13 Eylül 2011 Salı

Alzheimer ve şizofreni tedavisinde çığır açan gelişme

ABD'de Güney California Üniversitesi'nden (USC) bilim adamları, ilk kez beyindeki bir sinir alıcısının detaylı haritasını çıkardı.Beyinde öğrenme ve hafızayla ilgili molekül Alpha 7'nin fotoğraflarıyla alzheimer ve şizofreni gibi hastalıkların tedavilerinde daha kesin sonuçlar elde edilecek.

Çocuğunuzun sağlıklı gelişimi için beraber uyumayın

Uzman psikolog Nilüfer Erkin, çocukların anne-babanın yanında uyumasının psikolojik problemler doğurabileceğini söyledi.Erkin'e göre anne-babanın yanında kendini güvende hisseden çocuk gece de bu güveni sürdürmek için aynı yatakta uyumak istiyor. Bu amaca yönelik olarak doğru olmadığı halde bazı korkular üretiyor. Anne-babalar, çocuğunun korkusunu dindirmek zorunluluğu ile kendileriyle yatmasına izin veriyor. 3-4 yaşlarında korkulu rüyalar, gece ağlamaları ve sıçrayarak uyanmalar her çocukta rastlanabilen durum. Çocukların kendilerine ait bir yatakta ve ebeveynlerinin olmadığı bir odada uyumaları anne-babadan bağımsızlaşabilme, cinsel ve genel kişilik gelişimi açısından çok önemli.

Kulaklık kullanırken 90 desibeli geçmeyin

Pamukkale Üniversitesi (PAÜ) Tıp Fakültesi Kulak Burun Boğaz (KBB) Hastalıkları Anabilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Bülent Topuz, gençler arasında kulaklıkla yüksek sesle müzik dinlemeye bağlı işitme kaybı sorununun arttığını söyledi.Prof. Dr. Bülent Topuz, özellikle de 12-19 yaş grubu kişilerde işitme kayıpları gözlendiğini belirtti.

Uzun süre yüksek sese maruz kalınmasının işitme kaybına yol açacağını dile getiren Topuz, şunları söyledi: "Bu işitme kaybı başlangıçta geçicidir. Bir süre sonra kalıcı hale dönüşür. Daha çok gençler tarafından yolda, toplu ulaşım araçlarında müzik dinlemek için kullanılan kulaklıklar sesin direkt kulak içine aktarımını sağlıyor. Uzun süre bu sese maruz kalındığı zaman geçici işitme kayıpları ortaya çıkabilir. İç kulak hassasiyeti bulunan kişilerde kayıp kalıcı olabilir. Genel olarak ailesinde işitme problemi olan gençlerde iç kulak hassasiyeti olduğunu söyleyebiliriz. Yeni neslin gözde müzik dinleme cihazlarını kullanan gençlerin yüzde 30'unun risk altında olduğu bilimsel çalışmalarla gösterilmiştir.''

Topuz'a göre ileri yaşlarda görülen kulak çınlamasının görülme yaşı aşağı indi. Bunun en büyük sebebi kulaklık. Eğer kulaklıktan gelen ses 90 desibeli geçiyorsa tehlike çanları çalıyor demek. Yüksek sese sürekli maruz kalma, kalıcı işitme kayıplarına da sebep oluyor.

Göz ardı edilen birçok hastalık öğrenme sorununa yol açıyor

Ders zilinin çalmasına az bir zaman kaldı. Okul başarısını birçok faktör etkilese de başarıya giden yolda 'sağlık'ın rolü büyük. Göz ardı edilen hastalıklar, beynin işlevlerini etkiliyor. Özellikle de diş çürükleri, geniz eti problemleri, sinüzit, vitamin ve mineral eksiklikleri zekânın gelişimi ve öğrenmede kalıcı hasarlara yol açıyor. Çocuklar, okul başlamadan mutlaka doktor kontrolünden geçmeli.Uzun bir tatilden sonra okullar açılıyor. Her anne-baba çocuğunun başarılı olmasını ister. Öğrencinin ailede aldığı eğitim, oturulan semt, seçilen okul, öğretmenler, alınan malzemeler başarı için önemli. Okul başarısında önemli olan hususlardan biri de öğrencinin sağlık durumu. Sağlık sorunlarının ihmali çocukların okul başarısında ciddi sonuçlara yol açıyor.

Çocuklar büyüme çağında olduğu için gelişimlerinde kritik evreler vardır. Bu evreler zekânın gelişmesi ve belli yeteneklerin kazanılması açısından da önemli. Bu kritik evrelerde ihmal edilen sağlık sorunları, zekâ gelişimi, zekânın şekli, seviyesi ve öğrenmede telafisi imkânsız hasarlara sebep oluyor.

Çocukların sağlık sorunları yetişkinlerinkinden farklı özellikler içerir. Birçok hastalık, yetişkinleri halsiz güçsüz bırakırken çocuklar enerjik olabilir. Birçok yetişkinin dayanamadığı ağrıya çocuklar daha tahammüllü olabilir. Bunlar çocuk hastalıklarının zamanında anlaşılması, teşhis ve tedavisinde ihmale yol açar. Diğer taraftan bazı hastalıkların tedavisinin gecikmesi çocuklarda yetişkinlerde olduğundan daha büyük hasarlar bırakır. Bunun en önemli nedenlerinden biri, çocuklarda bağışıklık sisteminin yetişkinlerinki kadar gelişmemiş olmasıdır. Yine birçok kronik hastalıkta kalıcı hasarların nedeni, beynin işlevleri için gerekli olan oksijenin yetersizliği. Yine beynin işlevleri için gerekli olan glikozun kanda olması gereken seviyede olmaması da kalıcı hasarlar bırakıyor. Beynin işlevlerinin etkilenmesi; çocukta öğrenmesi gerekenleri zamanında öğrenememe, kazanılması gereken yeteneklerin kazanılamaması gibi vahim sonuçlara sebep olmakta. Kronik hastalıklar kontrol altına alındığında çocukta ders başarısızlığı problemi görülmez.

Anne-babalar çocuklarının sağlık sorunlarının tedavisinin gecikmemesi için şu hususlara dikkat etmeli:

İş yoğunluğu nedeniyle ihmaller sıklıkla görülüyor. Buna yol açmamak için diğer aile yakınlarından destek alınmalı.

Doğru sağlık kuruluşuna gitmek için gereken araştırmalar yapılmalı. Bilgi eksikliği sebebiyle yanlış kuruma başvurmak zaman kaybına yol açıp tedavide gecikmeye sebep oluyor.

Birinci basamak muayeneden sonra sevk edilen ya da önerilen tedavi kurumundan randevu alma ertelenmemeli ve geciktirilmemeli.

Gerekli tetkikler için de randevu alma ertelenmemeli ve geciktirilmemeli ve alınan randevu günlerinde tetkik yapılacak yerde zamanında bulunulmalı.

Tedavi için gerekenler doğru şekilde uygulanmalı.

Tedavi süresi bittikten sonra doktora tekrar kontrol için gitmek gerektiğinde geciktirmeden gidilmeli.


Başarıyı etkileyen ve ihmal edilen hastalıklar

Kulak, burun hastalıkları, tonsilit, geniz eti problemleri, sinüzit; vitamin ve mineral eksiklikleri. Demir eksikliği, kansızlık problemleri.

Alerjik hastalıklar, kronik bronşit ve solunum yolları hastalıkları, egzamalar, diş çürükleri.

Kan şekeri düzensizliği ile ilgili problemler (diyabet vb.), hormonal bozukluklar ile ilgili problemler, tiroit problemleri.

Fıtıkta ameliyat en son çare

Her bel ve boyun fıtığı, ameliyata aday değil. İlaç tedavisi, istirahat, fizik tedavi, spora rağmen şikâyetler geçmiyorsa hasta o zaman ameliyat edilmeli. En az üç ay beklenmeli.Ameliyat, tüm tedavi yöntemlerine rağmen ilerleyen nörolojik bir bulgu olduğunda şart.Türkiye'de son zamanlarda bel ve boyun ağrısı şikâyetleriyle hastanelere başvuranların sayısı hızla artıyor. Özellikle de kollarda ve bacakta uyuşma, ağrı, güç kaybı gibi belirtiler gösteren 'bel ve boyun fıtığı' rahatsızlıkları için gelenler hastanelerde yoğunluk oluşturuyor.

Florence Nightingale Hastaneleri Nöroşirürji Bölüm Koordinatörü Prof. Dr. Cengiz Kuday, bel ve boyun fıtığında ameliyatın en son çare olduğunu belirtiyor.

Prof. Dr. Cengiz Kuday, bel ve boyun fıtığında diğer tedavi metotları denenmeden hemen ameliyat olmamayı öneriyor. Kuday'a göre her bel ve boyun fıtığı, ameliyata aday değil. İlaç tedavisi, istirahat, fizik tedavi, spora rağmen şikâyetler geçmiyorsa o zaman ameliyat edilmeli. En az üç ay beklenmeli. Kuday, ancak tüm tedavi yöntemlerine rağmen ilerleyen nörolojik bir bulgu olduğunda, ameliyatın gerektiğini dile getiriyor. Kuday, "Eğer her türlü tedaviye rağmen ilerleyen nörolojik bir bulgu olduğu takdirde, bel fıtığında 'lasek testi' denen ve hastanın bacağını 10 derece kaldırdığımızda ağrı hissediyorsa, verdiğimiz ağır ağrı kesicilere rağmen ağrı devam ediyorsa, baş parmağında zayıflık varsa ameliyat gerekir. İdrar ve gayta kaçırıyorsa vakit kaybetmeden ameliyat yapmak lazımdır.'' ifadesini kullanıyor.

Prof. Dr. Kuday, hastaların gereksiz yere, "Felç olursun, iktidarsız olursun, idrarını tutamazsın, gaytayı kontrol edemezsin, eğer boyundaysa boyundan aşağısı felç olur.'' diyerek korkutulduğuna işaret ederek, hastaların bu gibi uyarıları dikkate almaması gerektiğini belirtiyor.

Öte yandan bel ve boyun fıtığı, ameliyat sonrası tekrarlayabiliyor. Kuday, ameliyat sonrası yüzde yüz iyileşme olmayabileceğini, rahatsızlıkların nüksedebileceğini vurguluyor. Kuday, genç hastalarda ise hastalığın tekrarlama ihtimalinin yüzde 10-15 daha fazla olduğunu söylüyor.

'Microdiskektomi' yöntemi daha çok tercih ediliyor

Bel ve boyun fıtığı ameliyatında birçok teknik uygulanıyor. Microdiskektomi ise en çok tercih edileni. Bu ameliyatlarda endoskopik ve lazer teknikleri de kullanılıyor. Ancak her vakada endoskopik yapılamıyor. Endoskopik ameliyatlar, daha uzun sürmesi ve fıtığın tekrarlama oranının daha fazla olması gibi birçok dezavantaja sahip. Ayrıca bu ameliyatlarda likör yırtığı ve sızıntı olabiliyor, komplikasyon oranı daha fazla. Lazer yöntemi çok nadir kullanılıyor. Fıtığa lazer veriliyor, fıtık küçülüyor, ancak lazer kontrol edilemeyen bir güce sahip. Işın verilecek odak noktayı geçip diğer organları etkileyebiliyor.

Okul alışverişinde kalite kadar sağlığa da dikkat edin

Anne-babaların okul alışveriş telaşı başladı. Hesaplı olduğu kadar sağlıklı seçimlerin de yapılması önemli. Üniformalarda polyester ve naylon kumaşlar gribal enfeksiyonlara davetiye çıkarıyor. Çantanın ağırlığı vücut ağırlığının yüzde 15'ini geçmemeli. Terlemeye karşı ayakkabının iç yüzeyi ter emici malzemeden yapılmalı.Okulların açılmasına sayılı günler kaldı. Öyle ki anaokulu ve ilköğretim birinci sınıfa kayıt yaptıran küçükler için ilk ders zili dün çaldı. Veliler ve öğrencileri de alışveriş telaşı sardı. Çocuklar için hesaplı olduğu kadar sağlıklı seçimlerin de yapılması gerekiyor. Özellikle de kıyafet seçiminde. Medicana Bahçelievler Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Uzmanı Dr. Alper Özkılıç, öğrencileri üşütmeyecek ve terlerini çekebilecek nitelikteki kumaşların tercih edilmesi gerektiğini belirtiyor. Özkılıç, yünlü ve pamuklu kumaştan imal edilmiş kıyafetlerin satın alınmasını öneriyor. Özkılıç'a göre polyester, naylon, akrilik gibi ipliklerle dokunmuş kumaşlar, çocuklarda teri iyi çekmediği için vücudun ısı dengesini bozuyor. Bu da gribal enfeksiyonlara davetiye çıkarıyor.

Ebeveyn okul için gerekli eşyaları alırken, çocukla işbirliği içerisinde olmalı. Alışverişte velinin ve çocuğun birlikte karar vermesi gerektiğinin önemini hatırlatan Özkılıç, anne-babanın kendi tercihleri doğrultusunda çocuğu yönlendirmesinin gerekli olduğunu belirtiyor. Özkılıç şöyle konuşuyor: Çocuk, eşyanın sadece rengi ve albenisine kapılarak karar verir. Hâlbuki ebeveyn çocuk için en sağlıklı, kullanışlı ve kaliteli olanı seçecektir. Kıyafet satın alırken iç yüzüne yerleştirilmiş etiketlerde yer alan yapım malzemeleri kontrol edilmeli; sentetik yerine yün ve pamuktan dokunmuş kumaşlar tercih edilmeli. Ucuz, aynı zamanda ütülemesi kolay kumaşlar tercih nedeni olmamalı.

Dr. Alper Özkılıç'a göre çantanın rengine ya da biçimine bakılarak tercih edilmesi birçok sağlık sorununu da beraberinde getiriyor. Ağır okul çantaları öğrencilerin omurga problemi yaşamasına sebep oluyor. Özellikle omurgaya yapılan yüklenmeler, sırt ve bel ağrılarına yol açıyor. Okul çantasının ağırlığı vücut ağırlığının yüzde 15'ini geçmemeli. Ağır olan malzemeler sırta en yakın bölgede en arkada taşınmalı. Yük sırta eşit dağıtılmalı, her iki omuz askısı takılmalı, dar askı omuz baskısını artırıp dolaşımı bozduğu için omuz askısı geniş çantalar tercih edilmeli. Çantalarda bel kemeri kullanılmalı, kenar göğüs askıları kullanılmalı, yük vücuda yakın olmalı. Çantaların sırt desteği olmalı. Sırt çantası uzun süre kullanılmamalı, uzun süreli kullanım gerekiyorsa tekerlekli olanı tercih edilmeli.

