmiyordu. Rutherford elementleri birbirinden ayıran şeyin çekirdeklerindeki proton sayısı olduğunu fark etti. Tabiatta bulunan en hafif elementte 1, en ağır elementte 92 proton bulunuyordu. Bu tespit her ne kadar tabiatta bulunan 92 elementi izah etse de, ciddi bir problem vardı. Aynı yıllarda Cavandish lâboratuvarlarında atomun ağırlığının ilk defa ölçülmesi ile çekirdekte proton dışında başka bir parçacığın olması gerektiği anlaşıldı. Zîrâ 2 protonu bulunan helyum, 1 protonu bulunan hidrojenden 2 değil tam 4 kat ağırdı. Demek ki her bir protona mukabil bir başka partikül vardı. Bu partikülün yüksüz olan nötron olduğunun anlaşılması tam 12 yıl aldı. Böylece 1932 yılında, atomun üç temel partikülünün keşfedilmesiyle nükleer fiziğin temelleri atılmış oldu. Nükleer fiziğin karşılaştığı ilk problem, nasıl olup da atomun çökmediği meselesiydi. Çekirdeğin içindeki protonlar artı yüklüdür ve aynı yükler birbirini iter. O zaman onları orada tutan nedir? Araştırmalar neticesinde yeni bir kuvvet çeşidi keşfedildi: Güçlü nükleer kuvvet. O güne kadar sadece kütle çekim kuvveti ve elektromanyetik kuvvet biliniyordu. Her bir kuvvetin tesirli olduğu bir ölçek vardı ve o sınırlar dışında tesiri hissedilmiyor, bu şekilde denge sağlanmış oluyordu. Kütle çekim kuvveti büyük ölçeklerde hissediliyor; ama mikro ölçekte tesirini yitiriyordu. Güçlü nükleer kuvvet ise, sadece atom çekirdeği içinde tesirliydi. Her şeyde olduğu gibi kuvvetlerin de tesirlerine bir sınır konulmuştu. Aksi takdirde eğer kütle çekim kuvveti ile değil de güçlü nükleer kuvvetle dünya bizi çekseydi, bir insan bütün Samanyolu galaksisinden daha ağır olurdu. Güçlü nükleer kuvvet 1 mm'nin sadece trilyonda birinden küçük ölçeklerde tesirli olur ve atomun tutkalı olarak bilinir. Atom çekirdeğinde 2 kuvvet tesirlidir: Aynı yüklü protonları iten elektromanyetik kuvvet ve onları bir arada tutan güçlü nükleer kuvvet. Atom çekirdeği âdeta bu iki kuvvetin mübareze (üstün gelme çabası) meydanıdır. 2. Dünya Savaşı için yapılan hararetli çalışmalar neticesinde, tabiatta bulunan 92 elementin nükleer stabilitesi (kararlılık) tamamen aydınlanmış oldu. Atom çekirdeği içindeki mübarezede eğer elektromanyetik kuvvet galebe çalarsa, o atom radyoaktif elementtir (mesela 92 protonlu uranyum). Güçlü nükleer kuvvet galebe çalarsa, o atom kararlı bir elementtir (sodyum, bakır, gümüş vs. gibi). Dolayısıyla çekirdek hareketleri bu iki kuvvetin tesiri ile izah edilebilir. Kuvvet dengeleri yönü ile tabiatta bulunan 92 element içinde bir tanesi çok dikkat çekiciydi: Demir. Demir atomunun çekirdeğinde 26 proton vardır ve bu sayı çekirdekteki iki farklı kuvvetin birbirini tam olarak dengelediği sırlı bir sayıdır. Bu da demiri tabiatta bulunan en kararlı element yapar. Diğer bütün elementler demirin kararlılığını arar. Atom numarası (yani çekirdeğindeki proton sayısı) 26'dan küçük olan elementler birleşerek (füzyon), 26'dan büyük olan elementler parçalanarak (fisyon) demire benzemeye meylettirilir. Belli bir atom numarasından sonra da güçlü nükleer kuvvet artık protonları tutamaz ve bu elementlere radyoaktif elementler denir (mesela 88 protonlu radyum ve 92 protonlu uranyum gibi). Nükleer fizikçilerin hazırladığı stabilite grafiğinin tepe noktasında demir vardı. Astronomların yıldızların parlaklıklarına (her bir elementin ayrı bir parlaklığı vardır) göre hazırladığı elementlerin bulunabilirlik (bolluk) grafiğinin en üst noktasında yine demir bulunuyordu. Özetle en stabil element olan, yani çekirdeğinde iki kuvvetin en iyi dengelendiği demir, kâinatta en bol bulunan elementlerdendi. Ayrıca bu bütün elementler için geçerliydi. Az stabil olan radyum az bulunuyor, izafi olarak ondan daha stabil olan alüminyum daha bol bulunuyordu. Âdeta çekirdeğe atılan imza kozmoza da atılmıştı. Elementlerle alâkalı bir başka ilginç gerçek ise, onların nerede yaratıldıkları idi. Bilim insanları Güneş'te nükleer füzyon neticesi yüksek basınç ve sıcaklıkta 1 protonlu hidrojenin 2 protonlu helyuma dönüştürüldüğünü ve Güneş ışığı açığa çıktığını buldular. Peki diğer elementler? Her ne kadar oksijen gibi birkaç elementin yaratılması için Güneş gerekli şartları haiz olsa da, Güneş'teki sıcaklık ve basınç ağır elementler için yeterli değildi. Güneş'te bile bu şartlar sağlanmıyorsa elementlerin dünyada teşekkül ettirilmediği anlaşılır. Demir gibi stabil elementlerin yaratılması için çok yüksek sıcaklık ve basınç gerekliydi. Bu da bir yıldız ölürken ortaya çıkan süpernovalarda bulunuyordu (Güneş süpernova yanında bir mum kadar kalır). Yakıtı tükenen, yani helyuma çevrilerek hidrojeni kalmayan yıldızlar, kendi ağırlıkları altında çöküyor ve muhteşem bir patlama ile süpernovalar meydana geliyordu. Ortaya çıkan sıcaklık ve basınç, en ağır elementlerin bile yaratılması için uygundu. Kısaca en kararlı element olan demir, diğer elementler gibi yıldızlarda yaratılıyor ve gökten yere indiriliyordu. Süpernovalar 1 protonlu hidrojen ve 2 protonlu helyum dışındaki bütün elementlerin yaradılışı hakkında bir fikir verse de, kâinatın her yerinde bol miktarda bulunan bu iki elementin (meselâ Güneş'in dörtte biri helyumdur) yaradılışını izah edemiyordu. Bu iki elementin kâinatta bu kadar bol bulunması, süpernovalardan çok daha büyük bir enerji kaynağına işaret ediyordu ve bu şartlar da ancak Büyük Patlama ile sağlanabilirdi. İbretlik olan da, bu noktaya araştırmaları ile bilmeden kapı açan fizikçinin, maddenin ezeliyetini şiddetle savunan ateist fizikçi Richard Hoyle'un olması idi. O, Büyük Patlama'ya belki de istihza için Bing Bang ismini bizzat takmıştı. Netice olarak atom üzerindeki araştırmalardan yola çıkılarak, bilim insanları; kâinatın ezelî olmadığı, yaklaşık 14 milyar yıl önce büyük patlama ile bir başlangıcı olduğu bilgisine ulaştı.

BİR ÜNİVERSİTE DERSİ : KAOSUN İÇİNDEKİ AHENK

Bir Üniversite Dersi: Kaosun İçindeki Ahenk İhsan KÖSE Üniversitenin fizik bölümünde, hoca yeni bir konuya başlamıştı. Anlatımı uzun süren teorik modellerden sonra talebelerin dikkatinin dağılmaya başladığını fark eden hoca, konunun kâinattaki örneklerini tartışmak için sordu: - Arkadaşlar, kâinatta müşahede ettiğiniz hâdiseleri insanoğlu için cazip kılan nedir? Bu âni soru, talebelerin dağılan dikkatlerini toplamalarına yardımcı olmuştu. Soru enteresandı. Dersin hocası, her gün yaşanan hâdiselerin perde arkasındaki hakikatlere ışık tutmak istiyordu. Talebelerden biri: - Ölüm hocam, dedi. Cevap, hocanın duymak istediğini tam olarak ifade etmemiş olsa da önemliydi. Hoca devam etti: - Cevabın doğru olmakla birlikte, sizden duymak istediğim şey, biraz daha farklı. Bunun üzerine talebeler düşünmeye devam ettiler. Hoca duymak istediği cevabı alamayınca bir ipucu vermek istedi: - Arkadaşlar, bir spor müsabakasını cazip kılan nedir? Meselâ biri güçlü diğeri güçsüz iki takım karşılaşsa, acaba maçı hangisi kazanır? - Tabii ki güçlü olan kazanır. - Peki, güçlü olan takım her zaman kazanır mı? Talebeler âdeta bir koro hâlinde cevap verdiler: - Hayır, hocam, tabii ki her zaman kazanacak diye bir şey söz konusu olamaz. Hoca aradığı cevabın bir kısmını talebelerden işitince konuya girdi: - Evet arkadaşlar, dediğiniz doğru. Bu duruma bilim insanları 'doğrusal olmama' veya 'nonlineerlik' demişler. Kâinatta doğrusal (lineer) olan hâdiseler olduğu gibi doğrusal olmayan hâdiseler de vardır. İşte, kâinattaki birçok hâdiseyi enteresan kılan şey, hâdiselerin çoğunun doğrusal olmamasıdır. Meselâ bir otomobille saatte 60 km'lik bir hızla hareket ediyorsanız, bu bir saat sonra 60 km., 2 saat sonra 120 km. yol alacağınız mânâsına gelir. Böyle bir hâdise bizim için doğrusaldır. Fakat kâinatta birçok hâdise doğrusal olmayan şekilde cereyan eder. Hoca, talebelerin dikkatini toplamayı başarmıştı. Talebelerin yüzlerinden, soru sormak istedikleri anlaşılıyordu. İnsanların kâinatta gerçekleşen hâdiselerin perde arkasındaki hikmeti anlayabilmesi için, kendisine bu tür sorular sorması gerekiyordu. Hoca devam etti: - Peki, size kâinattaki her hâdisenin, kâinat yaratıldıktan bu yana sadece bir defa meydana geldiğini, her canlı ve cansız varlığın kâinatta sadece birer defa yaratıldığını ve gelecekte de böyle devam edeceğini söylesem bana inanır mısınız? Talebeler bu tespit karşısında şaşırmışlardı. Acaba bu mümkün müydü? Hoca sözlerine şöyle devam etti: - Evet, arkadaşlar, bilim bize bunun doğru olduğunu söylüyor. Muhtemelen, her kar tanesinin ve her insanın parmak izinin birbirinden tamamen farklı olduğunu duymuşsunuzdur. Aslında bu, kâinattaki bütün varlıklar için söz konusudur. Her varlık kendine 'özgü' bir şekil ve mahiyette yaratılmış ve yaratılmaktadır. Kâinatta her varlığın benzeri bulunmakla beraber, hiçbir varlık tıpatıp birbirinin aynısı değildir. Evet, insanlar birbirine benzer; fakat her fert farklıdır. Her serçe birbirine benzer; fakat her biri farklıdır. Her çam ağacı birbirine benzer; fakat hepsi birbirinden farklıdır. Her hamsi birbirine benzer; fakat her hamsi bir diğerinden farklıdır. Bu misâlleri çoğaltmak mümkündür. Bu sebeple fraktallar, vahidiyet içindeki ehadiyeti gösteren birer imzadır ve Yaratıcı'nın (celle celâlühü) Ehad ve Vahid isimlerinin birer tecellisidir. Talebelerin yüzlerinde müthiş bir hayret ifadesi belirmişti. Hoca, bunu gördükten sonra konuşmasını daha rahat sürdürebilirdi: - Arkadaşlar, işte bu birbirine benzeyip fakat tıpatıp aynı olmama gerçeğini bilim itiraf ediyor. Bu yapılara 'fraktal' diyor. Aslında her birimiz insan olarak birer fraktalız. Çünkü hepimiz birbirimize benzemekle birlikte, tamamen aynı değiliz. Bu durum sadece fizikî olarak değil, his ve lâtifelerimizde de karşımıza çıkıyor. Her insan, fizikî özellikleri ve sevinme, üzülme, öfkelenme gibi hissî yönleriyle bir fraktaldır ve onun tıpatıp aynısı yoktur. Talebeler daha önce duymadıkları bu tespitler karşısında iyice şaşırmışlardı. Soru sormak için âdeta sıraya girmişlerdi. Fakat hocanın acelesi yoktu. Talebelere, sorularını birazdan sorabileceklerini söyleyerek konuşmasını sürdürdü: - Fakat arkadaşlar biliyor musunuz 'kaos' (karmaşa) denen bir bilim dalı, bu tespitleri ortaya çıkarmaktadır. Kaos, kâinatta gerçekleşen hâdiselerin çoğunun kaotik (karmaşık) olduğunu, fakat kaotik olan hâdiselerin neticesi olarak kâinatta da kaotik bir ortam beklememize rağmen, asla böyle bir şeyle karşılaşmadığımızı söylemektedir. Eğer araştırma yaparsanız, kaostan düzene geçiş ile alâkalı hayranlık veren daha başka tespitleri de okuyabilirsiniz. Kaotik hâdiseler, daha önce bahsettiğim gibi doğrusal olmayan hâdiselerdir. Meselâ atmosferdeki hâdiseler kaotiktir. Bu sebeple uzun dönemi kapsayacak şekilde hava tahmini yapmak zordur. Çünkü bilim, dünyanın bir ucundaki bir kelebeğin kanat çırpışının, birkaç gün sonra dünyanın bir diğer ucunda fırtınaya sebep olabileceğini söylemektedir. Bu sebeple kaotik hâdiseler, başlangıç şartlarına hassas derecede bağlıdır. Hareketin belli bir ânında meydana gelen küçük bir değişiklik, o ân hissedilmese bile, belli bir zaman sonra çok büyük değişikliklere sebep olabilir. İşte böyle bir dünyada ve kâinatta yaşıyoruz. Anlatılanları dikkatle dinleyen talebeler, hayatın bir mu'cize olduğunu anlamaya ve kâinattaki hâdiselerin birçoğu kaotik ise, o zaman bu mükemmel düzenin nasıl kurulduğunu düşünmeye başlamışlardı ki, hoca âdeta taşı gediğine koyarcasına bir soru daha sordu: - Diyelim ki bir otomobil kullanıyorsunuz. Otoyolda hareket ederken direksiyonu bir mm sola veya sağa döndürdünüz. Otomobilin bir metre sonraki konumuyla, 100 metre sonrasındaki konumu hakkında ne söyleyebilirsiniz? Talebelerden biri söz alarak: - Hocam, belki bir metre sonrası için çok fazla bir değişiklik olmaz; fakat 100 metre sonra araba yolun dışına çıkıp şarampole yuvarlanabilir, dedi. - Peki, kâinatımızın yaşını düşünürseniz, bu kadar uzun bir süre içinde gezegenler, yıldızlar vs. herhangi birisinin hareketinde küçük bir sapma meydana gelmiş olsa idi, kâinatta bir düzensizlik olmaz mıydı? Belki biz hayatta olmazdık değil mi? Talebeler hep bir ağızdan: - Evet hocam doğru söylüyorsunuz, dedi. Bunun üzerine hoca en can alıcı soruyu sordu: - Arkadaşlar, o zaman sizce direksiyonun başında birisi mi var? Talebeler, kâinattaki bu mükemmel düzeni, kaotik bir ortamın içine kolaylıkla ve hikmetle yerleştiren ve devam ettiren bir Yaratıcı'ya inanmak zorunda kaldıklarını anlamışlardı. Fakat içlerinden birisi: "Hocam, ben kaos teorisinin anlatıldığı bir kitapta her şeyin tesadüfî meydana geldiğini okumuştum. Bu mümkün olamaz mı?" şeklinde bir soru sordu. Bu soru önemliydi. Çünkü gerçekten de kaos ile alâkalı birçok kitapta, tesadüflerden ve her şeyin kendiliğinden oluşundan bahsediliyordu. Hoca bu soruya şöyle cevap verdi: - Yukarıda anlattığım gibi bilim, kâinatın fraktallardan oluştuğunu, kaotik hâdiselerin mükemmel bir düzen ile neticelendiğini itiraf ediyor. O hâlde şimdi bir armut ağacı düşünelim. Bilimin yapmış olduğu tespitlere göre, dünya üzerindeki bir armut ağacının, yapraklarına ve meyvelerine varıncaya kadar tıpatıp aynısı yok. Değişik bir ifadeyle, birbirinin tıpatıp aynısı olan iki armut ağacı, yaprağı ve meyvesi göstermek mümkün değil. Bu durumda tesadüfü savunan kişiler, her bir armut ağacının, dünya yaratıldığından bu yana yaşamış ve yaşayacak olan bütün armut ağaçlarını, dalları, yaprakları ve meyvelerine varıncaya kadar tanıması gerektiğini kabul ve iddia etmiş oluyorlar. Bu yaklaşım, her armut ağacının zorunlu olarak, sonsuz bir ilim, irade ve kudrete sahip olmasını gerektirir. Bu ise, akla, mantığa ve ilmî anlayışa tamamen zıddır. Siz buna imkân ve ihtimal veriyor musunuz? Soruyu soran talebenin bu cevap karşısında diyecek bir şeyi yoktu. Fakat hoca, başka bir soru daha sormaya kararlıydı: - Yine bilimin tespitlerine göre, her kar tanesi birbirine benzemekle birlikte, hiçbirisi bir diğerinin tıpatıp aynısı değildir. Dünya yaratıldığından beri durum böyleyse, şimdiye kadar birbirine benzeyen fakat tamamen de aynı olmayan kaç kar tanesi yağmıştır ve onları tıpatıp birbirine benzemeyecek tarzda yapan kimdir? Soru soran talebenin, bütün varlıkları tek tek ve bütünüyle ahenk içinde yaratan ancak ezel ve ebed Sultan'ı olan, ayrıca kudreti ve hikmeti sonsuz bir Sanatkâr'dan başkası olamaz, demekten başka verecek cevabı kalmamıştı. Çünkü bütün varlık ve hâdiseler bütün hâlleriyle, Kâinatın Yaratıcı'sı olan Cenab-ı Hakk (celle celâlühü) tarafından yaratılmaktadır. Evet, kâinat öyle bir sergi yeridir ki, çıplak gözle görülebilir olan gezegenler ve yıldızlardan tutun tâ moleküllere kadar her şey, birbirlerine benzeyen ama tıpatıp da aynı olmayan fraktal yapılardan inşa edilmiş ve edilmektedir. Bu esnada hoca, ders süresinin dolduğunu fark etti ve talebelerden 'Konuyu gelecek derste konuşmaya devam edelim.' diye müsaade istedi. Aslında, talebelerin derse devam etmek istediklerini gözlerinden okuyordu. Ancak hoca, teneffüsten sonra başka bir sınıfa derse gidecekti. Derin düşüncelerle sınıftan çıktı. Koridorda yavaş yavaş yürüyor, varlık ve hâdiselerde gördüğü Allah'ın ilim-irade ve kudretinin tecellileriyle zihni, kalbi, gönlü doluyor, O'nun azameti karşısında hamdediyor ve bu güzellikleri talebeleriyle paylaşmanın hazzını yaşıyordu.