Şüphe edilen ürünler Gümrük ve Ticaret Bakanlığı'na bildirilmeli

Çocukların sağlığı ve güvenliği için kalitesiz ve ucuz kırtasiye malzemelerinden uzak durulmalı. Plastiğin yumuşayarak esneklik kazanmasını sağlayan 'fitalat' adı verilen kimyasal madde, ter ve tükürük yolu ile vücuda girerek hormon sistemine ciddi zararlar veriyor. Keçeli kalemler, okul ve beslenme çantaları, kalem kutuları, su mataraları, çocuk giysilerindeki plastik baskı ve aksesuarlar, spor ayakkabılar gibi birçok üründe kullanılan, altı adet fitalatın kullanımına sınırlama getirildi. Giyim eşyaları ile ayakkabı ve okul çantalarında azo boyar maddelerin 30 mg/ kg limitinin üzerinde kullanımı yasaklandı. Türk Standardları Enstitüsü'ne (TSE) göre; kokulu silgiler kanserojen olduğu için tercih edilmemeli. Kalem gövdesinde yara, ezik, kıymık ve çatlak bulunmamalı. Suluboyalar homojen görünüşte ve renkte olmalı, renk dalgalanması görülmemeli. Boya kaleminin yüzeyinde, kabarma, dökülme, çatlama, akma ve ton farkı bulunmamalı. Veliler, güvensizliğinden şüpheye düştükleri ürünler konusunda Gümrük ve Ticaret Bakanlığı Tüketicinin Korunması ve Piyasa Gözetimi Genel Müdürlüğü'ne başvurabilir.

Sert ayakkabılar, kas gücü gelişimini engelliyor

Çocuğun normal gelişimi için rahat, yumuşak ve esnek ayakkabılar tercih edilmeli. Terlemeye karşı ayakkabının iç yüzeyi ter emici bir malzemeden yapılmış olmalı, aynı zamanda ayağı soğuktan korumalı. Plastik ve diğer sentetik malzemelerden yapılan ayakkabılar yerine deri veya kanvas tercih edilmeli. Topuk kısmı ve ayak başparmağı tarafında bir parmak kadar boşluk olmalı. Ayakkabının ön kısmı geniş ve yuvarlak, arka kısmı güçlü ve nispeten hareketsiz olmalı. Sert ayakkabı ayak hareketliliğini ve kas gücünün gelişimini sınırlar.

Kıyafet alırken nelere dikkat etmeli?

Ölçülerin uygunluğu: Çocuk, mutlaka alışveriş yapılan mağazaya götürülmeli, giydirilip, çocuğun rahatça hareket ettiğini gördükten sonra karar verilmeli. Kalça genişliği ve oturuş yüksekliği geniş ve rahat olmalı. Çünkü çocuklar atlamaya, zıplamaya meraklıdır.

Kol ağızları: Kollar ve kol ağızları, çocukların rahat giyip çıkartacağı biçimde olmalı. Çocuklar, örneğin bir kazağı sırtına geçirdikten sonra, kollarını rahatlıkla yukarıya aşağıya indirebilmeli.
Düğme delikleri: Düğme delikleri örülmüş olmalı. Düğme delikleri örülmeyecek kadar baştan savma bir giyecekte başka tür hatalar da olabilir. Düğme delikleri, açıp kaparken zorlamamalı, yeterince büyük olmalı.

Dizler–dirsekler: Diz ve dirseklerde 'kuvvetlendirici' bulunmalı. Bazı kumaş ya da deriden ek parça ile diz ve dirsekler güçlendirilmeli. Böyle hazırlanmış bir pantolon ve kazak, çocuk kıyafetlerinin ömrünü uzatır.

Dikiş: Dikiş aralıkları yeterince sık mı? Kumaş özenli dikilmiş mi? Çocuklar çok hareketli oldukları için, ilk oturup kalkmalarında dikişler patlayabilmekte.

Askılık: Kıyafetin askı ilmeği olup olmadığına mutlaka dikkat edilmeli.

9 Eylül 2011 Cuma

ORKESTRANIN BOZUK SAZI

Evvel zaman içinde kalbur saman içinde dört başı mamur bir ormanda bütün hayvanlar kardeşçe yaşarmış. Kimin ayağı tökezlese elinden tutulur, kimin dili sürçse affolunurmuş. Her hayvan diğerinin aynasıymış. Hataları düzeltmenin güzel bir yolu bulunurmuş.
Bu ormanda yaşayan hayvanlardan biri de sincapmış. Kızıl tüyleri, yelpaze gibi kuyruğu, ele avuca sığmayan hâliyle ile sevimli mi sevimliymiş. Orman halkı onun bu sevimliliğine bayılırmış. Gördükleri yerde sırtını sıvazlar, tatlı dille hâlini hatırını sorar, nerden buldukları bilinmez, fındık, fıstık ikram ederlermiş.
Sincap, orman halkının bu içten sevgisinin kıymetini bilmezmiş.
Kargaya “Kes çirkin sesini.”, baykuşa “Uğursuz kuş, yoluma çıkma.”, tilkiye “Tavuk hırsızı.” dermiş. Herkese bir sözü varmış. Kalp kıracakmış, dostlarını üzecekmiş, kimin umurunda. Doğru-yanlış, akıl süzgecinden geçirmeden ağzına geleni söylermiş.
Orman halkı bir söylemiş olmamış, iki söylemiş olmamış. Bakmışlar, değil bir, bin söyleseler anlamayacak sincap. Bir gece ormanı terk etmişler. Sincaptan uzak bir yerde, kendilerine yeni bir yurt tutmuşlar.
Sincap uyanmış. Ağaçların dallarında dolaşan rüzgâra söylenmiş. Bu sabah ötmüyorlar diye bülbüller hakkında atıp tutmaya başlamış. Hayret, ağzını açıp karşılık veren olmamış. Sincap, var bu işte bir bit yeniği diyerek başını kaldırınca görmüş ki ormanda in cin top oynuyor.
— Beni bırakıp pikniğe gitmek he! Akşama dönsünler gösteririm ben onlara, diye söylenmiş.
Doğan güneş batmış, sabah akşam olmuş. Ne gelen olmuş ne giden. Sincap hâlâ söylenirmiş:
— Tilki’nin dönüp dolaşıp geleceği yer kürkçü dükkânı. Bugün değilse yarın geleceksiniz. Bugün gelseniz bir söyleyecektim, yarın bin söyleyeceğim. Sizi gidi arkadaş düşmanları sizi. Aman sincap, cicim sincap diye sevin, yüzüme gülün, gezmeye bensiz gidin. Haktan reva mı bu?
Ertesi gün de gelen-giden olmamış. Sincap karşı tepelere kadar çıkıp çevreyi kolaçan etmiş. Bir ize rastlamamış.
— Acaba nereye gittiler, diye endişelenmeye başlamış. Başlarına bir şey gelse, yanlarında aslan var, kaplan var. Nereye gider bu kadar hayvan? Yer yarıldı, içine mi girdiler? Yoksa uzaylılar mı alıp götürdü? Koca ormanda ben bir başıma ne yaparım? Bunlar benim dilimden kaçmış olmasın!
Sincap orman halkına söylediği kötü sözleri, canlarından bezdiren şımarıklıklarını hatırlayınca pişman olmuş. “Keşke demeseydim, keşke yapmasaydım!”diye hayıflanmış. Keşkeler doldurmuş koca ormanı.
— Kötü şaka ve sözlerim yüzünden arkadaşsız kaldım işte, diye hayıflanıp durmuş.
Hayvanlar her gün bir kuşu ormana gönderip sincabı izletirlermiş. Ne yapıyor, hâlâ bastığı yere mi basıyor, yoksa hatasının farkına varıp pişman oldu mu? Her akşam bir araya gelip raporları değerlendirirlermiş.
Bir akşam yine toplanmışlar, son raporu değerlendiriyorlarmış. Güvercinin getirdiği rapora göre, sincap pılısını-pırtısını toplamış, yarın gurbete çıkacakmış.
Arkadaşsız ormanın dört bir yanı fındık ağacı olsa neye yarar? Dostlarla paylaşılmayan fındıklar saman gibi, tadı tuzu yok, diye söylendiği; yaptıklarına pişman olduğu, tövbe ettiği yazıyormuş güvercinin raporunda.
Ölçmüşler biçmişler, ince eleyip sık dokumuşlar. Uzun tartışmalardan sonra sincabın gerekli dersi aldığını söyleyerek ormana, yurtlarına dönmeye karar vermişler. Gurbette yaşamak hayvanlar için de zormuş doğrusu.
Sincap sabah uyanınca ne görsün; orman yine eski orman. Bülbüller ötüyor, aslanlar kükrüyor, ağaçkakanların tak takları ormanı inletiyor. Sincap şaşkınlıktan küçük dilini yutuyormuş az daha.
Gördüğü hayvana sarılmış. Hepsinden özür dilemiş. Böylece orman orkestrasının bozuk sazı akort edilmiş. Ormandan yükselen ahenkli ses, çevre ormanları aşıp dünyanın bütün ormanlarına ulaşmış.

Ergül ALTAŞ

MELEK OSMAN

Kalacak bir yer ararken tanıştım onunla. Şehir değiştirmiş, yeni bir işe başlamıştım. Geçici olarak iş yeri misafirhanesindeydim. Sağa sola haber bıraktım, ev arkadaşı arayan olup olmadığını sormalarını istedim. İkinci haftanın sonunda Osman çıkageldi. Üç arkadaş kaldıklarını, bir kişi daha baktıklarını söyledi. Evi ve diğer arkadaşları gördükten sonra kararımı vereyim dedim. Birlikte yola çıktık. Yol boyunca konuştuk, ilk defa böyle biriyle karşılaşıyordum. Çok hassas bir karakterdi Osman. Yaklaşık yirmi dakika yürüdükten sonra eve ulaştık.
Site içinde bütün cepheleri açık, üçüncü katta bir dairede kalıyorlardı. Arkadaşlardan biri işsizdi. Diğeri bir ihracat firmasında çalışıyordu. Osman da benim çalıştığım şirkette pazarlamanın yurt dışı ayağında görevliydi. İki oda bir salon dairede eşyalar muntazamdı. Dolap, fırın, çamaşır makinesi, kombi ve televizyon vardı. Kabul ettiğim takdirde benim çekyat da hazırdı.
Osman’la Mustafa aynı odada kalıyordu. Dairenin en güzel odası olduğundan diğer odada yalnız kalmak yerine bu odada kalmayı tercih etmişlerdi. Ev iki oda bir salon için oldukça iyi planlanmıştı. İşsiz arkadaş salonda kaldığı için, evet dersem boş oda benim olacaktı. Evin genel havası hoşuma gitti ve misafirhaneye gidip eşyalarımı getirdim. Artık bir evim, bir odam ve üç arkadaşım vardı.
Günler hızla geçip gidiyordu. İşsiz arkadaş iş arıyor, Osman işten artakalan vakitlerinde kendine iş icat edip sağa sola koşturuyor, Mustafa pazar günleri bütün gazeteleri alıp akşama kadar çay, kahve, gazete üçgeninde devinip duruyordu. Ben de ütü, banyo vs. işlerden sonra ikindi vakti gezmek için Üsküdar’a iniyordum. İstanbul’un bulutlu ve nemli havası bana hiç yaramamıştı. Göğsümde bir ağrı, nefesim sıkışıp duruyordu.
Bir hafta sonu Osman heyecanla eve geldi. Üsküdar’da biriyle tanıştığını, adamla neredeyse iki saat boyunca bir bankta oturduklarını, adamın Ordu’dan geldiğini, parasını yankesiciye kaptırdığını falan anlattı. İşin sonunun nereye varacağını az çok kestirsem de sessizce dinlemeye devam ettim. Adam Ordu’da avukat olduğunu, bir iş için buraya geldiğini, tanıdığı kimse olmadığını, söyledikten sonra sadede gelmiş ve Osman’dan bilet parası istemiş.
Osman beklediğimiz gibi hiç düşünmeden cebindeki bütün parayı çıkarıp vermiş. Adam teşekkür etmiş ve telefonunu bırakıp bana bu numaradan ulaşabilirsin, hafta içinde paranı yatıracağım diye söz vermiş.
Anlatacakları bitince gülerek “Geçmiş olsun Osman, dolandırılmışsın. Keşke telefon parası verseydin. Adam telefon etseydi memleketinden adına havale yapsalardı.” dedim. İnanmadı. Ne kadar kötü olduğumu, adamla camide karşılaştığını, nur yüzlü bir adam olduğunu söyleyince kendimden şüphe ettim. Utandım.
Aylar sonra aklıma düştü. “Osman parayı aldın mı?” diye sordum. “Numara kullanılmıyor ama benim numaram var adamda. Yeni numarasından beni arar.” dedi. Duyduklarıma inanamadım, hâlâ kandırılmadığını düşünüyordu. Adamdan o kadar emindi ki… Üstelemedim. “Belki de haklıdır biraz daha bekleyelim.” dedim.
Üç aylar gelmişti. Mevsim sonbahar olsa da havalar sıcaktı. Osman birkaç gündür, Ankara’da resmî bir işi olduğunu, bundan sonra arada bir Ankara’ya gideceğini söyledi. Ramazana doğru da “Evden taşınalım, şirkete yakın bir yerden ev tutalım.” demeye başladı. “Yahu Osman bu ev güzel. Böyle bir evi arasak bulamayız, hem şirkete on dakikalık mesafedeyiz, etme gitme.” dedikse de dinletemedik. Osman kararlıydı ne yapıp edip evi taşıyacaktı.
Netice de Osman’ın resmî işleri için Ankara’da olduğu bir hafta sonunda kendimi, merdivenlerden çekyat indirirken buldum. Hava sıcak, merdivenler dar, çekyat büyük ve ağır. Mustafa’yla tere batmış bir hâlde oflaya puflaya çekyatı indirdik, dilimiz damağımıza yapıştı. Yok dedim böyle olmayacak hemen hamal bulalım. Kamyoncu gitti üç adam getirdi. Adamlarla anlaştık, yükü taşıdılar. Cumartesi günü akşama -iftara- yakın yığma da olsa eşyaları yeni eve taşıdık.
Zemin kat, kuzey cephe, rutubetli, iki oda bir salon ama kirası daha fazla, üstelik aidatı var. Diğer evden daha küçük.
Pazar akşamına kadar evi yerleştirmekle uğraştık. Saat on gibi Ankara’dan dönen Osman, dayalı döşeli evde, “Ne güzel oldu değil mi arkadaşlar.” diyerek bir sağa bir sola gidip geliyordu. Ben bir ‘la havle çektim’, Mustafa bir ‘ya sabır’.
Yeni evimizde hepimizin bir arada olduğu ilk gündü. Oturmuş çay içiyorduk. Derken birden aklıma geldi. “Osman!” dedim. “Senin bilet parasından bir haber çıktı mı?” “Yok.” dedi. “Gelir mi?” dedim. Hayret nihayet ümidini kesmiş, dolandırıldığını kabul etmişti. Peşinden bir de itirafta bulundu.
O gün kira parasını iyi ki yanıma almamışım. Adam beni öyle bir havaya soktu ki ne kadar istese o kadar verecektim. Yanımdaki bütün parayı verdim. Adama o kadar acımıştım ki “Keşke yanımda biraz daha para olsaydı.” dedim. “Birlikte bankamatiğe gittik ama hesabımda para yoktu, eğer kira parası yanımda olsaydı… Bizim havale ahiret hesabına yattı anlaşılan.” dedi.

SALİH KALENDER

Güneş'in Parmak İzi: Güneş Lekeleri

Dünya'yı yutacak bir büyüklüğe sahip, içine düşen her şeyi ânında yok edecek bir gücü hiç düşündünüz mü? 600 kilometrelik derinliği, 500 milyon metrekareye yayılmış alanı ve 4.000 derece sıcaklığıyla âdeta cehennemden bir çukurun dehşetini bir ân için olsun düşünelim! Duvarı fokurdayan gazlardan oluşan bu çukur, içine düşen en sağlam maddeleri dahi ânında elektrik yüklü atoma, elektrona ve diğer parçacıkların karışımı olan plâzmaya dönüştürmektedir. İşte bu dehşet çukurlarının diğer ismi, güneş lekeleridir.

Gökyüzüne baktığımızda, Güneş'in her zamanki sakinliği ve ülfetiyle bizlere enerji vererek varlığını devam ettirdiğini zannederiz. Öyle olmadığını Güneş'le ilgili araştırma yapan astronomlar açık bir şekilde ortaya koyuyorlar. Titremesinden tutun da, fırtınalarına kadar bu dev gök cismi ile ilgili birçok sahada yapılmış araştırmalar, onun Güneş Sistemi'nin en faal unsuru olduğunu gösteriyor. Güneş'i anlamaya çalışan astronomlar, onun üzerindeki lekeler için de yoğun bir mesai sarf ediyor. Zîrâ Güneş'in mahiyetinin ancak lekelerinin barındırdığı sırların çözülmesiyle anlaşılacağı ifade ediliyor.

Güneş Sistemi'nin barındırdığı gezegenlerin toplamından daha ağır olan Güneş, sürekli kaynayan, kıvılcımlar ve ışınlar saçan şeffaf bir kazanı andırır. Güneş'in birçok faydası var şüphesiz; fakat bazı tehlikeler de barındırdığı ortada. Dünya, kozmik ölçeklere göre Güneş'in yakın komşusu sayılır. Dolayısıyla Dünya'daki canlıların ondan gelecek tehlikeli ışınlara karşı korunmaları gerekmektedir. Başta kutlu misafir insan olmak üzere bütün canlıları korumak üzere ilmi, kudreti ve rahmeti sonsuz Allah (celle celâlühü) bu iş için birçok koruyucu tabaka yaratarak yeryüzünü Güneş'in zararlarından korumuştur. Bu mühim hizmetin bir kısmını adeta kurşungeçirmez bir yeleği andıran Dünya'nın manyetik alanı üstlenmiş durumdadır. Güneş fırtınalarını ve diğer tehlikeli ışınları, gezegenimizin manyetik alanı göğüsleyip kutuplara yönlendirmektedir. Kutuplara yönlendirilen bu ışınlar zararsız hâle getirilir ve kutup atmosferinde insanları hayrete sevk edecek renk cümbüşlerine vesile olur.


Saniyede 600 milyon ton hidrojenin helyuma dönüştürüldüğü Güneş, kaynayan ve fokurdayan bir kasırgaya benzetilebilir. Güneş çekirdeğinin yaklaşık 15 milyon derece sıcaklığa sahip olduğu düşünülürken, kırmızı pirinç tanelerini andıran yüzeyinin, yaklaşık 6.000 derece olduğu tahmin ediliyor. Bu hâlde Güneş'in yüzeyindeki sıcaklık, Dünya'nın çekirdeğindeki sıcaklık kadardır denilebilir. Güneş'in çekirdeğinde yaratılan nükleer füzyon sayesinde sürekli enerji üretilir. Hidrojenden helyuma dönüşümünün bir gramı, atom bombası patlamasındaki oluşan enerjiye tekabül eder. Bu enerji, Güneş'in diğer tabakalarını da aşarak sathına ulaşır, oradan da uzaya güneş ışını olarak yayılır. Çekirdekte oluşan bu enerji, dış tabakalara doğru aşırı sıcaklık, çekim kuvveti ve güneşin süper-manyetik alanı sebebiyle, ancak büyük bir baskı altında ilerleyebilir. Normal şartlarda manyetik alan, Güneş yüzeyinin altında, kuzeyden güney kutbuna doğru paralel devam ederken, manyetik alan halkalarında bir karışıklık, onun yüzeye doğru kuvvetli bir şekilde fırlamasına sebep olur. Yukarıya doğru fırlayan manyetik alan halkası, tekrar birkaç bin kilometre ileride, Güneş'in iç tabakalarına doğru roket gibi geri döner. Manyetik alan halkalarının, Güneş yüzeyine çıkış ve tekrar içeri giriş yerlerinin, güneş lekelerinin ortaya çıkmasında rolü olduğu tahmin edilmektedir. Güneş lekelerinin bulunduğu alanların, diğer yerlere kıyasla baskının artması ve dolayısıyla çekirdekten sıcaklığın yüzeye ulaşmasının bir nevi engellenmesiyle, yaklaşık 2.000 derece daha soğuk olduğu düşünülmektedir. Güneş lekeleri, âdeta Güneş'in sırlarını ihtiva eden parmak izi mahiyetindedir. Bu sırlardan biri 2006 yılında keşfedildi. Bir güneş lekesinin patlamasıyla uzaya çok büyük hacimli enerji kütlesi fırlar. Patlama neticesi belki de bilim tarihinde ilk defa rastlanan bir hâdiseye şahit olundu. Bilim insanları önceleri plâzma zannettikleri kütlenin hidrojenin saf hâli olduğunu görünce oldukça şaşırdılar. Uydu vasıtasıyla bu fenomeni tam 90 dakika müşahede eden bilim insanları, bu duruma şu âna kadar tatmin edici bir ilmî açıklama getiremediler.


Güneş lekelerinin patlamasıyla ortaya çıkan diğer bir başka sır da, 2009 yılında kısmen aydınlatılmıştır. Bu zamana kadar yanlış hesaplama ve optik yanılgı diye düşünülen güneş tsunamilerinin artık gerçek olduğu STEREO (Solar Terrestrial Relations Observatory) adlı üç boyutlu çekim yapan mega kameralar sayesinde anlaşılmıştır. Güneş tsunamileri, tahminlerin çok üzerinde bir güç barındırırlar. Bunlar, Güneş'in derinlerinden gelerek plâzma ve manyetizm hâlinde 100.000 kilometre yükseğe uçtuktan sonra, saatte 900.000 kilometre hızla Güneş'in yüzeyinde esmeye devam ediyor. Hâlbuki bu patlama, astronomların ifadesine göre, son 100 senenin en az güneş lekelerinin yaşandığı bir zaman dilimine karşılık geliyor. 2013 yılında güneş lekelerinin tekrar yükselişe geçeceği tahmin ediliyor. Güneş'in, lekelerinin azalmasıyla orantılı ışın verme gücünün de gerilediği sanılıyor. Bunun Dünya'daki iklime nasıl bir tesir edeceği ile ilgili şu ân kesin bir şey söylenemiyor. Son 100 yılda Güneş'in manyetik alan gücünün iki kata çıktığını bilim adamları tespit etmiştir. Son 10 yılda gezegenimizdeki ortalama sıcaklığın artmamasının Dünya iklimine fayda bile getireceği ifade ediliyor. Âdeta sihirli bir el, Dünya'mızın teneffüse ihtiyacını anlamış da, Güneş'in sıcaklığını geçici olarak biraz kısayım demiş gibi.

Güneş'in parmak izinde gördüğümüz ince dengeler, merhameti sonsuz bir Kudret'in bütün bu sistemi evirip çevirdiğine işaret ediyor. Aynı kudret, üzerinde yaşadığımız gezegenin korunmasını gözlerimizle ihata edemediğimiz zırhlarla sağlamış. Eğer Güneş Sistemi'ndeki dengelerde küçücük bir değişiklik olsaydı, bu, insan ve canlılar için feci bir neticeye yol açabilirdi. Güneş'in sıcaklığı yüksek olsaydı, her şey kavrulur ve yanar, azalsaydı bu sefer de her şey buz kesilirdi.

Bu sebepten olmalı ki, astronomların büyük çoğunluğu, kâinattaki bu muhteşem nizamı gördükten sonra, her şeyi bilen ve her şeye gücü yeten bir Yaratıcı'nın varlığına inanma ihtiyacı hissediyor. Hakikati arayan her gönül, bu muhteşem nizamı gördükten sonra, elbette onun başıboş yaratılmadığını anlayacaktır. Güneş'in parmak izi, kâinat kitabının sadece bir harfi mesabesindedir. Hikmetle bakan herkes, harflerin nasıl kelimelere, kelimelerin de nasıl mânâ dolu cümlelere dönüştüğüne şahit olacaktır. STEREO gibi mega kameralar sayesinde önümüzdeki yıllarda Güneş'in daha birçok sırrının keşfedileceğini belirten bilim adamları, her bir keşfin de insanları hayrete sevk edeceğini belirtiyorlar.

Kaynaklar
- GEO kompakt, Nr. 21, Die Grundlagen des Wissens, Das Sonnensystem, 2009
- Welt der Wunder, Entdecken, Staunen, Wissen, 1/10, 2010
- Bernhard Mackowiak, Warum Leuchten Sterne? – Die Astronomie in Fragen und Antworten, Kosmos Report 1995

DNA Tesadüfü Reddediyor

Batı tıbbının hızla geliştiği yıllar, İkinci Dünya Savaşı'nın yaralarının sarıldığı dönem ile örtüşmektedir. 1950'li yıllarda Amerikalı biyolog James Watson ile İngiliz fizikçi Francis Crick, canlıların genetik bilgisinin depolanmasında tercih edilen mükemmel moleküler mimarîye dâir çok önemli çalışmalar yapmış ve bunları 1953 yılında Nature dergisinde yayımlamışlardır. Watson ve Krick'in teklif ettiği ve bugün hâlen geçerliliğini koruyan model, genetik bilginin çift sarmal (iki kopya) şeklinde ve deoksiribonükleik asit (DNA) olarak saklandığı gerçeğidir.1 DNA'nın yapısının anlaşılmasından itibaren insan vücudu ve hastalıkları ile uğraşan bilim insanları, büyük keşiflere imza attılar. Bu keşiflerden beklenen, 2000'li yıllarda insan vücuduna ait sırların ortalığa döküleceği, yaşlanma ve hattâ ölüme çare bulma konusunda büyük gelişmeler kaydedileceği ve kanser, şeker hastalığı, şişmanlık, yüksek tansiyon gibi toplumlara yaygın olarak tesir eden hastalıkların neredeyse tamamen ortadan kaldırılabileceği yönünde idi.

Yaklaşık 50 yıllık keşif ve araştırmaların (1950–2000) ilk neticeleri beklenen veya tahmin edilenlerden çok farklı çıkmıştır. Yukarıdaki hastalıkların Batı tıbbı ile tedavi edilerek ortadan kaldırılması bir yana, ne kadar yaygınlaştığı ve neredeyse işin içinden çıkılmaz hâle geldiği bugün hemen herkesin mâlûmudur. Bu konuyu bir yana bırakarak, Watson ve Crick'in 1953 yılındaki keşiflerinden sonra neler olduğuna göz atalım.

İnsan genomu projesi ve neticeleri
Genetik bilginin nasıl depolandığının keşfi, birkaç ana sahada büyük heyecanlara ve tartışmaların alevlenmesine sebep olmuştur. Bu sahalardan bir tanesi ise canlıların nasıl evrimleştiği(!) ve yeni kabiliyetleri genetik bilgilerine nasıl dâhil ettikleri ile alâkalıdır. Herkesin mâlûmu evrim teorisi, hâlen ispatlanamayan müspet "mutasyonlar"ın, yeni bir hayvan grubuna tamamen yeni ve orijinal organlar kazandırmasına dayanır. Fakat bu durum ilmen imkânsızdır. Bu mutasyonlar vücut hücrelerinde değil, genetik bilgiyi gelecek nesle aktaracak cinsiyet (yumurta ve sperm gibi) hücrelerinde olmalıdır. Evrimcilerin, "Çevre, besinler, güneş ışınları ve pek çok başka faktör mutasyonlara sebep olur ve türün çevresine daha iyi uyum sağlaması ile neticelenir." sözleri, kulağa hoş gelen fakat aslında sadece bir film senaryosu olabilecek niteliktedir. 1990 yılında başlanan ve 2003 yılında bitirilen insan gen haritası projesinin (Human Genom Project) sonuçları herkesi yeniden düşünmeye sevk etmiştir. 2,3

On üç yıl süren bu projenin sonucunda elde edilen veriler, tabir yerinde ise bilim camiasında büyük sürprizlere sebep olmuştur. Çalışmaya göre insanoğlu yaklaşık 20–25 bin protein kodlayan gen ve yaklaşık üç milyar baz (Adenin-Timin ve Guanin-Sitozin) çiftine sahiptir. Batı bilimi, canlıları akrabalık derecelerine göre(!) sınıflandırır (filogenetik) ve insanı en üste koyar. Zîrâ insan gerçekten en kompleks canlıdır ve tabiî olarak en kompleks genoma sahip olmalıdır. Oysa insan gen haritası projesinden elde edilen "harflerin ve genlerin sayısına" göre, insan evrimcilerin tahminlerinin aksine, "filogenetik" olarak ortalama(!) bir canlıdır. Diğer bir tabirle, ne gen sayısı olarak, ne de bu genleri teşkil eden baz çiftleri sayısı açısından, evrim ağacının(!) en üstünde değildir. İnsan genomu diğer pek çok memeli hayvan genomuyla (genetik bilgi kütüphanesi) benzer büyüklüğe sahiptir. Meselâ insan gibi, inek, fare vb. hayvanlar da yaklaşık üç milyar baz çiftine, balina genomu ise yaklaşık 50 milyar çift harften yazılmıştır. Filogenetik olarak daha aşağı görülen akciğerli balıkların genomundaki harf sayısı ise insana göre 10–15 kat daha fazladır.

Bu şaşırtıcı nokta, insanın taşıdığı gen sayısı ile daha da enteresan bir hâl almıştır. Projeden önce insan türünün yaklaşık 140.000 gen taşıdığına ve filogenetik olarak en kompleks canlı olduğuna inanılırdı. Ancak gerçekteki gen sayısı bunun dörtte biri kadardır ve proje ile rakam 25–30 bin olarak tescil edilmiştir. Demek ki insanoğlu, gen sayısı bakımından evrimcilerin iddia ettiği gibi üstün(!) bir canlı değildir.

Bu iki gelişme, aslında türlerin birbirinden türeyemeyeceğinin, her türün orijinal ve hikmetle donatılmış bir mimarîye sahip, belli bir gâyeye uygun yaratılmış olduğunun açık delilidir. Ancak bu gerçeği açıklıkla itiraf etmek, bilim camiasından bazılarının işine gelmemiştir. Bununla birlikte bu bilgi pek çok bilim adamının zihninde sessiz, dile getirilemeyen bir değişime sebep olmuştur. Yaradılışı doğrudan kabullenmek yerine, "intelligent design-akıllı tasarım" denen bir başka iddia ortaya atmışlardır.