ATOMUN METAFİZİK DÜNYASI

Atomun Metafizik Dünyası Prof.Dr. Osman ÇAKMAK ocakmak@sizinti.com.tr Sesli Dinle Atom, bizzat maddenin temeli iken, maddenin özellikleri ile uyuşmayan, fiziğin kalıplarına sığmayan özellikler sergiliyor. Şimdi kuantum dünyasında kısa bir gezinti yaparak, elektronun farklı yapılarına, gözlemleyenin bakışına göre nasıl var veya yok olduğuna yahut birçok yerde nasıl gözlemlendiğine dâir buluşlara göz atalım. Ayrıca elektronların ışık hızından daha öte bir iletişimle birbirlerinin hareketinden haberdar olmasını, birbirleri ile uyumlu hareketlerini ve atom taneciklerinin insan düşüncesinden nasıl etkilendiğini anlamaya çalışalım. Bir elektronu kapalı bir televizyon ekranına yöneltirseniz, küçük ışık noktası elde edersiniz. Bu onun parçacık özelliğidir. Aynı zamanda enerji bulutu olarak uzayda dağılan bir dalga gibidir. Deney neticeleri bir elektronun, iki deliği olan bir engelin, her iki deliğinden de aynı ânda geçebildiğini göstermektedir. Aynen dalgaların birbirleriyle girişim yapması gibi, elektronlar da iki deliği olan engelden geçerken, engelin arkasına yerleştirilen ekranda girişim desenleri meydana getirir. Her şeyi maddenin dar kalıpları içinde açıklamaya alışmış zihinler, elektronun bu iki özelliğini açıklamakta zorlanıyor. Acaba elektronun yaşadığı farklı bir dünya daha mı var? Kuantum teorisine göre bir tanecik hem bir yerde, hem bir bölge içinde her yerde olabiliyor. Bir tanecik hem bir yerde hem başka yerlerde nasıl olabilir? Atomun dünyası Kuantum teorisi ile açıklanmaktadır. Kuantum aslında başka bir uzay ve dünyanın keşfedilmiş olmasıdır. Atom taneciklerinin aynı anda birçok yerde bulunması ile meleklerin aynı ânda birçok yerde bulunması arasında bir fark var mı? İnsanın temeli olan atom taneciklerinde bu özellik varsa, insanın da bu özelliği göstermesi mümkün müdür? Kuantumla açılan yeni dünyaz Elektronun hareketleri ile ilgili fizikçi Gerard't Hooft'un dedikleri ne kadar şaşırtıcıdır: "Ancak elektronlar için durum tamamen farklı. Onların davranışı bir sır perdesi arkasında saklanmış gibidir. Öyle görülüyor ki, elektronlar aynı ânda değişik yerlerde bulunabiliyorlar. Elektronlar sanki bulut gibi, dalga gibi davranıyorlar. Bu hiç de ihmal edilecek bir şey değil. Yeterince hassas deneyler yapılırsa, tek bir elektronun, birbirlerinden oldukça uzak yörüngeler üzerinde aynı ânda hareket ediyormuş gibi davrandığı gösterilebilir." Max Planck (1858–1947) 1900'de 'Siyah Cisim Işıması' üzerine çalışıyordu. Bu esnada ışığın 'kuantum' dediği enerji paketçiklerinden oluştuğunu keşfetti. Kuantum dönemi böylece başlamış oluyordu. Danimarkalı fizikçi Niels Bohr elektronun hareketiyle ilgileniyordu. Elektronun acayip davranışları karşısında de Broglie elektrona dalga demeye başladı. Erwin Schrödinger 1926'da, de Broglie dalga teorisini matematikî denklemlere dönüştürdü. Ulaşılan neticeler hayli şaşırtıcı oldu. Elektronların bilinen fizik yasaları ile çelişen neticeler ortaya koyması karşısında herkes şaşkınlık içindeydi. Hesaplar ve gözlemler, diğer bütün küçük cisimlerin de benzer davranışlar sergilediğini gösteriyordu. Sıra elektronların konumlarının araştırılmasına gelince, elektron orada da şaşırtıcı ve alışılmamış özellikleriyle karşımıza çıktı. Elektron aynı anda iki farklı konumda bulunabiliyordu. Kafalar iyice karışmıştı. İlerleyen yıllarda hassas deneyler yapıldı. Elektronlar birbirlerinden oldukça uzak yörüngeler üzerinde aynı anda hareket ediyormuş gibi davranıyordu. Atom tanecikleri aynı anda 'farklı' yerlerde gözlenebiliyordu. Bu durum, Kuantum dünyasında farklı gerçeklikler bulunduğunu gösteriyordu. Bu gözlem ve buluşlarla maddeci bakış açıları değişmeye başlıyor, metafizik eksenli yeni fizik anlayışı yerleşiyordu. Gözlemci-gözlenen münasebeti Kuantumla ilgili keşifler genişledikçe farklı bir dünyanın eşiğinde bulunduğumuz daha iyi anlaşılıyordu. Meselâ atom taneciklerinin yer aldığı dünyanın gözlemciyle şekillendiği, anlaşılması daha ilginç bir manzara ortaya koydu. Yaygın görüşe göre (Kopenhag yaklaşımı), zerrelerin dünyasında gözlemci ile gözlenenin net ayrımı yapılmamakta, gözlemcinin hâdiseyi belirleyen taraf olduğu kabul edilmektedir. Madde-zihin bağlantısının ortaya çıkması ile insanın varlığı etkileme özelliği anlaşıldı. Bu, insanın kâinat içindeki konumunu daha iyi anlamasına fırsat veriyordu. Kâinat fabrikası hayat meyvesi için düzenlenmişse, hayat ağacının da en üst meyvesi insandı. Başına şuur takılan insan, bir kitap gibi tanzim edilen kâinatı okuyacak ve hem kendisinin hem de kâinatın sırlarını bir bir çözerek, insana bu konumu ve yetkiyi vereni tanıdığı kadar, insanlardan ne istediğini de öğrenmeye çalışacaktı. Kuantum fizik ötesine atılan yeni adım Kuantum fiziği, neden çağdaş bilimin en önemli gelişmelerinden birisi olarak kabul edilir? Kâinatın, kuantumdan önce 'başlangıç şartları bilindiğinde' bütün geleceği hesap edilebilen bir makine gibi çalıştığı kabul ediliyordu. Parçacıkların aynı anda birkaç şekilde ve yerde bulunduğu, ışık hızından daha yüksek hızlarla haberleştikleri yeni bir dünyanın keşfiydi. Kuantum fizikçileri, kuantum olarak ifade edilen gerçekliklerin kavranması için daha yüksek bir zekâ seviyesi ve anlayışının gerektiğini söylerler. Bristol Üniversitesi fizik bölümünden Robert Gilmore'un, Alis Kuantum Diyarında adlı eserinin önsözünde şu sözlere yer verilir: "Yirminci yüzyılın ilk yarısında evren anlayışımız tümüyle alt üst oldu. Eski klâsik fizik kuramlarının yerini, dünyaya bakış açımızı değiştiren kuantum mekaniği aldı. Kuantum mekaniği, yalnız eski Newton'cu mekaniğin ortaya attığı düşünceleri değil, sağduyumuzla da pek çok açıdan uyuşmazlık içindedir. Yine de bu kuramların en şaşırtıcı yanı, fizikî sistemlerin gözlenen davranışını önceden haber vermedeki olağanüstü başarısıdır. Kuantum mekaniğinin bize saçma geldiği ânlar olabilir. Fakat tabiatta izlenen yol budur. Biz de buna uymak zorundayız." Kaliforniya Teknoloji Enstitüsü'nden Prof. Richard Feynman; kuantum mekaniği ile ilgili öğrencilere verdiği bir konferansta, şu espriyi yapar: "Kuantumu anlamak gerçekten zor. Ancak gerçekte bu zorluk psikolojik. Kendinize sürekli 'Ama bu nasıl olabilir?' diye sormanızın meydana getirdiği sıkıntıdan kaynaklanır. Sorduğunuz her soru, onu anlaşılmış bir şeyler cinsinden görmek arzusunun dışa vurumudur. Onu alışılmış bir şeye benzeterek açıklayacak değilim. Yalnızca açıklayacağım." Feymann'ın da belirttiği gibi kuantumdaki gerçekliklerin fizik âlemde karşılıkları olmadığından anlama zorluğu çekmekteyiz. Tıpkı Peygamberimiz (sallallahü aleyhi ve sellem) Cennet'i anlatırken; "Ne göz görmüş ne kulak işitmiş ve ne de insan kalbinin hatırına gelmiş" demesi gibi. Cennet gibi gaybı, görmediğimiz dünyaları kavramakta zorlanmamızın sebebi; oradaki hâdise ve varlıkların burada benzer ve karşılığının bulunmamasıdır. Madde–gözlemci münasebeti Bohr, atomaltı parçacıkların sadece bir gözlemci tarafından izlendiğinde meydana çıktığını söyler. Bohr'un belki de en enteresan keşfi şuydu: Bağımsız görünen atomaltı parçacıkları birbirleri ile karşılıklı bağlantı içinde bulunuyor. Einstein bu düşüncelerinden dolayı Bohr'a karşı çıktı. Bohr itirazlara aldırmadı. Bohr'a göre Einstein yanılgı içerisindeydi. İkiz parçacıkların birbirinden ayrı 'nesneler' olduğu düşüncesi Einstein'in yanılgısıydı. Oysa bunlar, bölünmez bir sistemin parçalarıydı ve bunları başka türlü düşünmek mânâsızdı. EPR (Einsten, Podolsky ve Rosen) paradoksuna göre eğer iki foton belli bir mesafede aynı polarizasyon açısını veriyorsa, aralarında ışık hızından daha hızlı bir iletişim olması gerekir. Bu nasıl mümkün olabiliyor? Işık hızından daha öte ve daha hızlı bir iletişim mi vardı? Bohr hâdiseye şöyle bir izah getirdi: Atomaltı parçacıklar, sadece gözlendikleri sürece vardırlar. Bunlar bağımsız şeyler değil, görünmez bir sistemin parçalarıdırlar. Atomaltı parçacıklar gözlemlenmedikleri sürece var olmuyorsa, 'bağımsız nesneler' olarak düşünülemezler. Bu konulara kafa yoran bir fizikçi daha vardı: Bohm. Bohm'un çalışmaları elektronun sırlarını aydınlatmada önemli katkılar sağladı. Bohm, elektronun fiziğin dar kalıplarına sığmayan özellikleri üzerine kafa yoruyordu. Bohm'un sezgileri güçlüydü: Elektronların, şimdiye kadar göz ardı edilen metafizik gerçeklere, fiziken kavranmayan garip özelliklere kapı araladığını fark etti. Bohm, genç bir fizikçi olduğu yıllarda Bohr'un izinden gidiyordu. Ama ne var ki, konuya daha farklı pencereden bakma zamanı gelmişti. Hâdiseye maddenin ve klâsik fiziğin dar kalıpları ile değil, fizik ötesi gerçekliklerin geniş gözlüğü ile bakma gereği üzerinde durdu. Bohm, daha önce gündeme gelen fakat Bohr ve onu takip edenlerce önem verilmeyen taneciklerin 'karşılıklı bağlantı' konusunun önemini kavramıştı. 1947'de Princeton Üniversitesi'nde metal elektronları üzerindeki çalışmalarını derinleştirdiğinde, elektronların tesadüfî gibi görünen ferdî davranışlarının bile son derece örgütlü, düzenli etkiler ortaya koymakta olduğunu fark etti. Elektronların davranışı ferdî ve diğerlerinden bağımsız değildi. Elektronlar, diğerleri ile uyumlu ve birlikte hareketler sergilemekteydi. Acaba elektronlar canlı varlıklar mıydı? Elektronlar canlı mı? Bohm, gözlemlerinden ve buluşlarından çok etkilenmişti. Metallerdeki 'elektron denizinin' 'canlı' olduğu gibi garip bir düşünceye kapıldı. Metaller esasen elektron denizine batırılmış pozitif yüklü metal iyonlarının yan yana dizilmiş şeklinden ibarettir. Metallerin iletkenliği bu elektron denizi sayesinde mümkün olur. Metallerdeki elektronlar, nasıl oluyor da 'birlikte hareket' edebiliyorlardı? Her elektron, diğerlerinin hareketini bilebilir bir vaziyet sergiliyordu. Parçacıklar okyanusunda bir ortak hareket, eş zamanlı ve birlikte bir hareket söz konusu idi. Bohm, elektronların bu toplu hareketine 'Plazmon' adını verdi. Görüldü ki elektronlar sadece metal yapısında değil maddenin iyon gazı hâli olan plâzma yapısında (meselâ Güneş bir iyon gazı yapısındadır) bile birbirlerinin ne yapacağını bilir bir tavır sergiliyorlardı. Parçacık okyanusu içindeki parçalardan her biri sanki trilyonlarca diğer parçacığın ne yapacağının 'farkında' ve 'şuurunda' idi. Elektron gibi atom taneciklerini elbette şuurlu ve akıllı kabul etmemiz mümkün değildi. Atom tanecikleri, fizik ötesi geçerliliği olan her şeyi kapsayan ince kanunlara riayet ediyorlar ve son derece düzenli bir ordunun erleri gibi davranıyorlardı. Onlar elbette gücü sonsuz bir hükümdardan emir alıyorlardı. Bohm çalışmalarını olgunlaştırdıkça, Niels Bohr'un teorisindeki yetersizlikleri daha iyi gördü. Bohm, araştırmalarını derinleştirdikçe atomaltı parçacıkların daha derinlikli gerçeklerine ulaşıyor, mevcut teorilerin bulduklarını ve gözlemlediklerini açıklamakta yetersiz kaldığını daha iyi görüyordu. Yeni açıklamalara ve teorilere ihtiyaç olduğu kesindi. Bohm, Einstein ile görüşmelerine devam etti. Bu görüşmeler ışığında Danimarkalı Fizikçi Bohr'un teorisine bir alternatif geliştirdi. Elektronların gözlemci olmadan da var olduğunu esas aldı. Bohm, Niels Bohr'un fark edemediği daha derin bir gerçeklik, keşfedilmeyi bekleyen bir kuantum-alt düzeyi bulunduğunu düşünmeye başladı. Neticede, atomaltı parçacıkların açıklanmayı bekleyen bir boyutunu daha keşfetti. Bu duruma 'kuantum potansiyeli' adını verdi. Bu potansiyelin bütün uzayda mevcut olduğunu, yer çekimi ile manyetik sahaların aksine, tesirinin uzaklıkla azalmadığını gösterdi. Fizikçilerin çoğu bu görüşe karşı çıktıysa da, bu, yeni bir teori olarak bilim adamları arasında kabul görmeye başladı. Bohm, hiçbir teorinin sonsuzluğu açıklayacak güce sahip olmadığını belirtiyor ve buna karşı çıkılmasının da doğru olmadığını söylüyordu. Bilimin, etki-tepki gibi çok sınırlı verilerden hareket ettiğini, oysa neticenin birçok sebebe bağlı olabileceğine dikkat çekiyordu. Bohm'un 'kuantum potansiyeli alanı' adını verdiği bu yeni alan, tıpkı yer çekimi gibi uzayın bütününe hâkim bulunuyordu. Bu yeni yaklaşıma da tepkiler yağmaya başladı. Ancak, Bohm düşüncelerinden şüphe etmiyordu. Çalışmalarına devam etti. Bu alan, klâsik görüşlerden çok daha köklü farklılıkları ortaya koyuyordu: Bunlardan birisi kâinatın parçalanamaz bütünlüğüydü. Diğer bir deyişle, her şey birbiriyle irtibatlıydı. Klâsik bilim, bütün sistemin durumunu, yalnızca parçaları arasındaki münasebetlerin neticesi olarak görmekteydi. Oysa her bir elektron bir bütünmüş gibi birbirlerinden haberdar davranıyordu. Parçaların davranışları birbirinden bağımsız değil, bir bütün olarak örgütlüydü. Plâzma maddenin gaz hâlidir; yüksek yoğunlukta elektron ve pozitif iyonlarından ibaret bir gaz hâlini ifade eder. Maddenin gaz hâlini daha da üst sıcaklıklara ısıtırsanız plâzma hâlini alır. Meselâ Güneş gibi yıldızlarda madde plâzma hâlinde bulunur. Bohm, plâzmalar üzerine yaptığı çalışmalarında, tek başlarına hareket eden elektronların, plâzma içine girdiğinde bu özelliklerini yitirip, bir iletişim hâlinde olan bir bütünün özelliklerini sergilediğini gördü. Her ne kadar ferdî hareketleri gelişi güzel gibi görünüyorsa da, elektronlar mükemmel bir intizam sergilemektedir. Plâzma devamlı kendisini yenilemektedir ve içindeki bozukluklar, bir kistteki yabancı madde gibi durmaktadır. Elektronları düzenleyen Kudret Klâsik bilim, sistemi, parçaların birbirleri ile etkileşimi olarak inceler. Kuantum potansiyeli bunu da dikkate alır; ama parçaların bütün tarafından organize edildiğini söyler. Bohm, atomaltı parçacıkların bağımsız olmadıklarını söylemekten öte, görünmez her şeyi düzenleyen bir sistemin varlığına dikkat çeker. Plâzmada ve süper iletkenlikte elektronların hareketlerini düzenleyen bir 'el' bulunmalıdır. Bu 'gizli el' aynı zamanda elektronların aralarındaki münasebetleri de düzene koymaktadır. Yani kuantum potansiyeli, elektronların gelişi güzel dağılmadığını, kendi başına hareket eden fertleri oluşturan bir kalabalık olmadığını söyler. Arkada 'hükmeden akıllı bir gücün' varlığını gerekli kılar. Daha açık ifade edersek, elektronların hareketi düzenli bir raks hâlindeki oyuncuların davranışını andırır veya askerî yürüyüş hâlindeki bir orduya benzer. Bu neticelere göre, varlıklar ister canlı ister cansız olsun, parçaların birleşerek meydana getirdiği bir makine değildir. Birbirleri ile bağlantıları olan canlı bir sistem veya yaşayan bir organizma gibidir. Bohr böyle düşünüyor, deneylerle delillerini ortaya koyuyordu. O hâlde bu 'şuurlu güç' ne idi? Bu düzeni kim sağlıyordu? Ortaya heyecan verici ve son derece enteresan neticeler çıkmaktadır. Elektronları şuurlu farz etmek, hele hele her ân diğer bütün zerrelerin hareketlerini bilip ona göre hareket edecek akıl ve ilme sahip olduğunu kabul etmek, şuurla bağdaşacak bir hareket değildir. İletişimi sağlayan ve her bir zerreye ve bütün zerrelere aynı anda hükmeden, her şeyi mutlak ilmiyle düzenleyen İlâhî Güç'ün tezahürüdür. Bilmek ve haberdar olmak gibi şuurlu olmayı gerektiren fiillerin elektronlara atfedilmesi mümkün mü? Bohm'un 'her şeyi düzenleyen görünmez sistemi' İlâhî Kudret'ten başkası olmayacaktır. Yeni bir dünyanın eşiğinde Son elli-altmış yıl içinde, en önemli ve devrim niteliğindeki buluşlar olan özel ve genel rölativite yasaları, kuantum mekaniği, hologram ve moleküler biyoloji kâinattaki fıtrî düzenin ve gerçekliğin ne olduğunu daha iyi anlama fırsatı sunmaktadır. Kuantum, sadece fizik bilimine değil birçok sanat akımına, sosyolojik teoriye ve değişik alanlara ilham kaynağı olmaktadır. Evet, kuantum bilimi sayesinde klâsik fizikle kendimize ördüğümüz kafesin dışına bakma imkânına kavuştuk. Kuantumun, bilim tarihinde zihni en çok meşgul eden ve birçok hararetli tartışmalara konu olan teorilerin başında gelmesi, onun ne kadar etkileyici neticelerinin olduğunu göstermektedir. Kuantumun tesiri giderek yaygınlaşmaktadır. Kuantum bize bilinen her şeyin yeniden yorumlanması gerektiğini söylemektedir. Kâinatın tek boyutlu ve sadece maddî mülâhazalardan ibaret olmadığını söylemekte ve görünen kabuk kâinatın dışındaki gerçekliklerle tanıştırmaktadır. Diğer önemli bir konu ise, bu buluşların hak dinin gerçekleri ile paralellik arz etmesidir. Kuantumun ortaya koyduğu gerçekliklerle dini gerçekleri daha iyi anlama imkânı bulabiliriz.