Türlerin orijinalliği ve yaratılış dili
Bir tür ve o türe ait genlerle belirlenmiş vasıflar, tamamen o türe hastır. Cenab-ı Allah tam olarak bilemediğimiz ve hikmetinden sual olunamayacak sebeplerle pirinç gibi bir bitki için 30–40 bin, insanoğlunu yaratırken 20–25 bin kadar protein kodlayan gen takdir etmiştir. Ancak evrime inanan pek çok bilim adamı, insanoğlunun bu kadar "basit(!)" bir canlı olamayacağını iddia etmişler ve mevcut bilgiyi kabul etmekte zorlanmışlardır. Genom büyüklükleri ile baz çiftlerinin oranlarını mı, genlerin sayısını mı, yoksa genomdaki bilgi miktarını mı, esas alacağımız hakkındaki tartışmalar ve genom büyüklüğünün nasıl sağlıklı olarak ölçülebileceği hususunda bir uzlaşma elde edilememiştir.4


İplik kurdu (Caenorhabditis elegans), bitkilerin köklerine yakın yerlerde yaşayan, insana zararsız bir kurtçuktur. 900–1000 hücreden yapılmış olan iplik kurdunun erişkinlerinin boyu bir mm. kadardır. Gen haritası tam olarak çıkarılan ilk canlı olan iplik kurdunun yaklaşık 20.000 geni vardır; bu sayı insana çok yakındır ve genlerin bir kısmı insanınkilerle benzerlik göstermektedir. Bazı evrimciler, iplik kurdunun genetik yapısını teşkil eden harflerin miktarının, insandan çok da farklı olmadığı ortaya çıktığında, bir çeşit şoka uğradıklarını itiraf etmişlerdir. Evrim teorisine göre insanoğlu, en yakın atası(!) sayılan maymunlarla harflerin miktarı ve sıralanması bakımından % 95 genomik benzerliğe sahiptir. Hâlbuki yakın bir benzerlik iplik kurdu ile de vardır. Ancak bu hakikati değiştirmez. Maymun, kurtçuk ve insan arasındaki fark, genom harflerinin miktarında ve sıralanmasında değil, ihtiva ettikleri bilginin kompleksliği ve dinamik olarak düzenlenmesinden kaynaklanmaktadır. Çünkü organizmanın kompleksliği ile canlının sahip olduğu DNA miktarı ve harflerinin sırası bakımından anlamlı bir münasebet yoktur. DNA miktarı ve harflerin sıralanmasından kaynaklanan % 5'lik farklılık, bilgi ve anlam noktasında çok büyük farklılıklara yol açabilir. Meselâ, aşağıdaki ifadelerle bu hâdise biraz daha akla yakınlaştırılmıştır.

Dosta düşmana gösterdi.
Dosta düşmanı gösterdi.
Dostu düşmana gösterdi.
Yahut şu ifadelere bakınız.
Dost düşman oldu.
Düşman dost oldu.
Dost oldu düşman.
Düşman oldu dost.

Eğer Türkçeyi iyi bilmiyorsanız, bu kısa cümlelerdeki farklılığı önemsiz kabul edebilirsiniz. Böylece büyük bir yanlışa düşersiniz. Cenab-ı Hak, bütün canlıları aynı lisanı kullanarak yaratmıştır. Bu lisan dört harfin üçlü kombinasyonlarından meydana getirilen 64 kelimeden (codon) oluşmaktadır. Bu 64 kelimenin bir kısmı aminoasitleri kodlamada kullanılır. Asıl ilim ve mucize ise, bu kadar az harf ve kelime kullanarak dünyadaki inanılmaz biyolojik çeşitliliği yaratabilmektir.


Bir protein dizisindeki tek aminoasitlik değişme, yukarıdaki son derece basit cümlelerde olduğu gibi büyük farklılıklar oluşturabilir. Buna en iyi örneklerden biri, insan kırmızı kan hücrelerindeki hemoglobin molekülüdür. Orak hücreli kansızlık hastalığında, hemoglobinin beta alt ünitesinin yapısındaki 146 aminoasitten sadece biri farklıdır; 146 aminoasitlik beta zincirinin 6. pozisyonundaki "glutamin" aminoasitinin yerine "valin" aminoasiti geçmiştir (bir başka deyişle DNA zincirinde sadece bir aminoasitlik (üç harflik) bir değişiklik olmuştur). Ancak 146 aminoasitin içindeki bu tek kelimelik değişiklik, alyuvarların kılcal damarlardan geçerken içlerindeki hemoglobinin kristalleşmesine, hücrenin esnekliğini kaybederek orak şeklini almasına ve zarının yırtılmasına sebep olur. Neticede kırmızı kan hücreleri parçalanarak ölmekle kalmaz, içinden geçtikleri kılcal damarı da tıkayarak ileri düzey tıbbî problemlere sebep olur. 146 aminoasitlik bir protein zincirindeki tek aminoasitlik değişiklik önemsiz olmadığı gibi, hücrenin ölümüne sebep olabilecek tamamen farklı -iş göremez- bir protein hâline dönüşmektedir.

Genler hakkında konuşmamız gerekenler burada bitmiyor; nitekim en az buraya kadar anlatılanlar kadar önemli bir husus daha vardır. İnsanoğlunun genetik bilgisini kodlayan üç milyar baz çifti içinde yer alan, yaklaşık 25–30 bin gen, vücudumuzda kullanılan proteinlere ait şifreli bilgiyi taşımaktadır. Ancak insan vücudunda yaklaşık 100–125 bin farklı protein üretilmektedir. Uzun zamandır inanılan "bir gen-bir protein" eşleştirmesinin de yanlış olduğu ortadadır. İnsanın dar düşünceleri ile ortaya konan ve kesin ilmî gerçeklermiş gibi sunulan pek çok yaklaşımın, bugün yanlış veya eksik olduğu ortaya çıkmıştır. İnsanda protein kodlayan genlerin ürünleri nihai değildir. Onlarca yer değiştirme, ekleme ve çıkarma yapılır. Şimdi yukarıda verilen ikinci örneği yeniden hatırlayalım. Dost, düşman ve oldu kelimelerini farklı şekilde yan yana getirerek anlamları birbirinden tamamen farklı cümleler elde edilmişti. Bu kelimeler yerine aminoasit dizilerini koyarsak, bu defa da vazifeleri birbirinden tamamen farklı proteinler elde ederiz.

Zahirî benzerlikler ve büyük farklılıklar
İnsan beyninde bulunan hipofizin arka kısmından antidiüretik hormon ve oksitosin isimli iki hormon salgılanır. Antidiüretik hormon insan vücudunun susuzluğa dayanmasında son derece önemli vazife görür. Bu hormon, vücut suyu çeşitli sebeplerle azalınca (oruç, susuzluk, uzun süre çok sıcak ve kuru ortamda kalma vs.) azalan su yerine koyuluncaya kadar böbreklerin suyu vücutta tutması için hayatî öneme sahiptir. Bu hormonun eksikliğinde veya salgılanamaması durumunda böbrekler suyu vücutta tutamaz ve su idrar olarak dışarıya atılır. Bir hastalık olarak antidiüretik hormon üretemeyen insanlar günde yaklaşık 10–15 litre kadar idrar yaparlar ve her gün bu miktar suyu içmedikleri takdirde hayatları tehlikeye girer (şekersiz diyabet hastalığı).
Oksitosin ise temel olarak gebelik sonunda doğumun başlaması için anne rahminde kasılmalara sebep olan hormondur. Bu hormonun yokluğunda doğumun başlaması çok zordur. Doğumdan sonra ise başka vazifeleri vardır. Annenin çocuğunu emzirirken sütün yavrunun ağzına akması için yine oksitosin hormonu gerekir. Bu defa annenin süt bezlerinin etrafındaki kaslarda kasılma oluşturarak sütün bebeğin ağzına doğru akmasına vesile olur.

Aynı yerden salgılanan ancak vazifeleri birbirinden çok farklı olan bu iki hormona yapıları yönüyle baktığımızda şaşırmamak elde değildir. Her iki hormon da sadece dokuzar aminoasitten yapılmış, yani çok kısa birer cümleciktir; ancak tesirleri itibarı ile çok güçlü hormonlardır. Dahası, vazifeleri bu kadar farklı ve dokuz aminoasitten oluşan bu iki hormonun yapılarında sadece iki aminoasit birbirinden farklıdır. Dolayısıyla bu iki hormonun DNA dizilerine baktığınızda sadece çok küçük bir bölümünün birbirinden farklı olduğuna şahit olursunuz. Bu küçük farklılığın ne kadar büyük neticeler doğurduğu ise açıkça ortadadır.

Cenab-ı Allah engin ilmi ile bu dünyada bir biyolojik formu yaratmıştır. Bu hayat formunda genetik bilgi dört harfli bir alfabe ile yazılmıştır (Adenin, Guanin, Sitozin, Timin). Bu alfabenin okunması neticesi ortaya çıkan proteinler canlıların maddî vücutlarının devamı için gerekli vazifeleri gören binlerce farklı moleküle dönüşmektedir. Eğer alfabeniz dört harf ise ne kadar kelimeniz olabilir? Cenab-ı Allah bu dört harfli alfabeyi perde kılarak gözümüzün gördüğü ve görmediği trilyonlarca farklı canlıya hayat vermektedir. Elbette ilmin Hakiki Sahibi en doğrusunu bilir. Hikmetini bilemediğimiz sebeplerle bazı proteinler binlerce aminoasit uzunlukta iken bazıları sadece üç aminoasitten oluşturulmuştur. Buradan anladığımız, yapı olarak birbirine benzemeleri fonksiyon olarak da benzemesini gerektirmediği gibi, uzunluk ya da kısalık da güçlülük ve vazife açısından bir genelleme yapmaya mâni olmaktadır.
Çok küçük görünenler,

Çok büyük tesirlere sahip olabilir
Tiroid bezinin çalışması için biraz önce bahsettiğimiz hipofiz bezinin uyarıcı bir hormon salgılaması gerekir (TSH, tiroid uyarıcı hormon). Ancak hipofiz bezinin tiroid bezini uyarabilmesi için de bir üst merkezin (hipotalamus) önce hipofize emir vermesi gerekir. İnsan vücudu üzerinde çok güçlü neticeler doğuracak bu emrin aracısı da protein yapıda bir hormondur (TRH tirotropin salgılatıcı hormon). Bu protein sadece üç aminoasitten oluşmaktadır. Evet sadece üç aminoasitten yapılmış bu uyarıcı protein, insanın bütün hücreleri üzerinde son derece kompleks tesirlere sahip tiroid hormonunun üretilmesi ve kana verilmesi için şarttır.

Hayalen hipotalamustan salgılanan bu ilk emrin genine bakalım. Üç aminoasitten yapılan ancak yokluğunda insanın hem vücut, hem de zekâ gelişmesinin ciddi mânâda etkilendiği bu protein için görünürde sadece dokuz adet nükleik asit (Adenin-Timin/Guanin-Sitozin) kullanılmıştır. Fakat bu dokuz adet harfin okunabilmesi için, çok daha fazla sayıda harf bu bilginin okunmasını düzenlemek için kullanılmaktadır. Dolayısıyla gen dediğimiz birim, bizim düşünebildiğimizden çok daha komplekstir.

Cümle ne kadar kısa, ancak netice ne kadar hayranlık vericidir. Bütün bir vücuttaki milyonlarca proteinin hassas şekilde yapılması ve bir fabrika gibi bu malzemelerin uygun yerlere gönderilip organ ve dokularda işlenmesini de düşündüğümüzde evrimin hayalî mekanizmalarıyla bu düzenin ve mükemmel neticenin ortaya çıkmasına imkân ve ihtimal yoktur.

Dipnotlar
1. Watson JD, Crick FH. Genetical implications of the structure of deoxyribonucleic acid. Nature. May 30 1953;171(4361):964-967.
2. Watson JD. The human genome project: past, present, and future. Science (New York, N.Y.). 1990;248(4951):44-49.
3. Lander ES. Initial sequencing and analysis of the human genome. Nature. 2001;409(6822):860-921.
4. Hahn MW, Wray GA. The g-value paradox. Evol Dev. Mar-Apr 2002;4(2):73-75.

Bebeklere 7. aydan itibaren balık yedirilmeli

Karadeniz Teknik Üniversitesi (KTÜ) Tıp Fakültesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Yakup Arslan, bebeklere 7. aydan itibaren balık yedirilmesi gerektiğini söylüyor.Prof. Dr. Arslan, balığın beyin ve göz gelişimine olumlu etkisi olduğunu belirtiyor. Yetişkinlerin özellikle de bebek ve çocukların haftada iki kez balık yemesini öneren Arslan şöyle konuşuyor: "Sindirimi kolay olduğu için 7'nci aydan itibaren bebeklere balık haşlanarak ya da püre halinde yedirilebilir. Bebek çiğnemeye alıştıktan sonra bu tür gıdaları masada yiyebilir. Balık, çok nadiren alerji yapan bir besindir. O nedenle taze balık güvenle tüketilebilir. Çocukların beslenme çantasına da haftada iki kez sandviç ekmeği içinde balık konulabilir. Balık, özellikle okul çağlarında fosfor ve mineral açısından zengin olduğu için kemik gelişimine katkı sağlar.''

Öte yandan Prof. Dr. Arslan, balığın aşırı tüketilmemesi konusunda uyarıyor. Balığın kararında tüketilmesi gerektiğini ifade eden Arslan, her şeyin fazlasının zararlı olduğunu söylüyor. Arslan, balığın yağda kızartma yerine buğulama, fırında ızgara şeklinde tüketilmesi tavsiyesinde bulunuyor.

Dilin zehiri yalan

Yalanın kendisi de gölgesi de her yana öyle bir yansıyor ki kalpler de diller de artık onsuz olmuyor! Ruha musallat olan bu davranış, bizi yalan abidesine dönüştürme yolunda hızla ilerliyor. Lakin Sıdk Sarayı'nın Sultanı, bu illeti münafıklık alameti olarak nitelendiriyor.Yalan söylemenin kötü bir davranış olduğunu masal kahramanlarından Pinokyo aşılamıştır bize. Bu tahta çocuk, doğru sözden ne zaman ayrılsa burnu uzar da uzar, yalancılık başına iş açar. Masalı dinleyen her minik, küçücük bilinçaltına 'yalan kötüdür' postitini asar. Fakat gün gelir, minik zihinler de yalanı öğrenir. Hatta doğruluğun terk edildiği ilk anda burun kontrol edilir. Bakılır ki somut bir değişiklik yok, yalana devam edilir. Herkesin yalan söyleme konusunda gayet rahat olduğu bu çağda Pinokyo misali burunlar uzasa hiç fena olmaz! Gerçi bu virüsün hayatımızı işgal ettiğini anlamak için birkaç dakika etrafımızı seyretmemiz yeterli. Örneğin otobüste yanınızda oturan beyefendinin telefonu çalıyor. Açtığında kendisine nerede olduğunu soran kişiye, bulunduğunuz yeri değil de beş durak sonrasını söylüyor ve iki dakikaya orada olacağını ifade ediyor. Ya da evdeyken arkadaşınız arıyor, anneniz telefonu size vermek üzereyken 'yok de, yok de' diye işaret ediyorsunuz. Ödevini yapmayan öğrenci öğretmene, işe geç kalan eleman patronuna, aile çocuğuna, çocuk arkadaşına derken liste uzayıp gidiyor, en basit konularda bile yalana başvuruluyor. Kısacası lisanı nezih tutmak artık maharet istiyor. Atalarımızın dediği gibi artık yalancının mumu yatsıya kadar değil daha uzun süre yanıyor veya yalancının evi yanınca herkes inanıyor! Çünkü bu konuda Oscar'a aday tavırlar sergileniyor!

Bir ortamda yalan veya yalancılık üzerine de bahis açılmayagörsün. Hemen yalanın affedilmez bir suç olduğunu dile getirir, bize söylenmesine tahammül edemeyeceğimizin altını çizeriz. Peki günlük hayatta sarf ettiğimiz yalanlar için tövbe kurnalarına koşup, kizb kapısından süzülen ve ruhumuza işleyen yalan kokusunu atmak için çabalıyor muyuz? Şahsında fevkalade bir sıdk bulunan Efendimiz'in (sallallahu aleyhi ve sellem) sözlerini ya da Allah'ın "Yalan sözden sakınınız!" (Hac, 22/30) kelamını gözden kaçırıyor muyuz ki pervasızca doğruluktan ayrılıyoruz?

Fatih Üniversitesi İlahiyat Fakültesi'nden Yrd. Doç. Dr. Hasan Yenibaş da yalanın hayatımızı istila ettiği görüşünde. O, bu konuda dinin anlayışıyla toplumun algısının birbirinden farklılaştığını düşünüyor. Doğrulukla yalanı aynı rafta satılan iki ürüne benzetiyor. Fakat yalan, diğerinden çok satıyor. Yenibaş'a göre, doğruluğun zirvede olduğu Asr-ı Saadet döneminde aldatmanın en küçüğüne bile prim verilmezken bugün hayatın her alanı bu virüsler tarafından kuşatılmış durumda. Hatta dinin yalan dediğine toplum öyle demiyor. Örneğin birilerini güldürmek için şaka maksatlı sözler sarf ediyoruz ve bunun yalan olmadığını iddia ediyoruz. Lakin Efendimiz "Yazıklar olsun o kimseye ki, insanları güldürmek için konuşur ve yalan söylerler! Yazık ona, yazık ona." diyor. Zira Allah Resulü ashabıyla şakalaşıyor ancak O (sallalahu aleyhi ve sellem), latifelerini latif bir biçimde yapıyor ve sadece doğruyu söylüyor.

Bir şeyi ifade ederken olduğundan fazla ya da az göstermek için onu abartarak anlatma anlamına gelen mübalağa da hayatımıza nufüz ediyor. Olanı olduğundan farklı gösterme illeti, dilimizi hükmü altına almış durumda. Her gün gazete ve televizyonlarda gördüğümüz haberler de buna örnek teşkil ediyor. Yapılan bir mitinge yüz kişi katılmışsa 'Binlerce insan geldi, alan doldu taştı' gibi beyanlarla bire bin katılıyor. Mübalağa için illa ekrana bakmaya lüzum yok tabii. En basit konuları bile çok rahat abartıyoruz. Ancak Fethullah Gülen Hocaefendi mübalağanın zımnî yalan olduğunu söylüyor. Bediüzzaman Said Nursî de "Hangi şeyi vasfetsen, olduğu gibi vasfet. Medhin mübâlağası zemm-i zımnîdir." şeklinde ifade ediyor.

Bir kusur, kabahat ya da suç için geçerli sebepler ileri sürmeyi ve onun hoş görülmesi amacıyla bahaneler sayıp dökmeyi ifade eden 'mazeret' de insanı yalana sürüklüyor. Bazı kimseler, hatalarını kabul etmeye bir türlü yanaşmayıp başkalarını suçluyor ya da olmadık bahaneler sıralayarak işin içinden sıyrılmaya çalışıyor. Hocaefendi mazeret döktürmenin de zımnî bir yalan olduğunu belirtiyor ve "Bir suç işlemek veya bir günaha girmek kötüdür, çirkindir; fakat o suça veya günaha mazeret bulma istikametinde beyanda bulunmak daha kötü ve daha çirkindir. Hatanın hoş görülmesi ya da suçun affedilmesi için 'şöyle olmuştu, böyle vuku bulmuştu' diyerek mazeretler ileri sürmek ve o türlü bahanelerin arkasına sığınarak kendini temize çıkarma kastıyla sözü eğip bükmek vebali, daha da katlamak demektir. Çünkü böyle bir davranış, nefsi tezkiye etmenin, kendi kusurlarını hiç görmemenin, ahirette her şeyin hakikatinin ayan beyan ortaya çıkacağını düşünmemenin ve dolayısıyla bağışlanma arayışında olmamanın ifadesidir." diyor.
Hocaefendi, muğlâk bir ifade kullanarak muhatabın bir meseleyi olduğundan farklı anlamasını sağlama ve açık olmayan bir beyanla asıl maksadı gizleme manalarına gelen tarîze de açıklık getiriyor. selef-i salihînin, bunu da zımnî yalan kategorisinde ele aldığına değiniyor.

İlahiyatçı Yenibaş da yalancılığın münafıklık alameti olduğunu hatırlatıyor. Nitekim hadiste konuştuğu zaman yalan söyleyen, emanete hıyanet eden, verdiği sözde durmayan kişilerin münafıklık alameti taşıdığına işaret ediliyor. Allah da Bakara Sûresi'nin 10. ayetinde "Kalplerinde münafıklıktan kaynaklanan bir hastalık vardır. Allah da onların hastalıklarını artırmıştır. Söyledikleri yalana karşılık da onlara elem dolu bir azap vardır." buyuruyor.

Ayrıca yalan, kişiye duyulan emniyet ve sadakat hislerini ortadan kaldırıyor. Çünkü hayatında birkaç defa yalan söylemiş biri, daha sonra kendisinden sudur edecek bütün doğruluklara gölge düşürmüş oluyor. "Söylediğim yalan küçük." diyerek onu meşrulaştırma yolu tercih ediliyor. Ancak bu masumiyet zırhı, yalanın hükmünü değiştirmiyor. Allah, değişik türevleriyle Kur'an'da üç yüzden fazla âyette kizbe yer vererek yalan sözden sakınmayı emrediyor. Bu dil belası, insanın manevî latifelerini de öldürüyor. Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) bir sözünde bunun kalbi karartacağına işaret ediyor, bir başka sözünde "Şüphesiz ki sözde ve işte doğruluk hayra ve üstün iyiliğe yöneltir. İyilik de cennete iletir. Kişi doğru söyleye söyleye Allah katında sıddîk (doğrucu) diye kaydedilir. Yalancılık yoldan çıkmaya (fucûr) sürükler. Fucûr da cehenneme götürür. Kişi yalancılığı meslek edinince Allah katında çok yalancı (kezzâb) diye yazılır." buyuruyor.

YALANIN CAİZ OLDUĞU YER VAR MI?

Yalan toplumu temelinden sarsan, zihne ve kalbe kir pompalayan bir illet olarak karşımıza çıkıyor. Dinimizde yalan söylemek kesin olarak haram kılınmış ancak maslahata binaen bazı durumlarda buna cevaz verilip verilmediği tartışılıyor. Müslim'de İbn Şihab ez-Zuhrî'nin kendi ifadesine göre dargınları barıştırmak, eşlerin arasını bulmak ve savaşta düşmanı şaşırtmak maksadıyla yalana izin veriliyor.

Bu konuda âlimler arasında farklı görüşler beyan edilse de hadis ulemâsının ekserisi, yalanın mutlak sûrette yasaklandığı görüşünde birleşiyor. Ancak izin verilen üç yer için tevriye ve ihâm yolunun geçerli olduğu ifade ediliyor. Birkaç manası olan bir kelimenin en uzak anlamının kastedilerek söylenmesi tevriye, iki manası olan bir kelimenin yine uzak anlamının kastedilmesine ihâm deniyor. Örneğin savaş esnasında düşmana "Kralınız öldü." denilirken düşmanın daha önceki krallarından birinin öldüğü kastediliyor. Yani ihâma başvuruluyor.

Said Nursî de zamanın bu hükümleri neshettiğini beyan ediyor. O, İşaratü'l-İcaz'da "Evet, kat'î ve zarurî bir maslahat için bir mesağ-ı şer'î (izin) vardır. Fakat hakikate bakılırsa, maslahat dedikleri şey bâtıl bir özürdür. Zira usûl-i şeriatta takarrür ettiği (karar kıldığı) vecihle, mazbut ve miktarı muayyen olmayan bir şey, hükümlere illet ve medar olamaz; çünkü miktarı bir had altına alınmadığından suistimale uğrar. Maahaza, bir şeyin zararı menfaatine galebe ederse, o şey mensuh ve gayr-i muteber olur. Maslahat, o şeyi terk etmekte olur." diyerek bu zamanda yalanın cevaz verildiği noktaları men ederek, hadis ulemasının görüşünü destekliyor.

Hocaefendi de "Ne kadar doğru varsa hepsini bir anda söyleme gibi bir mükellefiyetimiz yok; fakat, illa konuşacaksak, doğru sözlü olmadan başka yolumuz da yok." diyor.

YALAN ALIŞKANLIĞA DÖNÜŞÜR

İşine geç kalan memurun söylediği bahaneden tutun da ödevini yapmayan öğrencinin uydurduğu yalana varıncaya dek gün boyu sayısız aldatmacayla karşılaşıyoruz ya da kendimiz yalana sığınıyoruz. Ancak bu davranış, ikiyüzlülük, değersizlik, hayasızlık, sürekli kaygı gibi hislerle kol kola girerek bireyin psikolojisini de etkiliyor, kişiliğini zedeliyor. Psikolog Müge Kiremitçi'ye göre kişinin sosyal hayata uyum sağlayabilmesi için kendi iç dünyası ile dış gerçeklik arasında uyum olması gerekiyor. Eğer birey bu dengeyi yakalarsa karşısındaki insanlarla sağlıklı iletişim kuruyor. Aksi takdirde kişilik sorunları ve yalan söyleme davranışı karşımıza çıkıyor. Bu tutumunu sürdürenler bir süre sonra yalanlarla örülü bir hayat yaşamaya başlıyor. Kişi bazen gerçeklik duygusunu yitiriyor, bazen de –mış gibi yaşamaya başlıyor. Örneğin magazin programlarını seyredenler, sosyetik mekânların isimlerini ezberleyerek oraya gidiyormuş gibi anlatıyor ya da söylediği sözün yalan olduğunu unutarak onun sahte gerçekliğine kapılıyor. Kiremitçi, yalanın zamanla kişiliğin bir parçası olduğunu, karakteri zayıflattığını söylüyor ve mitomaniye (yalan söyleme hastalığı) değiniyor. Bu hastalığın temelinde kişinin odak noktası haline gelme isteği yatıyor. Ön plana çıkmak için söylenen yalanlar başlangıçta işe yarasa da, sonraları hasta kendi oyununa kendini kaptırarak yalanın dozunu artırıyor. Mitomani başka ruhsal hastalıklar ya da kişilik bozuklukları ile beraber olduğu için ilk bakışta fark edilmiyor.
Bulunduğu ortamda yalan söylemenin normalliğine inanan çocuk, büyüdüğünde bu yola rahatlıkla başvurabilir. Rol model aldığı annesi, babası ya da diğer büyükleri yalan söylüyorsa o, bu durumu içselleştirir. Yalan söyleme minikler için kabul edilebilir hâle gelir ve bunu yaparken suçluluk duygusu hissetmez. Çocuk, ailesinden sevgi, ilgi göstermemesi durumunda çevresindekilerin ilgisini çekmek için her zaman doğru konuşmayabilir. Örneğin; başı ağrımadığı halde "Başım ağrıyor." diyebilir. Ebeveynleri tarafından değersizleştirilmemek ve cezalandırılmamak için yapmadığı davranışları yapmış gibi ya da yaptığı davranışları yapmamış gibi ailesine aktarabilir. Mesela onların istemediği yere gider ve "Nereye gittin?" sorusuna ailesinin onaylayacağı yeri söyler.

Erken çocukluk döneminde aşırı ödüllendirilen çocuklar da yalana başvurur. Arkadaş, öğretmen vb. kişilerden de aynı ödüllendirmeyi bekleyen minik, bunu elde etmek için yalan söyleme tutumu içine girer. Hiçbir davranışı ödüllendirilmezse de buna gereksinim duyabilir. Psikolog Müge Kiremitçi, ailelere şu tavsiyelerde bulunuyor: "Çocuğa yeterli ilgi ve sevgi gösterin. Onları başarılarıyla takdir edin ve onaylanma ihtiyacını karşılayın. Aşırı otoriter ve baskıcı bir tutumla yaklaşmayın. Çocuklarınızı, kardeşi ve çevresindeki diğer insanlar ile kıyaslamayın. Potansiyelinin üstünde beklentiye girmeyin. Onun yalan söylediğini hissettiğiniz durumlarda çocuğunuzu hangi durumlarda yalana başvurduğunu anlamaya çalışın."

Yalanla savaşmak mümkün!

Hocaefendi 'Yalan öldürücü bir virüstür' yazısında yalan insanı olmamak için "Doğruluk en büyük sermayeniz olmalıdır. Bir yalan insanı haline gelmeden, temrinat yapa yapa doğru söylemeye kendinizi şartlandırmalı ve asla hilaf-ı vaki beyanda bulunmamalısınız. Söylediğiniz her cümlenin gerçekten gönlünüzün sesi olup olmadığına özen göstermeli ve mutlaka kesin bildiğiniz şeyleri tam doğru olduğuna inandığınız şekilde söylemelisiniz. Günlük konuşmalarınızdaki sıradan gördüğünüz cümlelerinizde bile hep doğruluk aramalı ve yalanın öldürücü bir virüs olarak kalbinize musallat olmasına asla meydan vermemelisiniz." önerisinde bulunuyor.

Kızların korkulu rüyası skolyoz evde yapılan kontrolle önlenebilir

Omurganın göğüs veya bel bölgelerinde görülen yana doğru eğrilik olan skolyoz hastalığı, kızlarda daha sık görülüyor.California San Diego Üniversitesi Omurga Cerrahisi Bölüm Başkanı Prof. Dr. Behrooz Akbania, hastalığın genetik olduğunu ve ergenlik döneminde ortaya çıktığını belirtiyor. Prof. Dr. Akbania, skolyozun, özellikle 10 yaş altındaki çocuklarda görülmesi durumunda tedavinin hemen yapılması gerektiğini ifade ediyor. Akbania, hastalığın zamanında müdahale edilmemesi durumunda hayati tehlike gösterdiğini söylüyor. Akbania'ya göre skolyozu anlamak zor. Ancak ebeveyn, çocuğunun ergenlik çağına girme döneminde çocuğu belden eğerek üstten omuzlarının eşit olup olmadıklarına bakarak hastalığı anlayabilir. Aile, yılda bir kez bu şekilde çocuklarını kontrol etmeli.