GALAKSİLERDE KURULAN VE YIKILAN ALEMLER

Bir gece vakti hem bizden hem de birbirlerinden çok uzakta olan yıldızların kendilerine çizilen yörüngelerde muntazam bir şekilde hareket etmelerini teleskopla seyretme imkânınız oldu mu? Gökyüzündeki hâdiselerin hikmetle icra edilişi üzerinde tefekkür edebildiniz mi? Akıl sahibi bir insanın göklerde her daim icra edilen hâdiseler karşısında hayran olmaması mümkün müdür? Yıldızlar, süpernovalar, yıldızlar arası ortam (uzay) ile alâkalı araştırmalarda son yıllarda ciddi artış gözlenmektedir. Bundan dolayıdır ki, yıldızlar ve galaksilerle şenlendirilmiş fezada icra edilen fizikî hâdiseler, tefekküre açık, merakı gökleri de içine alan bilim insanları için cazip bir araştırma konusudur. Göklerle alâkalı malûmatlar arttıkça, kâinat tasavvurumuz da değişmektedir. Nasıl ki insan vücudunun fonksiyonel yapıtaşı hücre ise, kâinatın temel yapıtaşları da galaksilerdir. Her varlık gibi, galaksiler de sonsuza kadar yaşamaz; Cenâb-ı Hakk'ın (celle celâlühü) koyduğu kanunlar çerçevesinde doğar, gelişir ve ölür. Son tahminler, kâinatın gözlenebilir bölgesi içinde yaklaşık 1011 (100 milyar) adet galaksi olduğunu ve büyüklüğü yaklaşık 100.000 ışık yılı olan galaksiler bulunduğunu söylemektedir.1 Işık yılı, ışığın 365 günde aldığı yoldur. Bir yıl 31.536.000 saniyedir. Işık saniyede 300.000 kilometre yol aldığına göre, bir ışık yılı, 9.460.800.000.000 kilometredir. Dolayısıyla bir galaksinin ortalama büyüklüğü 946.080.000.000.000.000 (katrilyon) kilometredir. Yıldızlardan farklı olarak, galaksiler arasındaki uzaklık, galaksilerin kendi büyüklüklerinden çok fazla değildir. Meselâ bize en yakın ve büyük bir galaksi olan Andromeda, gökyüzünde Güneş veya Ay kadar bir yer doldurur ve bazen çıplak gözle bile fark edilebilir. Astrofizikteki son araştırmalar, yıldızların uzay içinde düzgün olarak dağıtılmadıklarını, galaksiler içinde toplandıklarını, çevresiyle madde ve enerji alışverişi yapan açık sistemler olduğunu ortaya çıkarmıştır. Galaksinin büyük kısmı, gaz ve toz bulutları ile dolu olup, madde ve enerji alışverişlerinin yapılmasına uygundur. Yıldızların doğup öldükleri bu yıldızlar arası ortam, galaksinin varlığının devam ettirilmesi noktasında son derece önemlidir.2 Galaksilerin bazı çarpıcı hususiyetleri Bir galaksi içinde, kütleleri farklı yıldızlar bulunur. En küçüğünün kütlesi Güneş'in kütlesinin onda biri kadarken, en büyüğünün kütlesi, Güneş'in yüz katı büyüklüğünde olabilir. Bir galaksi sistemindeki yıldızın en önemli özelliği kütlesidir. Yıldızların parlaklığı, kütleleriyle artmaktadır ve artış hızı yaklaşık olarak kütlenin küpü kadardır (M3). Dolayısıyla bir yıldızın kütlesi diğer bir yıldıza göre iki kat büyükse, sekiz kat daha fazla bir parlaklığa sahiptir. Diğer bir önemli özellik, yıldızların yaşıyla kütleleri arasındaki bağlantıdır. Bir yıldızın kütlesi ne kadar büyükse, o kadar az ömre sahiptir. Çünkü büyük yıldızlar, daha büyük yakıt rezervine sahip olsalar da, çok hızlı bir şekilde yakıt tükettiklerinden küçük kütleli yıldızlara nispeten daha kısa yaşarlar. Benzer bir münasebet, kâinatın bir fihristesi olan insanda da gözlenir; fazla kilolu ve fazla kalori alan insanlar normal kilolu ve daha az kalori alan insanlara göre daha fazla enerji harcadıklarından kolay yıpranarak hızlı yaşlanırlar. Yıldızların ömrü, kütlelerinin karesi ile ters orantılıdır (1/M2). Meselâ bir yıldızın kütlesi bir diğerine göre iki kat daha fazla ise, küçük kütleliye göre dörtte bir nispetinde yaşar. Yapılan hesaplar, Güneş'in ömrünün yaklaşık 10 milyar yıl olduğunu göstermektedir. Buna göre, Güneş'ten 30 kat daha büyük kütleye sahip bir yıldız, yaklaşık olarak 10 milyon yıl yaşayacaktır. Galaksilerde gerçekleştirilen hâdiselerin süresi, binlerce yıldan on milyonlarca yıla kadar değişebilir. Bir yıldızın yaratılması için geçen süre, galaksi ölçeğinde bir gün sayılabilir. Bu uzun zaman dilimi, galaksilerin yaşlarına kıyasla oldukça küçüktür. Nitekim Kur'ân-ı Kerîm'de, Allah katında farklı nispet ve ölçülere göre zamanın değiştiğini, bir günün 1000 ile 50.000 yıl gibi farklı uzunluklarda olabileceğini ifade eden âyetler de (Mearic-4) bu mevzuda ufuk açmaktadır. Galaksilerin hareket ve davranışları oldukça komplekstir. Zîrâ galaksinin yaratılma süreci tamamlansa da, o galaksi içindeki yıldızların yaratılma ve yok edilme süreçleri devam eder. Normal şartlar altında, bir gaz bulutunun, kendi gravitasyon (kütle çekimi) alanı altında içe doğru çökmesi ve bir yıldız hâline getirilmesi on binlerce yıl almaktadır. Bir galaksi yaratıldıktan beş-on milyar yıl sonra bile, bazı galaksilerde yeni yıldızların yaratılması için yıldızlar arası ortamda hâlâ bol miktarda gazın kalması, bilim insanlarını hayretler içinde bırakmaktadır. Diğer yandan bir yıldızın yaratılmasının Samanyolu galaksisindekinden daha hızlı olduğu galaksiler de mevcuttur. Bu galaksilere "star-burst" (yıldız-patlaması) galaksi denir ve çok uzun bir zaman periyodu içinde, değişken hızlarla yeni yıldızlar yaratılır. Her hayvan ve bitki türünün kendine has özelliklerle donatılmasını gösteren ehadiyyetin bir tecellisi de yıldızların farklı farklı hızlarda yaratılışlarında müşahede edilir. Bu tür galaksilerin bulunması, spiral galaksilerin sırrını daha da artırmaktadır. Çünkü spiral galaksilerde yeni yıldızların kararlı ve dengeli bir hızla yaratılmalarına devam edilirken, diğer galaksilerdeki yıldızların yaratılmasında mevcut toz ve gazın tamamı kullanılmaktadır. Yıldızların yaratılmaya hâlâ devam edildiği bir galakside, büyük kütleli yıldızların yaratıldığı bölgeler, karanlık bir gecede diğer bölgelerden daha fazla dikkat çeker. Spiral galaksiler Galaksiler kendi içinde genel olarak kaotik şekilli, eliptik ve spiral olmak üzere üç gruba ayrılır. Kaotik şekilli galaksiler, çok sayıda genç yıldız, toz ve gazdan müteşekkil olup, kararlı bir şekle sahip değildir. Eliptik galaksiler, yaşlı yıldızlardan ve çok az gaz ve tozdan müteşekkildir. Yuvarlak, düz ve beyzbol topu gibi çok değişik şekillerde yaratılırlar. Spiral galaksiler, galaksi dönerken merkezinden dışarıya doğru spiral kolların oluşturulduğu bir disk şeklindedir. Güneş sistemi, spiral tipteki Samanyolu galaksisi içinde yer alır. Bu tip galaksilerde, yıldızlar spiral desenler ihtiva ederler. Galaksilerin birçok resminde görülen parlak spiral kollar, genellikle yıldızların bulundukları yerleri değil, yıldızların yaratılmaya başladığı bölgeleri göstermektedir. Bundan dolayı, spiral galaksilerin ayırt edici özelliği, yıldızların yaratılma ve yok edilme işlemlerinin hâlâ devam ediyor olmasıdır. Yıldızların yaratıldığı bölgeleri gösteren spiral yapı, galaksideki yıldızlarla beraber dönmez. Ancak spiral galaksiler, hususi bir dönme hareketi sergilerler. Yapılan gözlemler, spiral desenlerin galaksi içinde gittikçe bozulduğunu ve galaksinin dönme hızından daha yavaş bir hızla şekil değiştirdiğini göstermektedir. Bu bilgiler ışığında, bir galaksiye statik bir sistem olarak değil, zaman içinde değişen bir sistem olarak bakılmasının daha uygun olduğunu söylemek mümkündür. Diğer bir tabirle kudreti ve ilmi sonsuz Allah (celle celâlühü) bu dinamik sistemlerin her birine her ân müdahale etmekte, onları kabza-ı tasarrufunda kontrol etmektedir. Spiral galaksilerle alâkalı en hayret verici hususlardan birisi, yıldızların yaratıldığı bölgelerin ana spiral içinde yeni alt spiral desen çeşitlerini barındırmalarıdır. Aynen bulutlar gibi, farklı tipte spiral yapıların yaratılması söz konusudur. Bazen, son derece simetrik spiral kollar, bazen de spiral kolların çıkıntılarıyla dikdörtgen çubuk şeklinde bir bölge oluşturulurken, zaman zaman da spirali andıran yapılar inşa edilmektedir. Spiral yapıdaki bu çeşitliliğe rağmen, galaksiye dışarıdan bakıldığında, resimlerde gördüğümüz gibi, yıldızların düz bir diskin etrafını çevreleyerek küre şeklinde büyük bir hâle (nur) oluşturduğu görülür. Bu hâle, milyarlarca yıl önce küçük ve uzun ömürlü yıldızlardan teşkil edilmiştir. Galaksinin en düşük parlaklığa sahip kısmı olsa da, galaksideki maddenin büyük kısmının bu hâlenin içinde olduğu düşünülmektedir. Yıldızlar, gaz ve tozdan oluşan hâlenin içine, bir diski andıracak şekilde yerleştirilir. Toz tabakası, hâlenin merkezinden geçen bir eksen etrafında yavaş bir şekilde döner. Bu dönme hareketi rasgele değildir; diskin herhangi bir bölgesinde, yakın mesafedeki yıldızların hızları, diskin bir bütün olarak döndüğü hızdan yüzde ondan daha farklı olmayacak şekilde kontrol edilir. Başka bir deyişle, disk değişmez bir hızda dönmemektedir. Kendi içinde değişmeler ve esneklikler gösterir. Yıldızlar ve gaz bulutları, merkezden ne kadar uzakta olurlarsa olsunlar ortalama olarak yakın hızlarda döndürülürler. Bu düşünceler, Newton'un tespit ettiği ve onun ismiyle anılan hareket kanunlarının kullanılmasıyla doğrulanmıştır. Farklı yaş gruplarından ve farklı kütlelere sahip çok sayıda yıldız türleri, galaksinin disk kısmında yer alır. Yıldızların yaşları, yaymış oldukları ışığın spektrumu analiz edilerek belirlenebilmektedir. Bu analizlerden elde edilen neticelere göre, yıldızların yaratılma hızının bir spiral galaksinin disk kısmında, aşağı yukarı sabit olduğu bulunmuştur. Çoğu galakside diskteki maddenin en az % 10'unun gaz ve toz olduğu, yüzde 80 ile 90 arasındaki kısmının diskin dışında kaldığı ve bunların da görülebilir yıldız ve gazlar şeklinde olmadığı bulunmuştur. Bunun sebebi, üzerine gelen ışığın büyük kısmını geri yansıtmamasıdır (soğurmasıdır). Böyle bir maddeye "karanlık madde" denmektedir. Oldukça yaşlı, sönmüş yıldızlardan oluşan bir kara deliğin, çok soğuk toz veya bunların bir kombinasyonu olabilecekleri düşünülmektedir. Bunun yanında, nötrinolardan veya günümüze kadar keşfedilememiş parçacıklardan yaratılmış olabileceklerini söyleyenler de mevcuttur. Yaygın görüşe göre, galaksi içinde sönmüş yıldızların oluşturduğu karanlık maddenin, spiral galaksilerin hareket ve davranış mekanizmalarıyla alâkalarının olmadığı, sadece gravitasyonel (kütle çekimi) tesire sahip olduğu düşünülmektedir. Diskteki gaz bulutu, düzgün bir şekilde dağılmamış, bunun yerine ince bir tabakanın içinde toplanmıştır. Ayrıca, bu toz bulutunun başta karbon, silikon ve demir olmak üzere birçok elementten teşkil edildiği ve bu tozların bir kısmının yıldız rüzgârlarıyla yüzeyden koparılarak havada uçuştuğu veya yıldızlar arası ortama doğru fırlatıldıkları anlaşılmıştır. Yıldızlar arası ortam, şaşırtıcı bir şekilde seyreltilmiş hâldedir. Boş olarak düşünülen bölgelerde bile 1.000 cm3 içinde bir tane atom bulunmakla birlikte, yoğun olan kısımlarda bir cm3 içinde birkaç yüzden bir milyona kadar atom bulunabilmektedir. En yoğunundan en seyreltilmiş bölgelere kadar, yıldızlar arası ortamın yoğunluğu, bir milyarlık bir çarpan ölçeğinde değişiklik arz edebilmektedir. Bu oran ise, hava ile bir taş arasındaki yoğunluk farkından çok daha büyüktür. Termal dengeden uzakta kurulan düzen Yıldızlar arası ortam, termodinamik denge durumunda değildir. Çok büyük moleküler bulutlara sürekli olarak bir şekil verilmekte ve ortama dağıtılmaktadır. Böylece küçük ölçeklerde, farklı fazlar arasında madde alışverişleri yapılır. Farklı bileşenler kararlı bir hâl içinde tutulurken bu düzenin, denge kurulmamış iken nasıl devam ettirildiği hususu başlı başına bir sırdır. Bu sırlı fenomen, hem fizikçiler ve hem de kimyagerler tarafından özellikle son 40–50 yıldır çalışılmaktadır. Elde edilen veriler, özellikle iki işlemin, denge durumundan uzakta iken kararlı yapıların tesis ettirilmesinde ve bunun devamlılık arz etmesinde kullanıldığını göstermektedir: Birincisi, böyle bir sistem, farklı bileşenler arasında madde devir dâimini sağlayan mekanizmalar ihtiva etmelidir. İkincisi, bu işlemlerin hızı, geri bildirimlerle ayarlanmalıdır. Bu iki işlemin birbirleriyle dengeli olarak icra edilmesi gerekir ki, böylece her bileşendeki madde miktarı zamanla değişmesin. İşte, spiral galaksilerde bu iki işlem birbiriyle dengeli bir şekilde icra edilmektedir ve tesadüfün kör gözünden bu dengeyi sağlamasını beklemek, aklen ve ilmen mümkün gözükmemektedir. Maddenin fazlarından birisi olan Plâzma, birkaç milyon oC'lik sıcaklığa sahiptir. Fakat oldukça seyrek bir fazdır; 1.000 cm3 hacim içinde sadece bir tane atom bulunur. Ortamın bu kadar yüksek sıcaklıklara kadar çıkarılması, süpernovalardan gelen enerjiyle sağlanır. Bir süpernova patlaması, ortama o kadar çok miktarda enerji verir ki, hemen sıcak bir gaz bulutu oluşturulur ve bu gaz bulutu genleştirilmeye başlar. Ortamın içinde yayılmaya başlayan gaz bulutu, elektronlarını ortama bırakır. Bu işlemin neticesinde, gaz bulutunun maddenin her bölgesine hızlı bir şekilde genleşmesiyle, kabarcık şeklinde çok seyrek ve sıcak bir plâzma faz oluşturulur. Yıldızlar arası ortamın keşfedilmesinin çok uzun zaman almasının sebeplerinden birisi, hâlen sıcak bir kabarcığın içinde bulunuyor olmamızdır. Bu kabarcığın büyüklüğü, yaklaşık 300 ışık yılıdır. Yapılan araştırmalarla bu kabarcığın haritası çıkarılmış ve oldukça dağınık bir şekle sahip olduğu bulunmuştur. Bunun yanında, yakın bir geçmişte yeni bir nötron yıldızı keşfedilmiştir ve bu nötron yıldızının, kabarcığın yaratılmasına vesile kılınmış olan bir süpernova patlamasının kalıntısı olabileceği düşünülmektedir. Sıcak bir kabarcığın içinde bulunuyor olmamız aslında çok şaşırtıcı olmamalıdır. Çünkü bu kabarcık, galaksimizin disk hacminin yaklaşık yüzde 70'lik bir kısmını doldurmaktadır. Galaksimizde her 30 veya 40 yılda bir süpernova yaratılmaktadır. Süpernovaların, bütün yıldızlar arası ortamı sabit bir basınç altında tutabilmek için gerekli olan enerjiyi sağlamak gibi bir vazifeleri de vardır. Soğuk bir uzayın derinliklerinde yaşanabilir bir yerkürenin bulunması ise, üzerinde hayretle düşünülmesi gereken bir fenomendir. Netice olarak, yıldızlar arası ortam, içinde sergilenen hâdiseler açısından bakıldığında bir ekosistemi andırmaktadır. Her galaksiye, içinde sürekli olarak yıldızların yaratıldığı ve yok edildiği, kararlı bir enerji ve madde devir dâiminin olduğu dinamik bir sistem olarak bakılabilir. Göklerdeki sistemlerde (galaksilerde, yıldızlarda, yıldızlar arası ortamda) hikmetle icra edilen hâdiseler, kendi dilleriyle Hakîm ve Kerim olan, her şeye gücü yeten bir Sanatkâr'ı (celle celâlühü) anlatmaktadır. Galaksiler de âdeta birer canlı gibi davranmakta, insanlar gibi doğmakta ve ölmektedir. Galaksilerin içindekilerle birlikte sürekli var edilmeleri ve yok edilmeleri, varlık ve yokluk âlemlerine de önemli bir delil olarak karşımıza çıkmaktadır. Yeryüzü kadar sema da galaksilerin ve içindeki yıldızların "kün fe yekün" tezgâhında yaratılıp yok edildiği, her dem tazelenen İlâhî bir sanat tablosudur. * Bu makale, Batı dünyasının önde gelen ateistlerinden Lee Smolin tarafından kaleme alınan "Kozmostaki Hayat" adlı kitapta materyalist gözlükle yorumlanan bazı bilgilerin, tefekkürî okuma neticesinde iman dürbünüyle yeniden yorumlanmasına dayanmaktadır. Dipnotlar 1. Ibrahim B. Syed, Understanding String Theory, The Fountain, Issue 41, January-March 2003. 2. Lee Smolin, The Life of The Cosmos, Oxford University Press, New York, 1997.