Çocuklar Tv karşısında denetimsiz

Araştırmalara göre, Türkiye'de çocukların yüzde 60'ının özel odası var. Bu odalarda kendilerine ait televizyon ve internet bağlantısı bulunuyor. Çocuklar, 900 saat okulda, 1.200 saat ise televizyon karşısında vakit geçiriyor. RTÜK, televizyon ve internet karşısında denetimsiz kalan çocuk izleyiciler için 'medya okuryazarlığı' dersinin zorunlu olmasını öneriyor.Televizyon ekranları yeni yayın dönemine hazırlanıyor, birçok dizi film arka arkaya yayına giriyor. Bu da, izleyiciler arasında en bilinçsiz kitle olan çocukların, anne-babanın denetimi dışında, birçok sakıncalı sahneye maruz kalacağı anlamına geliyor. Araştırmalara göre, Türkiye'de çocukların yüzde 60'ının kendisine ait odası var. Bu odalarda kendilerine ait televizyon ve internet bağlantısı olan çocuklar anne ve babalarının denetimi dışında kalarak, televizyon ve internet karşısında kalma süreleri ile izleyecekleri programları kendileri belirliyor.

Radyo ve Televizyon Üst Kurulu (RTÜK) Başkanı Prof. Dr. Davut Dursun, bu duruma dikkat çekerek, "Bu veriler çocukların medya karşısındaki pasif durumunu ortaya koyması anlamında çok önemli." dedi. RTÜK tarafından düzenlenen 'Medya Okuryazarlığı Dersinin Yaygınlaştırılması Paneli'nde konuşan Başkan Dursun, şu ilginç bilgiyi dinleyicilerle paylaştı: "Çocuklar, 900 saat okulda vakit geçiriyor, bin 200 saat ise televizyon karşısında vakit geçiriyor. Bu, şu demektir: Çocuklar, okuldan çok televizyondan etkileniyorlar. İlköğretim çağını tamamlamış bir çocuğun, yaklaşık olarak 100 bin kadar şiddet sahnesi, 8 bin ölüm ya da öldürme sahnesi izlediği varsayılıyor. Bu kadar yüksek oranda şiddet sahnesi izleyen bir çocuğun zihninin nasıl bir zihin olacağını tahmin etmek zor değil."

Prof. Dr. Davut Dursun, televizyonun şiddet ve pornografi gibi olumsuz davranışlara karşı izleyiciler üzerinde duyarsızlık meydana getirdiğini ve çocukların fiziki, sosyal ve ahlaki gelişimini olumsuz yönde etkilediğini belirtti. RTÜK'ün, çocukların ve gençlerin korunmasına ilişkin bir dizi tedbir uyguladığını anlatan Davut Dursun, panelin konusu olan 'medya okuryazarlığı' dersini buna örnek gösterdi. Dursun, Türkiye'de medya okuryazarlığı dersinin 2006-2007 eğitim-öğretim yılında 5 pilot ilde uygulanmaya başlandığını hatırlattı. Dursun, 2007-2008 eğitim-öğretim yılından itibaren de seçmeli ders olarak ülke geneline yaygınlaştırıldığını anlattı.

Dursun, medya okuryazarlığı dersinin zorunlu hale gelmesi konusunda da, "İletişim teknolojilerindeki baş döndürücü gelişmelerden dolayı müfredat demode olabiliyor, bu nedenle müfredat yeniden gözden geçirilmeli, bu ders iletişim fakültesi mezunları tarafından verilmeli, dersin daha çok öğrenci tarafından seçilmesi için okul yöneticileri yönlendirici rol oynamalı." açıklamasını yaptı.

Ayak izi de parmak izi kadar 'güvenli'

Ayak izinin neredeyse parmak izi gibi kişiye özgü olduğu ve kimliği belirleyebileceği ortaya çıktı.Japon bilim adamları, çıplak ayakla yaklaşık 100 gönüllüden yürümelerini istedi. Üç boyutlu görüntüleme sistemi ve bilgisayar yardımıyla ayak izlerinin kime ait olduğu yüzde 99,6 doğruluk payıyla saptandı.

Kırtasiye malzemelerine dikkat!

Türk Standardları Enstitüsü (TSE) Başkanı Hulusi Şentürk, çocukları için okul alışverişi yapacak vatandaşları, merdiven altı üretim ve Uzakdoğu kökenli, denetimsiz ürünlere karşı uyardı. 09.Eylül.2011,15:18:11


Şentürk yaptığı yazılı açıklamada, 2011-2012 öğretim yılının başlaması nedeniyle tümalışverişmerkezlerinde, çarşı ve pazarlarda çok sayıda marka ve çeşitte kırtasiye malzemelerinin satışa sunulduğunu, bunlar arasında çizgi film kahramanlarıyla süslenmiş, albenisi yüksek, renkli kırtasiye ürünlerinin çoğunlukta olduğunu ifade etti.

Çocukların ilgisini çeken bu ürünlerin büyük bir kısmının merdiven altı üretim ya da Uzakdoğu kökenli denetimsiz ürünler olmaları nedeniyle çok ucuz fiyatlardan satıldığını belirten Şentürk, çocuklar için albenisi, veliler için de ekonomik olması nedeniyle cazip gibi görünen bu ürünlerinsağlıkaçısından ciddi riskleri beraberinde getirdiğini kaydetti.

Önemli bir ekonomik büyüklüğe sahip eğitim sektöründe faaliyet gösteren firmaların ürettikleri ürünlere ilişkin olarak TSE tarafından hazırlanan birçok standard bulunduğunu, ancak söz konusu sektörde üretim yapan firmaların birçoğunun bu standardlara uygun ürün üretmekle ilgili bir kaygı taşımadığının görüldüğünü ifade eden Şentürk, ''Ucuz olduğu için tercih edilen kırtasiye ürünleri içeriğinde kullanılan boya ve malzemelerle çok büyük sağlık sorunlarına neden olabilir'' dedi.

Kırtasiye malzemeleri üretimi yapan firmaları, çocukların sağlığını tehdit eden merdiven altı üretim ve Uzakdoğu kökenli denetimsiz ürünlere karşı TSE ile işbirliği yapmaya ve TSE markası almaya çağıran Şentürk, şunları kaydetti:

''Kırtasiye malzemelerinde TSE markası hem velilerle öğrenciler için hem de üretici kesim için kazanç sağlayacaktır. Tüketiciler için standardlara uygun ve kaliteli üretimin simgesi olan TSE markası, hem üreticilerimizin ucuz ve düşük kaliteli Uzakdoğu ürünleri ve merdiven altı üretimle rekabet gücünü arttıracak, hem de üreticilerimizin daha güvenli ürünleri halka sunmalarına imkan verecektir.

Ürünlerin sağlığa zararlı maddeler içerip içermediği ancak laboratuvar ortamlarında yapılan testlerle tespit edilebilir. TSE markası için müracaat eden firmaların öncelikle üretim yerlerinde tetkikler yapılır.

Ardından Enstitü bünyesinde bulunan laboratuvarlarımızda, ürünler test ve muayenelerden geçirilerek, tetkiki yapılan ürünün ilgili standarda uygun olup olmadığı denetlenir.

Tüm tetkikler sonunda standarda uygunluğu tespit edilen ürünler, TSE markası kullanmaya hak kazanırlar. TSE logosu, hem ürünlerin ilgili standarda uygunluğunun hem de sağlıklı, güvenli ve kaliteli olduğunun tescilidir.''

İbadet 10 parçadan müteşekkildir; 9'u...

Allah Teâlâ yeryüzünü, semaları ve onlardaki sayısız nimetleri yaratmış ve insanlığın hizmetine sunmuştur. 09.Eylül.2011,10:09:38


Bütün bu nimetlerden istifade etme hususundaki esas hüküm onların mubah oluşudur; yani, hakkında yasaklayıcı bir hüküm gelmemiş olan şeyler helaldir. Fakat, Cenâb-ı Hak bir kısım şeyleri yasaklamış ve bu umumî istifade iznini bazı hükümlerle sınırlandırmıştır.

Ayet ve hadislerin ortaya koyduğu hükümlerle yapılması kesin olarak yasaklanan şeylere "haram" denilmektedir. Haramları tayin eden doğrudan doğruya Hazreti Şâri'dir; bu açıdan, sırf Allah'ın emri olduğu için onlara yaklaşmamak gerekmektedir. Bununla beraber, netice itibarıyla her haramın pek çok zararı olduğu ve onun yasaklanmasının sayısız hikmetlerinin bulunduğu da bir hakikattir. Herhangi bir haramı irtikap etmenin bazen maddî, bazen de manevî zararları olur. Mesela, bir lokma haramın, insanı inhirafa götürmesi ve hatta onun çoluk-çocuğunun genel durumuna da tesir etmesi her zaman söz konusudur.

Hazreti Rezzâk-ı Kerîm, "Allah'ın size rızık olarak yarattığı şeylerden helal ve temiz olmak suretiyle yiyin!" (Maide, 5/88) mealindeki ayet-i kerimesiyle, nimetlerden istifadenin çerçevesini beyan buyurmuş; helal ve temiz rızkın peşine düşülmesi gerektiğini belirtmiştir. Bu itibarla, insan Cenâb-ı Allah'ın nimetlerinden afiyetle yiyip içebilir; fakat, hangi yolla olursa olsun her eline geçeni kullanamaz. Yeyip içtiği şeylerin dinî bakımdan yasaklanmış veya şüpheli şeyler olmamasına ve onlarda şunun bunun hakkının bulunmamasına dikkat etmelidir. Helalinden kazanmalı ve maddî-manevî tertemiz olan şeylerden -meşru dairede kalmak suretiyle- faydalanmalıdır.

Hakk'ın Mahbubu Nasırlı Eller

Resûl-i Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz, "İbadet on parçadan müteşekkildir; bu on parçanın dokuzu helal rızkın aranmasındadır" buyurarak, haramı, helali gözetmenin ehemmiyetini nazara vermiş; daha pek çok hadis-i şeriflerinde, rızık teminine matuf sa'y ü gayretleri övmüş ve ümmetini helal kazanca teşvik etmiştir. Lâl ü güher bir beyanında, "Öyle günahlar vardır ki, onlara ne namaz, ne oruç, ne de hac keffâret olabilir, onları ancak geçim temini için çalışmak affettirir, siler götürür" buyurmuş; bir başka zaman da, "Çalışmaktan elleri nasır bağlayan ve yorgun olarak uyuyan kimse mağfur olur, günahlarından kurtulur!" müjdesini vermiştir.

Allah Resûlü (aleyhi ekmelüttehâyâ), alnının teriyle ailesinin iaşesini temin etmeye çalışan herkesi takdir etmiş ve bu hususta her fırsatı değerlendirerek ashabını helal kazanca yönlendirmiştir. Mesela, bir gün Peygamber Efendimiz (aleyhissalatü vesselam) Sa'd b. Muaz (radiyallahu anh) ile karşılaşıp onunla musâfaha yapmış (tokalaşmış) ve Hazreti Sa'd'ın ellerinin nasırlı olduğunu görünce bunun sebebini sormuştur. Büyük sahabi, "Ailemin ihtiyaçlarını karşılamak için çalışmaktan böyle oldu!" deyince, Habîb-i Ekrem Efendimiz, "İşte Allah'ın sevdiği eller!.." buyurarak aziz dostunun nasırlı ellerini işaret etmiştir.

Yüce Rehberimiz, bütün sözleriyle ve örnek hayatıyla göstermiştir ki; şu kısacık ömür öyle de geçecektir böyle de. İnanan bir insan, yaptığı işin zorluk ya da kolaylığından, itibarlı bir meslek olup olmadığından ziyade kazancının helal mi yoksa haram mı olduğuna bakmalı ve ne yapıp edip helal rızkını temine çalışmalıdır. Gerekirse o, gidip bir yerde taş kırmalı ya da eline bir kürek alıp işsizlerin beklediği yerde beklemeli, sonra da fırsatını bulup birinin bahçesinin toprağını atmalı, diğerinin yolunu yapmalı.. Ama mutlaka Cenâb-ı Hakk'ın meşru saydığı bir yolla iaşesini sağlamaya bakmalıdır. Evet, helal kazanma niyet ve gayretinde olduktan sonra icra edilen mesleğin türü ya da yapılan işin mahiyeti çok önemli değildir; bazı kimseler bir kısım işleri küçümseseler de, meşru her iş Hak katında makbuldür.

Kalbin Kâtili: Haram Lokma

Harama düşmeme hususunda azamî dikkat göstermek gerektiğini ifade eden Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) bir hadis-i şeriflerinde şöyle buyurmaktadır: "Helal de bellidir haram da; ancak bu ikisinin arasında, ikisine de benzeyen bir kısım şüpheli şeyler vardır ki, insanların çoğu bunları bilemez, ayırt edemez. Bu şüpheli şeylerden sakınan insan dinini, ırzını ve haysiyetini korumuş olur; şüpheli alanda dolaşan kimse ise, bir korunun kenarında hayvanlarını otlatan çoban gibidir. Koru kenarında koyun güden çobanın koyunlarının her an koruya dalması muhtemel olduğu gibi, o da her zaman harama girme ihtimaliyle karşı karşıyadır. Biliniz ki, her melikin bir korusu vardır; Allah'ın korusu da haramlardır. Şu da bilinmelidir ki, cesette bir et parçası mevcuttur; o sıhhatli olunca beden de sıhhatli olur, o bozulunca beden de bozulur. İşte o, kalbdir!"

Binaenaleyh, Hak dostlarından biri şöyle demiştir: "Bazen haram bir lokma ile kalb öyle bir değişir ve başkalaşır ki, bir daha da eski halini alamaz. Bütün günahlar kalbi katılaştırır ve özellikle gece kıyamına mani olur. Teheccüd namazıyla ve gece ibadetiyle karanlıkları aydınlatmanın önündeki en büyük engel haram lokmadır. Helal lokma da, başka hiçbir şeyin yapamayacağı şekilde kalbe müspet tesir eder ve onu cilalandırır; kalbi iyiliğe ve ibadete sevkeder. Kalblerini murakabe halinde bulunduranlar, haram lokmanın ya da helal rızkın tesirlerini -İslam'ın şehadetinden başka- kendi tecrübeleriyle de bilirler."

1 - Nimetlerden istifade etme hususundaki esas hüküm onların mubah oluşudur; yani, hakkında yasaklayıcı bir hüküm gelmemiş olan şeyler helaldir.

2 - Öyle günahlar vardır ki, onlara ne namaz, ne oruç, ne de hac keffâret olabilir, onları ancak geçim temini için çalışmak affettirir, siler götürür.

3 - Bazen haram bir lokma ile kalb öyle bir değişir ve başkalaşır ki, bir daha da eski halini alamaz. Bütün günahlar kalbi katılaştırır ve özellikle gece kıyamına mani olur.

Aman bu ilaca dikkat!

Türkiye'de Çocuklarda sıkça kullanılan Augmentin şurup , eczane ve hastanelerden toplatılıyor 08.Eylül.2011,08:05:42


SAFURE CANTURK- SABAH

Türkıye'de de yaygın olarak kullanılan Augmentin adlı şurup, kapağında tehlikeli boyutlarda plastikleştirici "Diisopdecyl Ftalat" maddesi bulunması nedeniyle toplatılıyor. Şurubun karaciğere olumsuz etki yaptığı, haziran ayında Hong-Kong'da tespit edilmişti.Sağlık Bakanlığıda karaciğeri tehdit eden Augmentin şurubuneczaneve hastanelerden toplatma kararı aldı.