KÖMÜR ELMAS VE İNSAN

Kömür, Elmas ve İnsan Doç. Dr. İbrahim ÖZBEK Dünyanın sahip olduğu bütün fizikî ve kimyevî şartlar, canlı hayatını sürdürecek şekilde yaratılmıştır. Yerküremizin kâinat içerisindeki konumu; ısı, ışık, su ve hava gibi unsurlar, canlıların ihtiyaç duyduğu özelliklere sahiptir. Makro âlemdeki bu mükemmeliyet, mikroskoplarla görülebilen element ve moleküller âleminde de geçerlidir. Yerkabuğunun yaklaşık % 0,2'sini meydana getiren karbon atomu, elementler arasında çok özel bir yere sahiptir. Bütün canlı maddeler karbon esaslı bileşiklerden, moleküllerden meydana gelir. Bileşiklerin % 94'ü -yani 4 milyondan fazlası- karbon atomu ihtiva eder. Belirli karbon bileşikleri, canlılardaki maddenin yaklaşık % 18'ini oluşturur. Geri kalanı çoğunlukla sudur. Bu bileşikler, hücre yapımında yapıtaşları olarak kullanılır. Hayatın dayandığı temel fonksiyonları yerine getirmek için yeterli çeşitlilikte ve karmaşıklıkta düzenlemeler oluşturarak başka elementlerle birleşme özelliği, yalnızca karbonda vardır. Karbon atomları, zincir halkalarını birbirlerine bağlayarak zincir oluşturdukları gibi, birbirleriyle kimyevî bağ yaparak çok kolay zincir oluşturur. Diğer elementlerin, hiçbirinin böyle bir özelliği yoktur. Düz bir çizgi şeklinde olan bu zincirler, dallanabilir ve halka oluşturmak üzere kapanabilir. Halkalar üç, dört, beş, altı ve daha fazla karbon atomundan oluşan çokgenlerdir. Bu sayededir ki karbon; yediğimiz gerek hayvanî gerekse nebatî gıdalardan, giydiğimiz elbiseler ve ayakkabılara, enerji sektöründe kullandığımız fosil yakıtlardan mutfak ve mobilya malzemelerine, asfalttan deodorant ve klimalarda kullanılan itici gazlara, ilâçlardan kimyevî maddelere varıncaya kadar pek çok şeyin temelinde olan bir elementtir. Karbonlu bileşikler oluşabilmesi için gerekli sıcaklık aralığı –20 ile 120 °C'dir. Karbon bileşikleri –20 °C'de donmaya, 120 °C'de parçalanmaya başlar. Olağanüstü sıcaklık ve dondurucu soğuklar barındıran uzayda, karbonun bileşikler oluşturmasını sağlayacak tek sıcaklık aralığı Dünya'da mevcuttur ve bu son derece hassas bir sıcaklık aralığıdır. Bir kıyas yapmak gerekirse, Güneş Sistemi'nde Dünya'dan bir önceki gezegen olan Venüs'te sıcaklık yaklaşık 450 °C, Dünya'dan bir sonraki gezegen olan Mars'ta ise –53 °C'dir. Bu sıcaklıklarda karbon elementinden canlı bileşikler meydana gelmesi imkânsızdır. Dünya, karbonlu bileşiklerin meydana gelmesi için gerekli olan şartlara sahip tek gezegendir. Karbonun, bütün canlı hayatı için hususi olarak yaratıldığı açıktır. Bir tek karbon atomundan her şeyi yapmak, Her Şeyin Sahibi'ne has bir durumdur. Karbon atomunun kristal yapıları Maddeyi meydana getiren atomların üç boyutlu uzayda belirli bir geometrik şekil kazanmak üzere tekrarlı bir tarzdaki yerleşim düzenine, kristal yapı denir. Aynı maddenin farklı kristal yapıların adı ise "allotrop"tur. Karbonun tabiatta rastlanabilen üç farklı allotropu vardır. Bunlar amorf karbon (kömür), grafit ve elmastır. Bunların hâricinde sun'î olarak üretilen diğer bir allotropu ise fullerendir. Amorf karbon (kömür) Amorf yapı, belirli bir kristal yapısı olmayan yani atomların serbest dağılımda yerleştiği yapılara denir. Amorf yapıdaki karbon atomlarına kömür denir. Bitkiler öldükten sonra mikroorganizmaların faaliyetleriyle değişime uğrar. Eğer ölü bitkiler uygun bataklık ortamlarda birikip, çökelir ve jeolojik hâdiselerle yer altına gömülürlerse, bu değişme neticesi bünyelerindeki C (karbon) miktarı artar ve kömürleşme başlar. Kömürler, içindeki karbon nispetine göre çeşitli sınıflara ayrılır. C miktarı % 60 ise turba, % 70 ise linyit, % 80–90 ise taş kömürü, % 94 ise antrasit adını alır. Jeolojik olarak bu süreç, 345 milyon yıl ile 15 milyon yıl arasında değişmektedir. Kömür, en yaygın enerji kaynaklarından biridir. Grafit Grafitte karbon atomları altıgen (hegzagonal) kristal yapı meydana getirecek şekilde dizilmiştir. Bal peteği yüzey düzlemine benzeyen bu yapıların (levhaların) üst üste dizilmeleri neticesinde grafit meydana gelir. Bu levhalar birbirlerine kuvvetli bağlarla bağlı olmadıklarından bir güç uygulandığında birbirleri üzerinde kolayca kayar. Grafitin makine sanayinde yağlayıcı olarak yaygın bir şekilde kullanımı bu yüzdendir. Kurşun kalemlerin içindeki uç da, içine kil katılarak biraz sertleştirilmiş grafittir. Grafit çok yüksek sıcaklıklara dayanabilir; bu sebeple demir-çelik sanayinde, her türlü izabe (metal ergitme) işlemlerinde kullanılmaktadır. Ayrıca çok iyi bir elektrik iletkenidir. Bu sebeple, çamaşır makinesi ve elektrikli süpürge gibi ev âletlerindeki elektrik motorlarının fırçaları grafitten yapılır. Son dönemlerde, uzay kapsüllerinin ısı kalkanlarının yapımında da grafitten faydalanılmaktadır. Elmas Elmas, bilinen en sert tabiî maddedir. Renksiz ve saydam olmasına rağmen, başka minerallerle saflığı bozulduğu zaman, sarı, kahverengi gibi pastel renklerden mat siyaha kadar uzanan çeşitli renklerde bulunabilir. Elmas, mükemmel bir elektrik izolatörüdür ve ısı iletkenliği en yüksek maddedir. Bu özelliğinden dolayı zarar görmeden kesilebilir. Elmasta karbon atomları kübik kristal yapı meydana getirecek şekilde dizilmiştir. Karbon-karbon bağının olağanüstü dayanıklılığı ve ortaklaşa bağlarla kenetlenmiş yapısı, elmasın sert ve çevresi ile reaksiyona girmeme özelliğini sağlayan faktörlerdir. Ancak, havada 850 °C sıcaklıkta yanma gösterir. Elmasın içinde elmasın değerini düşüren yabancı atomlar da olabilir. Kaliteli tabiî elmasta 100.000 atom başına ancak 1 tane yabancı atom bulunur. Elmas, ziynet eşyalarından başka kesici, aşındırıcı ve delici maksatlarla; matkap ucu, cam kesici, sondaj delici kafası, torna tezgâhı kesici uçları, pikap iğneleri gibi pek çok endüstriyel âletlerde kullanılmaktadır. Elmas üretiminin % 75–80 kadarı bu sanayide kullanılmaktadır. Karbondan kömür, grafit veya elmasın meydana gelmesi Karbon esaslı organik bileşikler, milyonlarca yıl evvel yerkabuğunun hareketleri neticesinde yer altında kaldılar. Sıcaklık ve basıncın tesiri ile yer altındaki bu organik kütlelerde fizikî ve kimyevî değişmeler meydana gelir. Sıcaklık, basınç ve zamana bağlı olarak bu kütlelerden; sırasıyla, önceleri (turbadan-antrasit safhasına kadar) su ve su buharı, karbondioksit (CO2), oksijen (O2) ve en ileri basamaklarda hidrojen (H2) uzaklaşır. Önceleri turba olarak adlandırılan ama kömür sayılmayan bu organik madde; önce linyit, daha sonra alt bitümlü kömür, sonra taşkömürü, antrasit ve en sonunda şartlar uygun olursa grafite dönüşür. Karbon atomlarının, kömürden elmasa giden yolda ilk durağı kömürdür. Daha düşük sıcaklık, basınç ve daha kısa süre kömür teşekkülü için yeterli iken grafitin oluşabilmesi için çok daha yüksek sıcaklık ve basınç ile daha uzun süre gerekmektedir. Elmasın, yerkabuğunun 150–200 kilometre kadar altındaki manto katmanında yaratıldığı tespit edilmiştir. Bu değerli maden daha sonra, volkanik kayalarla (kimberlit ve lamproit) yukarı taşınır. Bu kaya dünyanın yüzeyinde, baca veya koni şeklinde yığınlar hâlinde bulunur. Tabiî bir elmasın teşekkülü için yaklaşık olarak 2.400 derecelik sıcaklıkta 50.000 atmosferlik bir basınç olması ve 3 milyar yıl gibi uzun bir süre geçmesi gerekmektedir. Bu basınç dev Eyfel Kulesi'nin 12 cm² bir alana uyguladığı basınca denk düşmektedir. Bu muazzam basınç ve süre olmaksızın karbonun oluşturduğu madde grafitten başka bir şey olamaz. Karbon atomlarının basınç ve sıcaklığın tesiriyle hangi şartlarda hangi yapısının kararlı olduğunu belirten elmas-grafit denge eğrisi incelendiğinde, düşük basınçlarda grafitin, yüksek basınçlarda ise elmasın daha kararlı hâlde olduğu, yani karbonun deney şartlarına göre elmas veya grafit hâlinde bulunabileceği görülmektedir. Grafitin elmasa dönüştürülmesi mümkündür; ancak termodinamik hesaplamalara göre en az 10.000 atmosfer basınç gerekmektedir. İlk defa 1955 yılında 100.000 atmosfer basınç altında 2.500 °C sıcaklıkta ve krom katalizör kullanılarak sun'î elmas elde edilmiştir. Ancak parçalar genellikle küçük ve siyah renkli olmuş, çoğunlukla mücevher vasfı kazanmamıştır. 1962'de yapılan bir çalışmada ise 200.000 atmosfer basınç ve 5000 °C sıcaklıkta katalizörsüz olarak grafit elmasa dönüştürülmüştür. Karbon ve insan benzerligi Karbon atomunun kristal yapısına göre özellikleri, kullanım sahaları ve kıymeti değiştiği gibi, insanların da hayatı algılama tarzları ve bu hayatı yaşarken içinde yer aldıkları cemaate ve o cemaat içindeki yerlerine bağlı olarak kıymeti değişir. Karbonun elmas gibi bütün insanların gıpta ile baktığı değerler üstü bir kıymet kazanabilmesi için ağır şartlardan geçmesi gerekmektedir. Eğer karbon atomları "Ben bu kadar ağır şartlara dayanamam. Ama daha düşük sıcaklık, daha düşük basınç ve daha kısa bir süre olursa dayanırım." derse o zaman grafit olmaktadır. Eğer "Grafitin meydana geldiği bu şartlar bile bize çok ağır gelir. Öyle sıkıntılara giremeyiz. Düzene ve nizama uyamayız." derlerse o zaman da kömür olmaktadır. Elmas en emniyetli yerlerde muhafaza edilip, en değerli misafirlerin yanında takınılırken; grafit, endüstriyel bir malzeme olduğundan pek çok yerde kullanılmaktadır. Kömürün varacağı yer ise ancak ateştir. İnsanların durumu da karbon atomları gibidir. Her insan, maddesi itibariyle birbirinin aynısıdır. Ama insanların yer aldıkları saflara, tâbi oldukları düzene göre ötelerde durumları farklı farklı olacaktır. Kimi insanlar, Kudreti Sonsuz'dan gelen her şeyi hoş bilmiş, en ağır imtihanlarda bile sarsılmamış; yerini, mevkiini, safını terk etmemiş ve insanlık âleminin elmasları olmuşlardır. Kimileri de bu elmas ruhlu insanların peşinden gitmiş ve kabiliyet ve gayretleri nispetinde onlardan istifade etmişlerdir. Bu insanların ötelerdeki mükâfatı da, saf bağladıkları bu düzene göre olacaktır. Bir de herhangi bir düzen tanımayan, hayatlarını kendi keyiflerince nefislerinin esiri olarak geçiren insanlar vardır ki, bunların da varıp yaslanacakları yer, tıpkı kömür gibi, ateş olacaktır. Kaynaklar - H. W. Kroto, J. R. Heath, S. C. O'Brien, R. F. Curl ve R. E. Smalley (1985). "C60: Buckminsterfullerene". Nature 318. DOI:10.1038/318162a0 - L. Vlasov, D. Trifonov, 107 Kimya Öyküsü, çev. Nihal Sarıer, TÜBİTAK Yy., Ankara, 2005. - Bilim ve Teknik, sayı 222.