MEVZUAT GEREĞİ

İlaç Eczacılık Genel Müdürlüğü, "Augmentin Oral Süspansiyon Hazırlamak için Kuru Toz 200/28 mg", "Augmentin Forte Oral Süspansiyon Hazırlamak için Kuru Toz 400/75mg" ve "Augmentin ES Oral Süspansiyon Hazırlamak için Kuru Toz 600/42.9mg" adlı ürünlerin eczane, ecza deposu ve hastanelerden toplatılmasını kararlaştırdı. İlaç Eczacılık Genel Müdürlüğü yetkilileri, toplatma kararının mevzuat gereği yapıldığını ancak insanların ya da çocukların sağlığını riske atacak bir durumun olmadığını dile getirdi. Kararın yaklaşık 2 ay önce alındığını belirten yetkililer, şu anda söz konusu ilacın eczanelerde satışının da yapılmadığını bildirdi.

KAPAKTAN KAYNAKLANIYOR
Toplatma kararını resmiinternetsitesinden duyuran üretici Glaxo Smith Kline firması, Tayvan Gıda ve İlaç Dairesi tarafından Augmentin oral süspansiyon şurup üzerinde yapılan testlerde, plastik kapaktan kaynaklanan DIDP (Ftalat) maddesinin bazı örneklerde çok düşük düzeyde, bazılarında ise hiç rastlanmadığını bildirdi. Firmanın Fransa'daki fabrikalarında üretilen Augmentin antibiyotik şurubunda ise tehlikeli boyutlarda Diisodecyl Ftalat (DIDP) maddesine rastlandığı belirtildi. Plastikleştirici olarak kullanılan Diisodecyl Ftalat (DIDP) maddesinin uzun vadeliilaçtüketimlerinde karaciğere olumsuz yönde etki yaptığı vurgulandı.

'SORUN KATKI MADDESİNDE'
Türkiye Klinik Farmokoloji Derneği Başkanı Prof.Dr.Cankat Tolunay, "Buradan ilacın kötü olduğu anlamı çıkmaz. Augmentin'in bozuk imal edildiği, imalat kurallarına uyulmadığı anlamı çıkar. Sorun ilacın etken maddesiyle değil, katkı maddesiyle ilgili. Hangi ilaçta, ne kadar plaştikleştirici madde olduğu ölçülmeli" diye konuştu.

İlaçlar buzdolabında saklanmamalı

Ordu Eczacı Odası Genel Sekreteri Ömer Çoruh, hastalar ilaçlarını çoğunlukla buzdolabında sakladığını, bu durumda da ilaçların beklenen etkiyi göstermediklerini söyledi. 08.Eylül.2011,15:15:41


Çoruh, AA muhabirine yaptığı açıklamada, ilaçların evlerde saklanma şekillerinde doğru bilinen yanlışlar olduğuna işaret etti.

Evlerde en sık görülenilaçşeklinin buzdolabında muhafaza olduğunu ifade eden Çoruh, ilaçların çoğunun üzerinde, ''oda sıcaklığında saklayınız'' yazısının yer aldığını hatırlattı.

Eczacıların ya da ilaç dışında yazan uyarıların doğrultusunda ilaçların saklanması gerektiğini vurgulayan Çoruh, şunları kaydetti:

''Eczacılar hastaları ilaçları muhafaza etme konusunda sık sık uyarmaktadır. Ancak halkımız uzman tavsiyesi yerine bildiğini yapmakta ısrarcı olabilmektedir. İlaçların nasıl saklanacağı ilaç kutularının üzerinde yazılıdır. Eczacının başka bir önerisi yoksa bu koşullara uyulmalıdır. Hastalarımız çoğu zaman bu uyarıları okumuyor. İlaçları buzdolabında saklıyor. Bu durumda da ilaçlar beklenen etkileri göstermiyor. İlaçlar rutubetli odalarda ya da banyo ve mutfak gibi bölümlerde bulundurulmamalıdır. Tercihen kapalı bir kutuda çocuklardan uzak, rutubetsiz odalarda muhafaza edilmelidir. Bu şartların dışında saklanması durumunda ilaçlar kullanılmadan önce eczacıya danışılmalıdır. Saklama koşullarına uygun saklanmayan ilaçların içindeki maddeler, etkileşim özelliklerini yitirmektedir.''

Buzdolabında muhafaza edilmesi gereken bazı ilaçlar olduğunu da belirten Çoruh, şöyle devam etti:

''Buzdolabında muhafazası gereken ilaçlar 6 ile 8 derece aralığında saklanması gerekiyorsa buzdolabının kapağında, 4 ile 6 derece aralığında saklanması gerekiyorsa soğutucunun bir alt bölümünde muhafaza edilmelidir. Bunun dışında hiç bir ilaç dondurucuya yada buzdolabına konulmamalıdır. İnsülin ilaçlarının ve aşıların kısa mesafelerde (1 ile 2 saat) nakli için kullanılan buz aküleri dondurucuda dondurulmalı, nakil esnasında ise insülin veya aşı bu akülere sarılmalıdır. İnsülin ve aşılar ise kesinlikle dondurulmamalıdır.''

Çoruh, dondurulmuş ilaçların ise çözüldükten sonra kullanılmaması uyarısında da bulundu.

AA

Bana ne oluyor demeyin!

Kendinizi kronik yorgun hissediyor, çalışırken sürekli bir korku ve sıkıntı yaşıyorsanız, global krizle birlikte son yıllarda adeta patlayan Burnout yani ‘tükenmişlik’ sendromuna yakalanmış olabilirsiniz! 08.Eylül.2011,15:21:37


Dünyanın üzerine 2008 yılından itibaren çöken global ekonomik kriz, çalışanları da esir alıyor. ‘Tükenmişlik Sendromu' olarak ifade edilen ve krizle beslenen Burnout hastalığı milyonlarca kişiyi ele geçirmiş durumda.

ABD'li uzmanlara göre dünyada her yıl yaklaşık 1.1 milyon kişi iş yaşamının yarattığı stres nedeniyle hayatını kaybediyor.

Daha çok beyaz yakalılarda görülen Burnout Sendromu'nunsağlıksistemine maliyeti çoktan milyarlarca doları aştı. Psikolojik sorunlar için sadece ABD sağlık sistemi geçen yıl 300 milyar dolar kaynak ayırmak zorunda kaldı.

Yunanistan, İspanya ve İtalya'daki borç krizi ile uğraşan Almanya'nın ayırdığı para ise 38 milyar doları buldu. Ekonomik krizle birlikte Avrupa'daki işsizlik oranı yüzde 10, ABD'de ise yüzde 9'lara kadar çıktı. Açılan paketler çalışanları rahatlatmadığı gibi her geçen gün 'işini kaybetme, yetersiz olma' gibi duyguları besliyor.

ÇALIŞANLARIN YÜZDE 20'Sİ

En son da Alman Hannover 96 takımının kalecisi Markus Miller, Burnout hastalığı nedeniyle futbola ara verdiğini duyururken, 'Tükenmişlik Sendromu' yaşayan birçok şirket yöneticisinin içinde bulunduğu durumu gizlediği tahmin ediliyor.

Daha çok ünlülerle anılan bu sendrom aslında bütün mesleklerde yoğun bir biçimde görülüyor. Konuyla ilgili olarak görüştüğümüz Psikiyatri uzmanı Dr. Barış Önen Ünsalver en çok da yoğun stres altındaki hizmet sektöründe belirtilerin gözlemlendiğini söylüyor.

İŞİNDEN SIKILMAK HASTALIK OLMAYABİLİR

Burnout sendromu işyerinde sürekli stres altında olup zamanla hem kendine hem kariyerine güvenini kaybeden her yaştan insanda görülebilir. Hastalığa yakalanan kişiyi, işinden nefret eden birinden ayıran en önemli özellik, Burnout olan birisi sosyal yaşamı dahil hayatın her alanında etkisizleşmeye başlıyor.

VERİMLİLİK DİBE VURUYOR

Burnout Sendromu'na yakalanan bir kişinin işyerindeki veriminin minimuma düşeceğini söyleyen Dr. Ünsalver işverenlerin yaklaşımının, hem çalışanları hem de kendileri için çok önemli olduğunu belirtiyor.

Sadece 2010'da ABD'dehastalıknedeniyle işe gidemeyenlerin yüzde 60'ı psikolojik sorunları mazeret olarak gösterdi. Dr. Ünsalver'e göre özellikle çalışanlara otonomi verilmesi büyük önem taşıyor. Yani her karar için onaya ihtiyaç duymaması gerekiyor.

DÖRT EVRESİ VAR

Birçok ruhsal sıkıntıyla ortak belirtileri olduğu için Burnout Sendromu'na yakalanan kişi sorununu tanımlamakta zorlanabiliyor. İşte hastalığın 4 evresi.

COŞKU

Yüksek bir umutluluk, enerjide artma ve gerçekçi olmayan boyutlara varan mesleki beklentiler sergileniyor.

DURAĞANLAŞMA

İstek ve mutlulukta bir azalma olur. Mesleğini uygularken karşılaştığı güçlüklerden rahatsız olmaya başlıyor.

ENGELLEME

Kişi, insanları, sistemi, olumsuz çalışma koşullarını değiştirmenin zor olduğu ve engellenmişlik duygusu yaşar.

UMURSAMAZLIK

Mesleğini ekonomik ve sosyal güvence için sürdürmektedir. İş yaşamı sıkıntı ve mutsuzluk veren bir alan olmuştur.

100 BİN ALMAN RAPOR ALDI

Almanya'da bu sene içerisinde yayımlanan rapora göre ücretli çalışanların yüzde 20'sinde Burnout Sendromu var ve resmi olarak bu hastalık nedeniyle işyerlerinden izin alan çalışan sayısı 2010'da yüz bine ulaştı.

KANSER HASTALIKLARI ARTIYOR

Dünya Kanser Araştırma Fonu (WCRF), kanser hastalıklarının arttığına dikkat çekti. 09.Eylül.2011,11:20:45


Kuruluş tarafından yapılan açıklamaya göre, 10 yıldan kısa bir sürede yıllık yenikanservakalarının sayısı yüzde 20 arttı. Yılda 12 milyon yeni kanser vakası kaydediliyor.

Vakalardan neredeyse yüzde 25'inin aslında engellenebilir kanserler olduğu belirtilen açıklamada, yılda 2,8 milyon vakanın beslenme, aşırı kilo ve hareketsizlikle ilgili olduğu ifade edildi.

Konuyla ilgili araştırmayı yürüten ekibin başkanı Martin Wiseman, dünya çapında kanserin artmasının nedenlerinden birinin yaşam tarzındaki değişiklik olduğunu bildirdi.

Ülkenin gelişmişlik düzeyi arttıkça halkın belirli hastalıklara yakalanma ihtimalinin de arttığına işaret eden Wiseman, bunlara örnek olarak kanserin yanı sıra kalp hastalıkları, diyabet,obeziteve akciğer hastalıklarını gösterdi.

Çok sayıda insanın halen alkol ve aşırı kilonun kansere davetiye çıkardığı gerçeğinin bilincinde olmadığını ifade eden Wiseman, reklamların da insanları sağlıklı yaşam tarzına özendirmediğini kaydetti.

Grip aşısında önemli uyarı

Bozok Üniversitesi Araştırma ve Uygulama Hastanesi Enfeksiyon Hastalıkları Ana Bilim Dalı Uzmanı Prof. Dr. Ayşe Erbay, risk grubunda bulunan kişilerin her yıl grip aşısı olmasının gripten korunmada etkin bir yol olduğunu söyledi. 09.Eylül.2011,17:05:09


Erbay, yaptığı açıklamada, gribin genellikle sonbahar ve kış aylarında görüldüğünü ve salgınların 6 ila 8 hafta sürdüğünü kaydetti.

Gribin öksürme sırasında ortama dağılan küçük aerosol partikülleri ile bulaştığını ifade eden Erbay, ''Hastalık virüs bulaşmış ellerle temas etmek, hasta veya taşıyıcı kişinin tuttuğu kapı kolu, telefon ahizesi veya havlu gibi ortak kullanılan eşyalardan da bulaşabilir'' dedi.

Sağlıklı kişilerin gribi hafif bir ateş yükselmesi ve halsizlik ile birkaç gün süren kuru öksürükle ayakta geçirebildiğine dikkat çeken Erbay, şu bilgileri verdi:

''Grip, sağlıklı erişkinlerde genellikle kendi kendini sınırlayan bir hastalıktır. Bununla birlikte dünyada her yıl grip salgınlarında 250 bin kişinin üzerinde insan hayatını kaybetmektedir'' Ölümlerin çoğu 65 yaş üzerindeki hastalarda gerçekleşmektedir. Ayrıca amfizem, konjestif kalp yetmezliği, hemoglobinopatiler ve immunsupresyon varlığı ağırhastalıkgelişimi ve ölüm için risk faktörüdür. Grip aşısının koruyuculuğu erişkinlerde yüzde 70 üzerindedir. İnfluenza virüsünde sürekli antijenik değişimler yaşandığı için her yıl yeni aşı üretilmektedir ve korunmanın sürekliliği için her yıl eylül-aralık ayları arasında aşı yapılması gerekmektedir. Özellikle risk grubunda bulunan kişilerin her yıl grip aşısı olması gripten korunmada etkin bir yoldur. Grip aşısı uygulaması ile gribe bağlı hastaneye yatış oranlarında yüzde 30 ile 50 arasında azalma olmaktadır. Yaşlılarda trivalan aşı uygulaması ile influenzaya bağlı ölümlerde yüzde 50 azalma olduğu bilinmektedir.''

Astım, kalp, yüksek tansiyon ve böbrek rahatsızlığı gibi hastalıkları olanların ve 65 yaş ve üstündeki kişilerin risk grubunda olduğunu vurgulayan Erbay, bu kişilerin her yıl grip aşısı olmaları gerektiği uyarısında bulundu.

UYKUSUZ KALMAK 3 KM'LİK YÜRÜYÜŞE DENK

ABD'de yapılan araştırmalara göre, uykusuz bir gece geçiren kişi 3.2 kilometre yürüyüş yapmış kadar enerji harcıyor. 09.Eylül.2011,18:06:08


'Journal of Physiology' dergisinde yayımlanan araştırma, geceyi uykusuz geçiren bir kişi, 8 saat uyuduğunda harcadığından 135 kalori daha fazla hacamış oluyor. 7 kişi üzerinde inceleme yapan Kenneth Wright, 'Uykudaki enerji tasarrufu kısmen az gibi gözükse de, bu bizim beklentimizden biraz daha fazla çıktı' dedi.

Araştırmanın uykusuzluk problemi yaşayanlar için önem taşıdığını belirten bilim adamları, uykusuzluk yoluyla kilo vermenin de güvenli olmayacağının altını çizdi.