SU İLE GERÇEKLEŞEN HASSAS AYAR

Yerküre, çok uç çevre şartlarında (sıcaklık, basınç, kirlilik, pH, tuzluluk, radyasyon açısından) dahi, canlılığın ortaya çıkabilmesine izin verecek esneklik ve dayanıklılıkta yaratılmıştır. Bunun için kâinatın başlangıcından itibaren yerküre, hayata beşiklik etmeye hazırlanmıştır. Sınırlayıcı faktör, şu anki bilgilerimize göre, sıvı formda suyun varlığıdır. Yeryüzünde hayat yaratılmadan önce, maddenin hassas bir ayara maruz kaldığına dâir önemli ipuçlarına sahibiz. Dolayısıyla kimyevî işlemler optimize edilmiş ve canlılığa kuluçka oluşturacak madde âlemi (sistem), yarı kararlı duruma getirilmiştir. Yerküredeki hayatın inşasında kullanılacak olan kimyevî maddeler (organik moleküller), öncelikle yıldızlarda pişirilmiş ve kullanıma hazır hâle getirilmiştir. Galaksilerde bulunan yoğun gaz ve toz bulutları içindeki buz tanecikleri, canlılık öncesi kimyevî süreçlerde önemli vazifeler üstlenmiştir. Üzerinde yaşadığımız yerkürenin, yaratıldıktan yaklaşık 700 milyon sene sonra, canlılığı yok edici kozmik radyasyon bombardımanına maruz kaldığı tahmin edilmektedir. Karbon merkezli hayatın ilk nasıl ortaya çıktığını tam olarak bilmiyor ve ipuçlarından yola çıkarak tahmin yürütüyoruz. Çünkü ilk yaratılışın şahitleri değiliz. Ancak ilk yaratılışın geride bıraktığı izlerden değişik senaryolarla ilk canlılığın nasıl oluşturulduğunu çözümlemeye çalışıyoruz. Yerkürede hayatın ilk izlerine yaklaşık 4 milyar yıl önce rastlanılmıştır. Maddî hayatın moleküler temeli, kuantum dünyasının gerçeklerine dayanır. Çünkü biyomoleküllerin kimyevî affiniteleri (ilgi), katalitik bölge/yüzeylerin korunması ve üç boyutlu şekillerinin belirlenmesinde kuantum mekaniği prensipleri belirleyicidir. Kil kristalleri veya okyanus bazaltındaki (volkanik kaya çeşidi) mikrodelikler, kompleks organik moleküllerin sentezi için uygundurlar. Arzın kabuğunda levha tektoniği hareketleri olmasaydı, yeryüzünde canlılığın inşasında kullanılan malzemelerin lojistik akışında problemler yaşanırdı. Meselâ, yerkürede karbonat kayaçlarında depolanan karbon, kayalar parçalanırken suyla buluşursa, suda CO2 olarak çözünür. Oradan da atmosfere salınır. Arz kabuğundaki tektonik hareketler, sürekli oksidize olacak yeni malzemeler ürettiğinden, oksijen seviyelerinin tehlikeli noktaya ulaşmasını da engeller. Mars'ın ölü bir gezegen olmasının sebebi, tektonik işlemlerin durma noktasına gelmiş olmasıdır. Arz kabuğunun su muhteviyatıyla, kayalara yüksek derecede esneklik kazandırılır. Böylece hem levhaların düzgün şekilde birbirleri üzerinde kayması mümkün hâle gelir, hem de arzın içindeki malzemenin devamlı şekilde yeryüzüne akışı sağlanmış olur. Hayatın ilk nerede başladığına dâir senaryolardan biri, arzın ilk günlerinde en uygun yaşama alanlarının denizin derinliklerindeki sıcak su havuzlarına dayanır. Arzın iç kabuğuna yakın bölgeler olan bu ortamlar, o günden beri mikroorganizmalara ev sahipliği yapmaktadır. Bundan dolayı, yerküredeki ilk canlıların, yüksek sıcaklıktaki sularda yaşayan (hipertermofilik) organizmalar olması kuvvetle muhtemeldir. Zîrâ hücrenin protein fabrikaları ribozomların önemli bir bileşeni olan ribozomal RNA'ların dizi analizleri karşılaştırıldığında, hipertermofilik mikroorganizmaların ilk yaratılanlardan olduğu anlaşılmaktadır. DNA ve proteinlerin kararlılığı, 100 oC üzerinde tehlikeye girdiğinden, günümüzdeki hipertermofilik mikroorganizmalar, sıcaklık hasarını tanıyan, tamir eden ve hususi sıcaklık şoklarına cevap veren enzimlerle donatılmıştır. Bu tespit, hayatın ilk işaretlerinin yüksek sıcaklık şartlarında termal bozunmanın kritik sınırlarında ortaya çıkmış olabileceğine bir başka delildir. İnorganik maddeleri kullanarak hayatını sürdürmek için gerekli enerjiyi üreten kemoototrof mikroorganizmaların (metan bakterileri gibi), ilk yaratılan canlılar arasında olma ihtimali bu yüzden yüksektir. Suda çözünmüş hidrojen ve karbondioksiti metana dönüştürme hususiyetiyle donatılan metan bakterilerine canlılıklarını sürdürme imkânı verilmiştir. Buradaki hassas ayar, suyun kritik özelliklerinde gözlenir. Su, (a) arzın kabuğundaki sıcak kayaların arasından geçerken hidrojen ve oksijene ayrıştırılmasaydı, (b) arz kabuğunun derinliklerinde devridâim yaptıktan sonra, kayalardaki küçük mikrodeliklerden sızarak yeryüzüne geri dönmeseydi, (c) hidrojen ve karbondioksiti yeterli konsantrasyonda çözündürme kapasitesiyle donatılmasaydı, kemoototrofik canlıların hayatı sürdürülebilir olmazdı. Çünkü enerji üretimi için gerekli hammaddenin takviyesi, sebepler plânında suyun fizikokimyevî özelliklerine bağlanmıştır. Suyun bir başka önemli özelliği, karbon nanotüpler içinde taşınabilir olmasıdır ki, bitki osmozunda ve hücre zarlarından protonların taşınmasında bu özellik kritik öneme sahiptir. Suyun bu özelliklerinin oluşmasında, yaratılışın ilk anlarındaki hassas ayar fenomenlerinin (hidrojen ve oksijene ait elektron ve protonun kütlelerinin ve yüklerinin belirlenmesi gibi) hususi bir önemi vardır. Hayat, suya ne kadar bağımlı? Tamamen susuz yaşayabilen, çoğalabilen bir canlının var olduğuna dair bir delile şu ana kadar henüz rastlanılmadı. Kara hayatında canlılık için en tehlikeli faktör, havanın öldürücü seviyede kuru (sıfır nem oranı) olmasıdır. Yüzde elli nem oranına sahip 20 oC'lik sıcaklıktaki havada, hücrelerin yapısında kuru kütle başına 0,1 gram su bulunur. Su bu orana düştüğünde, hücreler metabolik faaliyetlerini durdurur. Bu sebeple birçok bitki ve hayvan ölür. Ancak oranları bilinmeyen sayıda mikroorganizma ve birkaç tane bitki ve hayvan, susuz ortamda, ametabolik durumda saatlerce veya yıllarca kalabilecek donanıma sahip kılınmıştır. Canlılık fonksiyonlarını tekrar geri kazanabilmeleri, tekrar ıslak veya nemli bir ortamla buluşmalarına bağlıdır. Susuzluğa toleransın aralığı çok dar tutulduğundan, susuzluğu tolere edebilen canlı çeşidi ve sayısı da azdır. Üzerlerinde detaylı araştırmalar yapılan bu canlıların yapısında, susuz ortamda fonksiyonlarını kaybetmeyen şekerlerin, koruyucu proteinlerin ve bunların sentezini düzenleyen hususi genlerin, genetik ve metabolik programlarına konulması, varlığın her anında bir ilmin ve iradenin iş gördüğünü gösterir. Meselâ hayvanlarda susuzluğa karşı toleransın oluşumunda, Trehalose isimli şekerler vazifelidir. Bu şeker çeşidi, insan trombosit hücrelerinde de susuzluğa direnci belli ölçüde artırır. Kurutulmuş bitkilerin uzun ömürlü olmasının, hücre zarlarındaki yağlara ve bilhassa açil zincirlerindeki çift bağ sayısına bağlı olduğu gösterilmiştir. Tohumların, canlılığını kaybetmeyecek seviyede kurutulma süreleri, çift bağ sayısı arttıkça kısalmaktadır. Ayrıca kuraklıkta veya kurutma esnasında oksidasyona yol açan serbest radikallerin uzaklaştırılmasında, Glutathion molekülü indirgenmiş hâlini yenileyemezse, hücrede programlanmış hücre ölümü başlatılmaktadır. Nematodlardan (yuvarlak solucanlar) Aphelenchus avenae, kuraklığa dirençlilik bilgisini taşıyan proteinleri kodlayan genlerin ifadesini, suyun varlığı ve yokluğuna göre düzenleyebilmektedir. Antarktika topraklarında yaşayan nematodlar, toprak neminde biraz artış olduğunda aktif hâle geçerler. Çok nemli havalar ise, bu hayvanların ömürlerinde azalmaya yol açar. Araştırmalar, kuraklığın çok fazla tercih edilen bir yaşama alanı olmadığını göstermektedir. Ayrıca canlının, kuraklıktan kaçınabildiği ölçüde üretkenliği artmaktadır. Günümüzdeki açlığın insan dışı sebepleri arasında, iklimlerin kurak olması ve insan bünyesinin kuraklığı tolere edememesi vardır. Susuzluğa çok duyarlı bitki ve hayvanlar üzerinde, kuraklığa tolerans genlerini aktarma konusundaki araştırmalar devam etmektedir. Kuraklığa tolerans sağlama özelliğini kodlayan bilgiyi yapılarında bulunduran kuraklık genleri, uygun çevre şartlarında önem kazanmış ve toplumda görülme frekansı artmıştır. Bütün bunlar, yerküredeki karbon merkezli canlılığın ve hayatın ortaya çıkışında ve devamlılığında suya önemli roller verildiğini göstermektedir. Kuraklık ve susuzluğa dayanıklı canlılar arasındaki farklar, moleküler seviyedeki detaylarda saklıdır. İlk canlı örneklerinde hassas ayar Kâinatın başından beri gerçekleşen her hâdise hayat için uygun olduğundan, bugün yerkürede muazzam bir canlı çeşitliliğine şahit oluyoruz. Derin okyanusların dibindeki volkanik sıcak sularda, Antarktika'nın sıfırın altındaki soğuk bölgelerinde, kuvvetli asidik veya tuzlu sularda, radyoaktivite bakımından zengin ortamlarda yaşayan mikroorganizmalar buna güzel bir örnektir. Hattâ insanın cildi, bu asidik suyla temas etse, derisinde ciddi yanıklar oluşabilir. 90 oC ile 121 oC arasında volkanik çukurlarda yaşayan Hipertermofil canlılardan Pyrolobus fumarii, 121 oC'de çoğalır. 130 oC'de yaşayabilen arkaebakteriler de son yıllarda izole edilmiştir. Tuzlu sular, –20 oC'nin altındaki sıcaklıklarda da sıvı kalabilme özelliğiyle donatılmışlardır. Suyun ısı iletkenliğinin, ısı tutma kapasitesinin, çözgen özelliklerinin, viskozitesinin, yüzey geriliminin, hücre zarıyla etkileşimi gibi özelliklerinin, hayatın görüldüğü -15 oC ile +130 oC arasındaki sıcaklıklarda yeniden incelenmesi gerekir. Suyun önemli bir özelliği, kirli yüzeylerde ve buz kristalinin üstünde oluşan ince filmlerde, donma noktasının altındaki sıcaklıklarda bile akışkan hâlini koruyabilmesidir. Ultrasoğuk mikrometre kalınlığındaki filmlerde, suyun fizikî ve kimyevî özellikleri, normal şartlar altındaki suyunkinden farklıdır. Bu ince filmlerde oluşan hayata uygun ortamlarda (niş), çok sayıda mikrobiyal canlı yaşamaktadır. Yerkürenin her noktası ve ikliminde oraya has canlılar yaratılmıştır. Çok soğuk ortamlarda (-10 oC- -20 oC sıcaklık aralıklarında) yaşayan mikroorganizmalar ve bitkiler (Psikrofil) buna güzel bir misaldir. Aynı ortamda yaşayan farklı kategorilere ait canlıların, oradaki çevre şartlarına uygun ortak özelliklerle donatılmaları, bir yaratılış kanunudur. Canlılarda korunan ve tekrar eden motiflere, özelliklere ve adaptasyon işlemine, Tevhidi gösteren bir yaratılış hakikati olarak bakmak gerekir. Canlılara verilen özelliklerle yaşadıkları ortam şartlarının örtüşmesi ve birbirine denk düşmesi, canlılardaki hassas ayar fenomenine önemli bir delildir. Kuzey Denizi'nin ekonomik değeri olan morina balığı (Boreogadus saida) ile onunla yakınlığı bulunmayan bir başka balık türü Dissotichus mawsoni, Antarktika'nın soğuk sularında yaşar. Ortak yönleri, donmayı engelleyici (antifriz) genetik bilgiye sahip olmalarıdır. Antifriz özelliği taşıyan bu genetik bilgi okunduğunda, Threonin, alanin ve prolin aminoasitlerinin üçlü tekrar eden motiflerine sahip antifriz proteini sentez edilir. Her iki balığın kanında aktif olan bu hususi protein, buz kristallerinin çoğalmasını, dolayısıyla balıkların donmasını engellemekle vazifelidir. Suyla fonksiyon kazanan moleküller Kâinatta ve tabiatta cereyan eden hâdiselere tarafsız bir gözle bakılırsa, her seviyede, gaye ve hedef eksenli (teleolojik) süreç ve davranışların hâkim olduğu görülür. Genetik programların yazılışı, çoğaltımı ve okunuşunda suyun özellikleri, bilhassa kimyevî (hidrojen) bağların kuvvet derecesinin uygunluğu, hassas ayarı gösterir. DNA ve RNA iplikleri arasındaki ve baz eşleşmelerindeki hidrojen bağlarının kuvveti farklı değerlerde olsaydı, RNA ve DNA'da kodlanan mesajların ne okunması ne de çoğaltılması mümkün olurdu. Biyokimyadan bir başka çarpıcı hassas ayar fenomeni ise, proteinleri parçalamakla vazifeli serin proteazlardır. Bu enzimlerin bakterilerde subtilisin ve omurgalılarda ise tripsin ismiyle bilinmesinin sebebi, her iki proteinin farklı aminoasit dizilerine ve üçboyutlu yapılara sahip olmalarıdır. Ancak her iki enzimin aktif bölgesinde, tek bir elden çıktığını gösteren ortak, korunmuş üç aminoasit bulunur. Tripsin ve subtilisinin fonksiyonu açısından hayatî öneme sahip bu aminoasitlerin, sadece proteindeki yerleşim sıraları farklıdır. Tripsinde, histidin 57. sıraya, aspartik asit 32. sıraya, serin 195. sıraya; subtilisin'de ise, histidin 64. sıraya, aspartik asit 32. sıraya ve serin 221. sıraya yerleştirilmiştir. Bu aminoasitlerin yerleştirilmesindeki fonksiyonel tercih, tesadüfen veya kendiliğinden ortaya çıkmış olabilir mi? Aklınız buna evet diyebilir. Ancak akılla birlikte işletilen vicdan ve kalb, "Bu motifler, bir İrade Koyucu'ya ve Rububiyet'e işaret eder" hakikatini seslendirecektir. Faydalanılan Kaynak – Barrow J.D. Morris S.C. et al. (editor). 2008. Fitness of the Cosmos for Life: Biochemistry and Fine-Tuning. Cambridge University Press. Cambridge. sh:97–167

DÜNYA BOŞUNA MI DÖNÜYOR

Eski devirlerde uzun yola giden gemiler rotalarına sadık kalarak sefer yapmalarına rağmen, arzu ettikleri hedefin uzağında bir noktaya ulaşıyordu. Onları denizde sağ salim hedeflerine ulaştırmakla vazifeli kaptanlar, bilemedikleri bir hesap hatası yapıyorlardı. Dönmekte olan yuvarlak bir zemin üzerinde birbirine karşı duran iki kişiden biri topu, diğer arkadaşına yuvarlarsa, uzaktan durumu gören birisi, topun bir doğru çizgi boyunca gittiğini görür. Ancak yuvarlak zemin üstünde dönen kişi, topun yay çizerek başka bir istikamete gittiğini görecektir (Şekil–1). Dünya'yı çok küçülmüş ve önümüzde duran bir küre olarak tasavvur ederek, Kuzey Kutbu'ndan Ekvator'daki bir A noktasına bir cismi fırlatsak, cisim sağa doğru eğri bir yol izleyerek farklı bir B noktasına ulaşır. Güney kutbu'ndan aynı A noktasına fırlatacağımız bir cisim ise, aksi istikamette sola doğru yön değiştirecektir (Şekil–2). Bu üç hâdisede ortak bir durum vardır. Dönen bir nesne üzerindeki cisim eğri bir yol çizerek hareket eder. Cismin doğru değil de, eğri yol izlemesi bir ivme kuvvetiyle açıklanmaktadır. Fransız mühendis Gustave Gaspard Coriolis tarafından 1835 yılında izah edilen bu hadiseye "Coriolis ivmesi" denir. Eğer Dünya'nın kendi ekseni etrafında dönmesine bağlı olarak ortaya çıkan bu ivme kuvveti olmasaydı, hava hareketleri ve okyanus akıntıları, dolayısıyla Dünya'mızın iklim şartları bugünkünden çok farklı olurdu. Yukarıda örnek verdiğimiz Kuzey ve Güney kutuplarından atılan cisimlerin sağa veya sola sapmalarının sebebi Dünya'ya Kuzey Kutbu'ndan bakıldığında saat yönünün tersine, Güney Kutbu'ndan bakıldığında ise, saat yönünde dönmesidir. Hava hareketlerine tesiri Güneş ışınlarının dik geldiği Ekvator üzerindeki hava ısınarak yükselir. Bu yükselen havanın yerini uzak enlemlerden gelen soğuk hava alır. Böylece sıcaklık değişmelerine bağlı olarak bir hava hareketi (konveksiyon) başlar. Eğer Dünya dönmeseydi kutup bölgelerinde hava soğuyarak çökecek. Bu havanın yerini de alt enlemlerden gelen daha sıcak hava alacak, Ekvator'da ısınarak yükselen hava, yüksek irtifadan kutuplara kadar gidecek burada iyice soğuyup çöktükten sonra yere yakın bir şekilde Ekvator'a dönecekti (Şekil–3). Bu durumda Dünya belki de çok soğuk ve şiddetli rüzgârların estiği bir yer olacaktı. Tabiî ki dönmeyen Dünya'nın Güneş'e bakan yüzünün çok sıcak diğer yüzünün çok soğuk olacağını da unutmayalım. Dönen bir Dünya üzerinde hareket eden büyük atmosfer kitlelerine Coriolis ivmesi tesir eder. Coriolis ivmesi sebebiyle Ekvator'dan yükselen sıcak hava kutuplara doğru dönerek gider (Şekil–4). Bu akım 30º enlemlerine yaklaşırken bir yandan da soğuyarak alçalır. Alçalan havanın bir kısmı yeryüzüne yakın bir irtifadan yeniden Ekvator'a doğru yol alırken Coriolis ivmesi sebebiyle tekrar kıvrılır. İşte bu son hava akımı "alize" rüzgârlarıdır. Yelkenliler devrinde Avrupa'dan Amerika'ya gitmek için kullanıldıklarından daha çok "ticaret rüzgârları" olarak bilinirler. Ekvator ve 30º enlemlere kadar olan bu devridâim hareketine "Hadley çevrimi" adı verilmiştir. Ekvator bölgesine yüksek yağış bırakarak Dünya'nın akciğerleri sayılan yağmur ormanlarının meydana gelmesi, daha sonra kuru sıcak bir durumda alçaldığı bölgelerde ise, çöller oluşturması bu devridâime Yaratıcı'nın yüklediği vazifelerdir. Bu çöllerden kalkan tozların, bulutları tohumlayarak yağmur oluşumunda mühim rol oynaması da hâdisenin diğer bir hikmetli yönüdür. Kutuplar üzerinde soğuyan hava yeryüzüne doğru çökerek bu bölgede de bir hava hareketine sebep olur. Çöken hava Ekvator yönüne doğru yol alırken yine Coriolis ivmesinin tesiriyle yön değiştirir. Aynı zamanda ısınmaya ve yükselmeye başlar. Havanın ısınarak yükseldiği enlemlerde yağışlı hava hâkimdir. Bu da kutup devridâimi olarak bilinir ve 60º–90º enlemleri arasında mevcuttur. Ekvator'dan gelip 30º enlemler civarında alçalan havanın bir kısmı, yeryüzüne yakın bir şekilde kutuplara doğru ilerler. Kutuplardan gelip 60º enlemlerinde yükselen havanın bir kısmı da Ekvator'a doğru yönelir. Böylece iki hava hareketi 30º–60º enlemleri arasında üçüncü bir devridâim hareketine daha sebep olur. Bu üçüncü devridâimden "batı rüzgârları" meydana getirilir. Bu rüzgârlar da yelkenliler devrinde Amerika'dan Avrupa'ya dönüş için kullanılmıştır (Şekil–4). Bu hava devridâimlerinin meydana gelebilmesi için Dünya'nın kendi ekseninde dönmesi tek başına yeterli olmayıp hızının ve atmosfer kütlesinin de önemi vardır. Dünya daha yavaş dönseydi Coriolis ivmesinin tesiri zayıf olacağından üçlü devridâim oluşmazdı. Nitekim Venüs kendi etrafında çok yavaş döndüğü için atmosferinde tek bir devridâim oluşur. Bir diğer husus da atmosferin kütlesidir. Mars'ın atmosferi ince ve kütlesi az olduğundan Coriolis ivmesinin tesiri yine çok azdır ve tek bir devridâim oluşur. Coriolis ivmesi sebebiyle, hava akımı doğru bir yol izleyemez ve eş basınç çizgileri (izobarlar) etrafında girdaplar oluşturacak şekilde ilerler. Bu yüzden Kuzey Yarımküre'de ortaya çıkan kasırgalar saat yönünün tersine, Güney Yarımküre'dekiler ise saat yönünde döner (Şekil-5). Tabiî ki bunlar ana atmosfer hareketleridir. Bir bölgenin iklimi, yeryüzü şekilleri, gündüz-gece sıcaklık farklılıkları gibi birçok yan faktöre bağlıdır. Bu yüzden Dünya'nın iklim hâdiseleri çok kompleks bir yapıdadır. Gördüğümüz gibi Yüce Yaratıcı yeryüzünde hayatın en uygun şekilde sürdürülmesi için iklimlere tesir edecek yüzlerce parametreden birkaçı olarak, Dünya'nın hızını ve atmosferin kütlesini çok hassas bir şekilde hazırlamıştır. Dünya'mızın dönmesine bağlı atmosfer hareketleri ve iklim düzenlenmesi gibi küllî bir ilim ve kudretin tecellisini gerektiren hâdiseler, insanlığın yeryüzünde yaşaması için takdir edilmiştir. Bu husus, Kur'ân-ı Kerîm'de"Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün sürelerinin değişmesinde, insanlara fayda sağlamak üzere denizlerde gemilerin süzülüşünde, Allah'ın gökten indirip kendisiyle ölmüş yeri canlandırdığı yağmurda ve yeryüzünde hayat verip yaydığı canlılarda, rüzgârların yönlerini değiştirip durmasında, gökle yer arasında emre hazır bulutların duruşunda, Elbette aklını çalıştıran kimseler için Allah'ın varlığına ve birliğine nice deliller vardır." (Bakara, 2/164) mealindeki ayetle gözler önüne serilmektedir. Okyanus akıntılarına tesiri Rüzgârların bu şekilde sevki ve yol alması, okyanus yüzeyindeki suyu da harekete geçirir. Böylece rüzgâr kaynaklı okyanus akıntıları meydana gelir. Okyanuslarda yoğunluk (tuzluluk) ve sıcaklık farkından meydana gelen akıntılar da mevcuttur. Okyanus akıntılarının yönleri yukarıda anlatılan rüzgâr yönleriyle paralellik arz eder. Hareket eden bu dev su kütlelerinin geçtikleri bölgelerin iklimini büyük ölçüde değiştirdiği iyi bilinen bir husustur. Meselâ, ikisi de 54. enlemde bulunan Ontario'da kutup ayıları parkı bulunurken, en çok bilinen okyanus akıntısı olan Körfez akıntısının (Gulf Stream) tesiriyle Belfast'ta palmiyeler ve tropik meyve ağaçları yetişebilir. Körfez akıntısı, Kuzey ve Güney Ekvatoral akıntı ve Brezilya akıntısı başlıca sıcak akıntılardır. Labrador, Falkland ve Peru akıntıları ise en mühim soğuk akıntılardır. Sıcak akıntılarla ısıtılan kıyılar yerleşime elverişli yerler hâline getirilmiştir. Soğuk akıntılara ise, deniz canlıları için besin taşınması vazifesi verilmiş ve bu sayede zengin balıkçılık merkezleri kurulmuştur. Ticaret ve batı rüzgârlarının tesiriyle okyanus yüzeyindeki sular harekete geçer. Rüzgârın tesiri genellikle 100–200 m. derinliğe kadar ulaşır bazı durumlarda 1000 m'yi bulabilir. Coriolis ivmesi ise akıntıların yönüne tesir etmektedir. Harekete geçen akıntılar karalarla karşılaştıkları bölgelerde dönüş yapar. Böylece birbirleri ardınca dizilen okyanus akıntıları bir devridâim hâline gelir ve "gyre" adı verilen büyük akıntı devridâimlerini oluşturur. Hava hareketinde olduğu gibi su hareketinde de Kuzey Yarımküre'de saat yönüne, Güney Yarımküre'de ise saat yönünün tersine dönüşler yapılır. Yeryüzünde her biri dört akıntıdan oluşan beş çevrim vardır. Atlantik Okyanusu'nun kuzey ve güneyinde birer, Büyük Okyanus'un kuzey ve güneyinde birer ve Hint Okyanusu'nda da bir tane bulunur. Kuzey Atlantik devridâimi; Kuzey Ekvator akıntısı, Körfez akıntısı, Kuzey Atlantik akıntısı ve Kanarya akıntısından müteşekkildir (Şekil–6). Müthiş bir ilim ve kudretin tecellisi olan Coriolis tesiriyle okyanuslar ve kıyılarda besin zincirleri yaratılmıştır. Rüzgârlar vasıtasıyla harekete geçirilen okyanus suları Coriolis tesiriyle kendisini tahrik eden rüzgârı izleyemez ve yüzeyde yaklaşık 45º açı yaparak Kuzey Yarımküre'de sağa, güneyde ise sola doğru hareket eder. Su içinde derine inildikçe rüzgârın tesiri azalacağından Coriolis ivmesi ağır basar. Böylece okyanus suyunun net taşınma yönü Kuzey Yarımküre'de rüzgâra dik ve sağa doğru olur. Bu hâl okyanusların devridâim merkezinde yığılarak o noktada suların 2 m. kadar yükselmesi ile neticelenir (Şekil-7). Yükselen sular çekim kuvveti ile aşağı yöne hareket ederken Coriolis ivmesi buna karşı tekrar rol üstlenir ve akıntı içinde aynı yönlü bir akıntı daha ortaya çıkar. Bu göz üzerinde yığılan sular derinlere doğru batmaya başlar ve dikey bir akımı oluşturur. Aynı sebeple Ekvator bölgesinde net su akımının sağa ve sola doğru ayrılması bu bölgede dip sularının yüzeye çıkması ile neticelenir. Burada su seviyesi biraz alçalır. Bu hâdisenin çok mühim neticeleri vardır. Yüzeyden dibe çöken ölü organizmaların, derinlerde bakteriler tarafından parçalanması ile ortaya çıkan besleyici maddeler bu yüzeye çıkma (upwelling) hâdisesi ile yüzeydeki canlılara rızık olarak geri gönderilir. Benzer bir hâl bazı kıyılarda da meydana gelir. Kıyıya paralel esen rüzgârın tahrikiyle ve Coriolis ivmesinin tesiriyle yüzeydeki sular kıyıdan uzaklaşır. Bunun yerine kıyıya doğru hareket eden derin sular kıta eşiğine çarparak yüzeye çıkarlar. Bu da yüksek besin ihtiva eden suları kıyıya ulaşmasına vasıta olur. Dünya'nın dönmesiyle canlıların rızkının temin edilmesi arasında bir münasebet var mıdır? Bu soruya cevap ararken, kâinatta cârî fizik prensiplerinin mikrodan makroya birçok sistemde ortak olduğunu görür ve hayret ederiz. İşte Yüce Yaratıcı Dünya'yı topaç gibi çevirmek suretiyle iç içe birçok dengeler kurmuş, biz insanlara da o dengenin unsurlarını çözerek isim vermek düşmüştür. Her şey her şeyle irtibatlı, atomlar galaksilerle benzer kanunlara tabi, başıboş hiçbir şey yok. Ancak bütün bunları görebilmek önce sağlam bir niyet ve bakış açısı gerekiyor.

GÜNEŞ TUTULMASINDA HASSAS AYAR

Güneş tutulması, Ay'ın Dünya ile Güneş arasına girmesi ile meydana gelen bir gökyüzü hâdisesidir. Bu hâdise, eski medeniyetlerden beri, insanoğlunun hep ilgisini çekmiş ve her zaman tefekküre açık bir konu olmuştur. Meselâ, bir Ay tutulması neden Dünya'da gece olan her yerden izlenebilir? Diğer yandan Güneş tutulmasının Dünya üzerinde izlenmesi niçin sadece 300 km. çaplı bir koridor ile sınırlıdır? Güneş tutulması iki şarta bağlıdır: Birincisi Ay yörüngesinin Dünya'nın yörünge düzlemi ile çakışması, ikincisi de Ay'ın yeni ay durumunda olmasıdır. Belki yılda 12 ay olmasına bağlı olarak 12 defa güneş tutulması beklenebilir; fakat yörünge düzlemleri arasındaki beş derecelik açı, bu çakışmayı seyrek hâle getirmektedir. Bir Güneş tutulmasında Ay'ın Dünya üzerine düşen gölge çapı, 300 km. iken Ay tutulmasında Dünya'nın ay üzerine düşen gölge çapı 12.000 km'dir. Yeryüzünden çıplak gözle bakıldığında en parlak ve en ayrıntılı görülebilen gökcisimleri Güneş ve Ay'dır. Her ikisi de insanoğlunun biyolojik, psikolojik ve sosyal yapısı üzerinde Cenabı Hakk'ın izni ve keremiyle çok büyük tesirlere sahiptir. Ay ve Güneş tutulmasında nice hikmet vardır. Yaklaşık 1,5 milyon km. çaplı devasa bir gökcismi olan Güneş ile 3.500 km. çaplı Ay'ın, yeryüzünden bakıldığında tam olarak birbirini örtmesi İlâhî Kudret'in bir mu'cizesidir. Güneş ve Ay fezadaki yörüngelerine öyle bir hassas hesapla yerleştirilmeli ki, Güneş tutulması esnasında bu kadar fazla olan büyüklük farkı yeryüzündeki gözlemci tarafından fark edilmesin. Bu ise, Güneş ve Ay'ın Dünya'ya olan mesafelerinin büyüklükleri ile ters orantılı olduğunda mümkündür. Bu hassas ve mükemmel ayara bilim adamları, 'genişlik açısı' veya 'açısal genişlik' ismini vermiştir. Yani Güneş tutulmasının tam olarak gerçekleşmesi için, Güneş'in genişlik açısı ile Ay'ın genişlik açısının birbiri ile aynı olması gerekmektedir. Matematik diliyle ifade edecek olursak: Ay'ın Çapı / Ay-Dünya arası uzaklık = Güneş'in çapı / Güneş-Dünya arası uzaklık Ay'ın çapı 3.474 km., Ay-Dünya arası uzaklık 376.000 km., Güneş'in çapı 1.400.000 km., Güneş-Dünya arası uzaklık 149.000.000 km. olarak alınırsa; birbirine yakın iki oran elde edilir. 3.474 / 376.000 = 0,009239361 1.400.000 / 149.000.000 = 0,009395973 Görüldüğü gibi, birbirini hiç bağlamayan ve birbiri ile hiç alâkası olmayan bu rakamların birbirine nispeti, çok yakın çıkıyor. Bu da, her şeyi ince bir hesapla eviren, çeviren ve hikmetle yapan büyük bir Yaratıcı'yı (Hakîm-i Müdebbir ve Kadir-i Zülcelâl'i) gösterir. Bazı belgesel kanallarında, dergi ve kitaplarda Güneş tutulması izah edilirken ya gafletten veya kasten bu hâdisenin kritik noktası olan "genişlik açısı" üzerinde yeterince durulmaz. Eğer bu kanun da Güneş tutulması ile birlikte zikredilse, insanlar bunca ince hesapları bilen Vahid'in Ay ve Güneş'i de yarattığına şahit olacak, Cenab-ı Hakk'ın bütün mevcudat üzerindeki Vahdaniyet ve Ehadiyetini anlama şansı bulacaktır. Zîrâ bu gökyüzü hâdisesi, Kur'ân'da mealen şöyle zikredilmektedir: "Gece, gündüz Güneş ve Ay, O'nun varlığını gösteren âyetlerdendir. Güneş'e veya Ay'a secde etmeyiniz. Bütün bunları yoktan var eden Allah'a secde ediniz." (Fussilet, 41/37). Peygamber Efendimiz de (sallallahü aleyhi ve sellem) bu konuda şöyle buyurur: "Şüphesiz Güneş ve Ay Allah'ın mu'cizelerinden bir mu'cizedir. Bir kimsenin ölümü veya dünyaya gelmesi yüzünden tutulmazlar. Bunu görünce Allah'a dua edin, namaz kılın ve sadaka verin." (Müslim, Kusuf, 3901; Mâlik, Muvatta', I, 186; Beyhakî, III, 323, 324; Şevkânî, a.g.e., III, 325). Yukarıda da tarif edildiği gibi Güneş tutulması sebepler dairesinde vuku bulmaktadır. Bu ise, bir imtihan sırrıdır. Eğer herkesin şahit olduğu bu hâdise tabiatüstü olsaydı, sırrı teklif bozulur, herkes imana mecbur olurdu. Bu ise, her işi hikmetle yapan Hakîm-i Zülcelâl'in hikmetli işine münafidir. Bu sebepten Güneş tutulması, gökyüzünde Sünnetullah olarak isimlendirilen kanunlara uygun şekilde cereyan eden hâdiselerden biridir. İnsana düşen ise, aklını kullanıp sebep perdesinin arkasındaki hakiki faili fark etmektir. Bir başka ifadeyle, Güneş'i yaratan Zât kimse Ay'ı da yaratanın O (celle celâlühü) olduğunu idrak etmektir.

KAİNATIN YARATILIŞINDAKİ ESRARLI FİZİK

Fizikte câri kanunları ortaya çıkaran büyük fizikçilere misâl olarak El-Kindî'den İbnü'l-Heysem'e, Bîrûnî'den Newton ve Einstein'a kadar birçok isim sayılabilir. Batılı birçok bilim insanı, kuantum fiziğiyle alâkalı harika hâdiselerin bir Yaratıcı'yı gösterdiği noktasına gelmiştir. Çünkü birçok fizikçi, yaptıkları deneylerin, dünyevî ölçülerle kavranamayan sırlı neticelerini tecrübe ettikçe, ateist eğilimlerini terk ederek, Allah'ın varlığı üzerine düşünmeye başlamışlardır. Ancak günümüzün meşhur astrofizikçilerinden Stephen Hawking, "Büyük Tasarım" isimli yeni çıkan kitabındaki tezleriyle şaşkınlığa yol açtı. Zîrâ birçok fizikçi, Yaratıcı'yı kabul etmeden kâinatın izah edilemeyeceğini savunurken, Hawking kitabında, kâinatın kendi kendine meydana geldiğini iddia etmektedir. Ünlü fizikçinin akıldışı iddiası, Batı'da iki eksen üzerinde tartışılmaya başlandı. Eksenin bir tarafında sadece Allah'a inanan teologlar, diğer tarafında ise sadece lâboratuvardaki tespitlerine inanan bilim insanları var. Esasen bu durum, Batı'da din ve bilim ayrışmasının tezahürü olarak gelişen kartezyen düşüncenin pratiğe yansımasıdır. Bir taraf "Bilim hiçbir zaman Allah'ın olmadığını ispatlayamaz." derken; diğer taraf "Bilim Allah'ın varlığını da ispatlayamaz." şeklinde karşılık vermektedir. Daha önceki kitaplarında Allah'tan bahsetmesinin satış maksatlı olduğunu itiraf eden Hawking, şimdi "Kâinat kendi kendisini yokluktan var edebilir." diyebilmektedir. Batı tarihinde ticarî endişelerle tezler geliştirip kitap yayımlamaya tevessül etmeyen bilim adamlarından Newton ise, "Kâinatın harika yapısı ve âhengi ancak her şeyi bilen ve her şeye gücü yeten bir Zât'ın plânına göre meydana gelmiş olmalıdır." tespitine şu ifadeyi de ekler: "Bu benim en son ve en büyük tecrübemdir ve öyle de kalacaktır." Acaba 300 yıl önce yaşayan ve modern fizikten haberi olmayan Newton, hangi sâikle böyle bir tespitte bulunmuştur? Kuantum fiziğinin ortaya koyduğu hâdiselerin ışığında Allah'ın varlığı birçok fizikçi tarafından açık ve net şekilde ifade edilmesine rağmen, Hawking'in inkârcı çıkışı ilmî düşüncenin ürünü mü, yoksa yine ticarî endişeler mi taşımaktadır? Bu durum en azından, Batı'daki menfaatçi bilim anlayışının bir kere daha sorgulanmasını gerektirmektedir. Kâinatın yaratılışıyla alâkalı tartışmaların temelinde iki görüşten biri; kâinatın, her şeye gücü yeten Allah tarafından yaratıldığını kabul eder. Kâinat ezelden beri var olmayıp, yaklaşık 13,7 milyar yıl önce kozmik büyük bir patlamayla yaratılmıştır. Büyük patlamayla madde Allah'ın takdir ettiği belli bir sistem içinde geliştirilmiştir. Daha sonra Dünya, Güneş'e belli bir mesafede konumlandırıldı. Ancak bu şekilde su, tahammül edilebilir ısı ve hayata müsait bir çevre oluşabildi. Bu ve diğer şartlardaki ufacık farklılaşmalar, içinde hayat olan Dünya'nın meydana gelmesini engelleyecekti. Daha önce hiçbir şey yok iken, Allah (celle celâlühü), bu büyük patlama ile zaman ve mekânı yarattı. Her şey harika bir düzen içinde şekillendi "O'nun emri, bir şeyi dileyince ona sadece 'Ol!' demektir. O da hemen oluverir." (Yasin, 36/82) Diğer görüşe göre ise kâinat, sebebi ve zamanla ilgili hiçbir başlangıcı olmadan kendi kendine meydana gelmiştir. Bediüzzaman Hazretleri, yaklaşık bir asır önce kaleme aldığı Tabiat Risalesi adlı eserinde bu görüşü mantıkî delillerle çürütmesine rağmen, Hawking'in hâlâ bu ikinci tezi savunması şâyân-ı hayrettir. Oysa çekim kuvveti ve diğer fizikî şartlar, yıldız ve gezegenlerin oluşmasında tesirli oldu. Işık, kendine takdir edilmiş hızıyla her tarafa yayılıyor. Atom parçacıkları soğukta sıcağa göre daha yavaş hareket ediyor. Elma yukarı doğru gitmiyor, yere düşüyor. Bütün bunları Yaratıcı'yı hesaba katmadan sürekli ve geçerli 'fizikî kanunlar' olarak farz edelim. Peki, şu sorulara nasıl cevap vereceğiz: Bu 'tabiat kanunları' nereden geldiler? Onları kim yarattı? Yaratıcı bir kudrete inanmayan herkesin burada durması gerekir. Çünkü kâinatın hiç sebepsiz kendi kendine yoktan var olması tasavvur edilemez bir yaklaşımdır. Zîrâ "Allah en büyük matematikçidir." diyen Einstein, tesadüfün arkasında dahî bilinmeyen bir sebep-netice prensibinin gizliliğine dikkati çekmiştir. Einstein, kuantum fizikçilerinin yanıldıklarını göstermek için şöyle bir tez geliştirmişti: Werner Heisenberg'in tasvir ettiği kuantum mekaniğine göre bir çarpışmadan sonra, farklı yönlere doğru uçan ve hızla birbirinden uzaklaşan iki elektron, aynı zaman diliminde aynı özellikleri alıyorlar. Normal olarak bunun gerçekleşmesi mümkün değil. Allah'ın varlığına inanan Einstein, bu hâdisenin tesadüfle izah edilemeyeceğine dikkat çekmektedir. Einstein'in ölümünden sonra bu sır dolu 'uzaktan tesir etme' modern lazerlerle esaslı şekilde araştırıldı. ?svi?reli fizik?i İsviçreli fizikçi Nicolas Gisin, 2008 yazında Cenevre'deki bir lâboratuvarda bir kristal yoluyla mavi bir ışını takip etti. Burada ışık parçacıklarından aynen ikizler gibi çift fotonlar oluştuğunu gözlemledi. Bu ikizlerden her biri cam kablolar yoluyla Cenevre'nin doğusunda bulunan bir köye, diğeri de tam aksi istikamete –batıya- gönderildi. Aradaki mesafe 17,5 km. kadardı. Gisin ve ekibi, bu farklı yerlerdeki foton parçacıklarının oluşan özelliklerini ölçtüklerinde, bu foton parçacıklarının birbirlerinin aynısı olduklarını tespit etti. Parçacıklar bu hususiyetlerini, ölçümlerin yapıldığı zaman diliminde kazanmışlardı. Einstein'in ortaya koyduğu tezin, bir fotondan diğerine telepatik veya uzaktan tesir etme şeklinde, ışık hızından on binlerce kat fazla bir hızla ve aynı zaman diliminde gerçekleştiği ortaya çıktı. Acaba birbirlerinden hızla uzaklaşan bu parçacıklar, birbirlerinde nelerin meydana geleceğini nereden biliyorlardı? Bu değişim, neden hemen veya ışık hızından çok daha süratli bir şekilde gerçekleşebiliyor? Böyle hâdiseleri sadece fizikle izah etmek mümkün değil. Bütün bunlar akılsız şuursuz taneciklerin veya sayısız tesadüflerin eseri miydi? Yoksa bu mükemmel sistemin arkasında her şeye gücü yeten Kadîr-i Mutlak bir Yaratıcı mı olmalı? Böylesi deneyler bize Allah'ın tasarrufunda bulunan fizik kanunlarını göstermek maksadıyla ufak bir anahtar işareti sunmaktadır. Belki dört veya daha fazla boyutlu bu "muazzam mekân" arkasında öyle sonsuz bir kaynak var ki, kuantum fizikçisi ve "İlk Söz" (Das Urwort) kitabının yazarı Michael König bu kaynağa Allah demektedir. Bu noktada astronom Johannes Kepler kendinden emin olarak şu tespiti yapıyor: "Astronomiyi araştırmak Allah'ın büyüklüğünü ve kudretini anlamaktır." Edison'a göre ise "Allah mühendislerin en büyüğüdür." "Özel izafiyet teorisine göre, tabiatta hiçbir şey ışık hızından daha hızlı değildir. Dolayısıyla kâinatın birbirinden çok uzakta bulunan iki noktasında meydana gelen bu iki farklı hâdisenin birbirleriyle alâkası olamayacağı akla yakın gözükmektedir. Yani, iki hâdisenin birbirine bağımlı olabilmesi için aralarında bir haberleşme olması gerekir. Bu haberleşme de ışık hızından daha hızlı gerçekleşemeyeceğinden, bu iki noktada aynı ânda gerçekleşen iki farklı hâdise, birbirinden tamamen bağımsızdır. Aralarında haberleşmenin olmadığı ve birbirlerinden bağımsız sonsuz sayıda parçacık, nasıl olur da 15 milyar senedir aralarında mükemmel bir haberleşme sistemi geliştirmiş olabilir?"1 Einstein, Hawking'in aksine "muazzam büyüklükteki kâinatta zaman üstü bir aklın tecellisini" görmektedir. Ancak Einstein'ın da inandığı, Spinoza'nın "varlığın kanunlarla çevrili âhenginde kendini gösteren bir nesne" olarak tanımladığı Yaratıcı anlayışıyla bakıldığında, yukarıdaki soruya makûl cevap bulmak zordur. İslâmî tevhid inancını tam olarak yansıtamasa da, günümüz Batılı bilim adamlarının fiziği ve dini birbiriyle bağdaştırılabilir iki unsur olarak ele almaları mühim bir gelişme olarak değerlendirilmelidir. 1932 yılında kuantum mekaniğini bulmasıyla Nobel ödülü alan Werner Heinsenberg bu noktayı şöyle dile getiriyor: "Tabiat bilimlerinin tasından ilk içme ateist yapar, ama tasın altında Allah hazırdır." Üzerinde durulması gereken bir başka nokta, Batılı bilim adamlarının geliştirdikleri Allah tasavvurudur. Birçok fizikçi makro âlemden mikro âlemlere kadar bir fabrika gibi işletilen mükemmel sistemin arkasında, kendi düşüncelerine göre bir Allah tasavvur etmektedir. Öyle ki, tesadüfü Allah'ın kullandığı bir metot şeklinde değerlendirenler olduğu gibi, insanın ruh göçüyle değişik kâinatlarda ebedî yaşayacağını iddia edenler de vardır. Oysa İslâmiyet'in getirdiği tevhid inancı, en güzel şekilde Kur'ân-ı Kerîm'de anlatılmakta, kâinattaki bütün varlıklarda Allah'ın isim ve sıfatlarının her ân tecelli ettiğine dikkat çekilmektedir. Batılı fizikçilerde -Allah'ın varlığına işaret etseler de- O'nun isim ve sıfatları noktasındaki eksiklikler açık bir şekilde görülmektedir. Bu mârifetullah eksikliği onları bazen tesadüfü Allah'a verme ve insanın ruh göçüyle farklı kâinatlarda ebedî yaşamasına inanma gibi İslâm tevhid inancına tezat teşkil eden neticelere götürebilmektedir. Bir sarayın tefrişini onu tarif eden kitaba veya bir makinenin yapımını ve çalışmasını, onunla verilen kılavuza istinad ettiren insana deli demeyecek kimse var mıdır, diye soran Fethullah Gülen Hocaefendi hayretlerini dile getirerek meseleyi şöyle özetler: "Gerçek bu iken, üniversite tahsilinin de ötesinde fizik, biyoloji, kimya ve biyokimya üzerinde ihtisas yapmış bir profesör, şu muhteşem kâinatı, onun tefrişini, her şeyin mükemmel bir dizayn içinde yerli yerine yerleştirilmesini, sahip bulunduğu muhteşem ve asla sarsılmaz, bozulmaz âhengi ve hiçbir tamire ihtiyaç duymadan mükemmel ve âhenktâr işleyişini, onun varlığı ve işleyişi üzerindeki araştırmalar neticesi varılan ve adına kanun denilen birtakım mefhumlara; cansız, bilgisiz, şuursuz, iradesiz maddeye; sadece bir isimden, kavramdan ibaret tesadüflere veya kendi kendine oluşa nasıl verebilmektedir, doğrusu aklım almıyor!"2 Özetlersek, Batılı birçok fizikçinin İnsan-Kâinat-Allah münasebetini izah etmede kafalarının karışık olduğu anlaşılmaktadır. Batı'da, Allah'ın fizik ve matematik dilini kullanarak, kâinatı yarattığı şeklinde pek çok yayın yapılmışsa da, Müslüman bilim adamlarının İslâm tevhid düşüncesini bütün buutlarıyla bilim dünyasına aktarmaları ihtiyacı kendini şiddetle hissettirmektedir. Zîrâ ancak tevhidî düşünce sistematiği içinde İnsan-Kâinat-Allah münasebeti, en sağlıklı zeminde ele alınmış olacaktır. Viyana Üniversitesi'nden kuantum fizikçisi Prof. Anton Zeilinger'in dediği gibi, "Fizik açısından Allah'ın varlığı ispat edilemez, fakat aksi de ispatlanamaz." İşte burada iman devreye girmektedir ki, yaratılışın gâyesi de bütün isim ve sıfatlarının her yönüyle kâinattaki tecellilerini araştırıp, aklımızı ve vicdanımızı kullanarak Kudreti Sonsuz Sâni'ye ulaşmaktır. Genç ilim adamlarımızın bilhassa bu noktadan hareketle bilim dünyasına tevhid düşüncesinin rehberliğinde yeni perspektifler kazandırması gibi bir mesuliyetleri olduğunu hatırlatmış olalım. Dipnotlar 1. Durdu O. Güney, "Kuantum İzafiyet Teorisine Doğru", Sızıntı, Ağustos 2003. 2. Fethullah Gülen, Yaratılış Gerçeği ve Evrim, http://tr.fgulen.com/content/view/11781/147/