6 Eylül 2011 Salı

Yirmi iki kalem Trabzon'u yazdı

Heyamola Yayınları, kentlerin kimliğini edebiyatçılar aracılığıyla ortaya çıkarmak için başlattığı seriye İstanbul ve İzmir'in ardından Trabzon'u ekledi. Trabzon'da doğup büyüyen ya da bir şekilde yolu buradan geçmiş 22 şair ve yazar; tanıdıkları, sevdikleri, küstükleri ya da kaçtıkları Trabzon'u anlatıyor kitaplarında.Deli fişek bir şehir nasıl olur da bunca zarif ve nazik sözcükle ifade edilebilir? Üniversite yılları Trabzon'da geçen Ercan Yılmaz, "Cemal Süreya yaşasaydı da görseydi aşkların bakımının nasıl yapıldığını Ganita'da" diye yazmış mesela. Ganita, Trabzon deyince ilk akla gelen, şehrin uç taraflarında, sırtı Trabzon Kalesi'ne yaslı bir yer. Güneşin batışını izlemek için herkesin gittiği bir mekân. Güzel hisar, kale kapısı anlamına geliyor. Bütün lise öğrencileri dünya klasiklerini bu mekânda okurmuş. Trabzon'un yetiştirdiği ne kadar şair, ressam, karikatürist varsa hepsinin yolu buradan geçmiş... Eğer Ganita'da bir şiir akşamı yapılacaksa okunması gereken şiirleri de listelemiş yazar: İlhan Berk'ten Akşama Doğru, Ahmet Haşim'den Bir Günün Sonunda, Hilmi Yavuz'dan Akşam ve Yazmak, Necip Fazıl'dan Akşam ve Behçet Necatigil'den Akşam şiiri. Ne menem bir yerse burası! Ercan Yılmaz'ın yazdığı, "Ganita, Akşama Doğruyum Ben" kitabını okuyunca kalkıp gidesiniz geliyor.

Heyamola Yayınları, kentlerin kimliğini edebiyatçılar aracılığıyla ortaya çıkarmak için 2010 yılında bir kitap projesi başlatmıştı. Önce 80 yazar, kültür başkenti İstanbul'un 80 semtini yazdı. Sonra 41 kalem sahibi "İzmirim" dedi. Kısa bir süre önce ise "Trabzon'dur Yolumuz" üst başlığı ile Trabzon'a dair 22 kitap çıktı. Bu şehirde doğup büyüyen ya da bir şekilde yolu buradan geçmiş yazarlar; tanıdıkları, sevdikleri, küstükleri ya da kaçtıkları Trabzon'u anlatmış kitaplarında.

Trabzon'da bir mahalleden bahsedeceksek eğer, telkarici Celal Efendi, dokumacı Emine, fanilacı Ayşe, hastalık hastası Sacit Amca ve mahallenin Adile Naşit'i Vesile Teyze'nin geçip gittiği Hacıkasım en doğru adres. Çiğdem Sezer, "Taş Beşiğim Hacıkasım" kitabında, doğup büyüdüğü mahalleye yıllar sonra tekrar gitmiş ve aklında kalanlarla yeni gördüklerini harmanlamış. Mahallesiyle ilgili hiçbir yazılı belge bulamadığı için eski insanların belleklerini yoklayıp her şeyi kayıt altına almış. İlk önce Aldıkaçtı Yokuşu sokağının adının nereden geldiğinin peşine düşmüş. Sakinlerden Perukan teyze ayaküstü bir çırpıda anlatıveriyor: Kayınpederi Ali Efendi, Osmanlı'da askermiş de, baskın düzenlermiş düşman karargâhına da, alıp kaçırırmış askerlerimizi düşmanların elinden de... Bir gün paşası demiş ki, "Senin namın Aldıkaçtı olsun..."

TRABZON'UN TANINMIŞ SİMALARI

Böyle bir projede ister istemez Trabzonlu edebiyatçı Nazan Bekiroğlu'nun olmaması dikkat çekiyor. Yayınevinin sahibi Ömer Asan, "Nazan Hanım, yoğunluğundan dolayı katkıda bulunamayacağını söyledi." diyor. Ama yazarın çocukluğunun geçtiği Sotka Mahallesi'nde babasıyla çekildiği bir fotoğrafa Ayşe Sevim'in yazdığı "Trabzon'un Denizden Koparılan Kalbi Sotka" adlı kitapta ilk kez yer veriliyor. Sotka, Trabzon'un en eğlenceli kıyı mahalleleri arasında. Şimdi o sahilden eser yok, yol geçiyor. Bekiroğlu'nun büyüdüğü, bugün yıkılıp yerine apartman yapılan evleri Kuloğlu Sokak ile Hallaçoğlu Sokağı'nın köşesinde bulunuyormuş. Babası Sabri Bey gibi amcası, eski belediye başkanlarından Ahmet Rasim Karanis de ölene değin Sotka'da yaşamış. Trabzonspor Teknik Direktörü Şenol Güneş de bu mahalleden. Ayşe Sevim, kitabı yazma aşamasında Şenol Güneş ve arkadaşı eski Trabzon Belediye Başkanı Volkan Canikoğlu ile görüşerek anılarını kitabına eklemiş.

"Trabzondur Yolumuz" dizisinin tek sorunu, kitapların arka kapak yazılarının hepsinin aynı olması. Önsözden alıntılanan yazının Hacıkasımlı Devlet Bakanı Faruk Nafiz Özak'ın yazmasının etkisi büyük elbette ama bu en çok Ganita kitabına haksızlık. Bir kitapseverin yorumu dikkate değer: "Arka kapak okumayı sevenlere büyük ayıp."


'Trabzon'dur Yolumuz'

Trabzon'un 22 semt veya mahallesini, yolu bir şekilde bu şehirden geçmiş isimler kaleme aldı. İşte o isimler ve kitapları: Adnan Taç: Bir Kalekapı'm Vardı, Ahmet Özer: Trabzon'un Kalbi Meydan, Ayşe Sevim: Trabzon'un Denizden Koparılan Kalbi Sotka, Bekir Gerçek: Başkentin Baş Mahallesi Ortahisar, Çiğdem Sezer: Taş Beşiğim Hacıkasım, Ercan Yılmaz: Ganita "Akşama Doğruyum Ben", Ertuğrul Aydın: Trabzon'un B Kapısı Kalkınma, Esma Âlâ: Kavakmeydan "Gözü, Gözümdü", Hasan Kantarcı: Babamın Veresiye Defteri Moloz, Hayrettin Orhanoğlu: Sessizliğin Karanlığında Kemeraltı, İlkay Somel: Çömlekçi'ye Kar Yağıyordu, Kadri Özcan: Arafilboyu Çağlayan Merdivenler, Kudret Emiroğlu: Okludere, Mehmet Ongan: Bela Vista Soğuksu, Murat Başman: Kendi Odağında Bir Uzunsokak, Murat Ergin: İçimdeki Mavi Beyaz Faroz, Mustafa Reşat Sümerkan: Trabzon'un Yaşlı Bakkalı Mumhaneönü, Öner Ciravoğlu: Aziz Eugenios'un Rüyası Yenicuma, Serkan Türk: Güneşli Bayir Erdoğdu, Şengül Öymen Gür: Gazipaşa'nın Yerlisi Olmak, Tayfun Pirselimoğlu: Mithra ve Bıldırcınlar Boztepe, Yaşar Bedri Özdemir: Ayasofya Mahrem, Kemik Falı ve Lacivert
"Edebiyatçıların bakışı çok yönlüdür gönül gözüyle bakarlar şehirlere"

Ömer Asan (Heyamola Yayınları Yayın Yönetmeni): "Türkiye, kentsel dönüşüm projelerine sahne olmaktadır. Bu dönüşüm projeleri kentleri neredeyse yüzlerce yıllık kent tarihinden koparmakta, halkın sosyal ve kültürel bağlarını yok etmektedir. Buradan yola çıkarak, tarihi derinliği olan kentleri ve semtlerini yazılı kayıt altına alma fikri oluştu. Trabzon'da yaşayan edebiyatçıların, bulundukları semtleri; kendi yaşam deneyimlerinden yola çıkarak yazmalarını istedik. Bir kentin tarihini, coğrafyasını, toplumsal hayatını, geçirdiği değişimleri, insan tiplerini, yollarını, aşklarını, gecesini gündüzünü, folklorunu herkes kendince görür. Bir tarihçi, coğrafyacı, toplumbilimci, turizmci kendi bilgi alanıyla sınırlı bir bakışla yaklaşır bütün bunlara. Edebiyatçının bakışı ise çok yönlüdür. Edebiyatçı, çevresine gönül gözüyle de bakar."

Sözün Özü

Salât u selâm, Allah Resûlü (sas) hakkında Cenâb-ı Hakk'a yapılan bir duadır.İnsanlığın İftihar Tablosu da; 'Yanında adım anıldığı hâlde bana salât u selâmda bulunmayanın burnu yerde sürtülsün.' ifadeleriyle bu konuda bizzat kendisi tahşidatta bulunmuştur. Salât u selâm getirirken, bir taraftan nâm-ı celîl-i Muhammedîyi yâd etmek, beri taraftan da, bir İmam-ı Rabbânî, bir Üstad Bediüzzaman edasıyla, her zaman değişik tazimat ve tekrimâtla hislerimizi ifade etmek ve böylece O Zât'ı içimizde daima taze tutmak ise, O'na karşı ayrı bir vefa borcudur

Haftanın Duası

Ulu dergâhına teveccüh eden gönülleri asla mahzun bırakmayan, semalara doğru açılan elleri hiçbir zaman boş çevirmeyen âlemlerin Rabbi Allah'a sonsuz hamd ü sena; O'nun mustafa, mücteba ve murtaza kulu Hazreti Muhammed'e, âline ve ashabına salât ü selam ediyor, bir kez daha rahmeti sonsuz Mevla'mıza yöneliyoruz: Allahım!Bahtına düştük, ne olur, Doğu ile Batı'yı birbirinden uzak tuttuğun gibi, inadı, lüzumsuz yere ısrarı ve arzularına uymak suretiyle İblis ve avenesine benzemeyi de bizden fersah fersah uzak kıl. Amin...

Azap

Bağ bozuk, bağban yaslı, güllere hazan azap;
Yaz günü yaprakları solduran hicran azap.
Düşmanlar düşman tamam, ona bir şey diyemem;

Can azap, cânan azap, her günkü yâran azap.

Yıllar var yollardayız, mesafeler amansız,

Yol âsi, hedef uzak, bel veren zaman azap.

Yakmak için tek bir mum çekilenler besbelli,

Söndürüyor rüzgârlar, savrulan harman azap.

Muzdarip bütün toplum, ilacı bunun iman,

İmana aç rûhlara başka bir derman azap.

Sarsılmış başta akıl, bakış bulanık hepten,

Bir acı imtihan bu, bize imtihan azap.

Himmete muhtaç herkes, kupkuru dağ ve bayır,

Çöllere dönmüş arza boşalan bârân azap.

İnsanlara el açmak, hep gîran geldi bize,

Mihrabı Hak olana bu türden gîran azap.

Tatmadık hiç kimseden minnet kokan bir ihsan,

Vicdanı hür olana minnetli ihsan azap.

M. Fethullah Gülen

İfratlar-tefritler arasında kadının yeri

İslam'a göre kadının dünyadaki rolü sadece evinin işleriyle meşgul olmak ve çocuk büyütüp yetiştirmekle sınırlı değildir.Aslında o, fıtratına ters düşmemesi ve dini hassasiyetleri gözetmesi kaydıyla, toplumun hemen her alanında kendi üzerine yüklenen vazifeleri yapmakla ve içtimaî hayatta erkeğin elinin yetişmediği yerlere uzanıp oradaki eksiklikleri tamamlamakla mesuldür. Fakat maalesef, bu gerçek zamanla Müslümanlar arasında dahi göz ardı edilmiş ve kaba bir anlayış, hoyrat bir düşünce kadın ve erkeğin birbirine yardımcı olmalarına dayalı bu sistemi bozmuştur. Onun bozulmasıyla da hem aile düzeni hem de içtimaî nizam bozulmuştur.

Fakat bu husustaki düşünce kaymalarının ve inhirafların müsebbibi -hâşâ- Din-i mübin değildir; hata, onu yanlış yorumlayıp yanlış uygulayanlara aittir. Tatbikattaki bu hataların da mutlaka düzeltilmesi lazımdır. Ne var ki, bu mevzudaki yanlışlıklar düzeltilirken mesele feministlerin arzu ettiği şekilde ele alınırsa, bu defa yine denge bozulacak ve ifratları tefritler takip edecektir. Mesela; kadını sadece çocuk yapan bir obje kabul etmek ve onu bir çocuk fabrikası gibi görmek ne kadar çirkinse ve ona karşı saygısızlıksa, kadının tenasüle baş kaldırması ve bir makine olmadığını göstermek için çocuk edinmekten kaçınması da o kadar fıtrata terstir ve yakışıksızdır. Evet, kadın, bulaşık bir kap olmadığı gibi, yeri de sadece bulaşık kapların bulunduğu mutfak değildir; fakat yemek, çamaşır, bulaşık, temizlik gibi ev işleriyle hiç alâkasının bulunmadığını iddia eden ve yuvayı bir aşhaneye, bir yatakhaneye çeviren kadın da çocuklarına iyi bir anne, iyi bir muallim ve iyi bir mürşide olmaktan çok uzaktır.

Diğer taraftan, kadını maden ocaklarındaki gibi çok ağır şartlar altında çalıştırmak da zulümdür. Sırf erkeğe eşit olduğu iddiasıyla, kadının, yaz günü sıcakta tırpan sallama, tırmık çekme, dövenlerin üzerinde iş görme, ya da sınırda terörist gözetleme, eşkıyayı takip için mağaralarda yatıp kalkma gibi ağır mesuliyetler altına itilmesi insan tabiatına terstir, zalimane bir işkencedir; kadınlığının hususiyetlerini görmezlikten gelme ve fıtratın kanunlarıyla çatışma demektir.

Bu itibarla, İslam'a göre, kadını eve hapseden ve onu içtimaî hayattan bütün bütün uzaklaştıran anlayış kat'iyen doğru değildir; kadın, fizyolojisi ve psikolojisi nazara alınmak kaydıyla, herhangi bir işte çalışabilir. Fakat hem kadın hem de erkek hayatın bir paylaşımdan ve iş bölümünden ibaret olduğunu bilmeli ve her biri kendi fıtratına uygun işleri yaparak diğerine yardımcı olmalıdır.

Kadın en muallâ mevkii İslam'la kazandı

Kadın hakları konusunda söz söyleyebilecek yegâne din İslam'dır. Çünkü gerek Kur'an-ı Kerim'e, gerek Peygamber Efendimizin tatbikatına, gerekse İslam tarihine baktığımızda, fertlerin hatalarından kaynaklanan birtakım suiistimaller dışında, kadının en muallâ mevkii Müslüman toplumlarda kazandığı görülür.Evet, İslam'da kadının diğer sistemlerde asla rastlanamayacak eşsiz bir konumu vardır. Günümüzün en modern sayılan toplumları bile, bu konuda onunla boy ölçüşemeyecek kadar geridir.

Günümüz toplumlarında kadın, belli bir özgürlüğe sahip ise de, bu, daha çok cismanî arzuları tatmin özgürlüğüdür ki, böyle bir özgürlük, gerçek insan fıtratının ve selim aklın kabul edebileceği ve herhangi bir semavî dinin makbul sayacağı bir özgürlük değildir. Son asırlarda, hassaten devletlerarası kanlı savaşların getirdiği geçim zorlukları ve ekonomik ihtiyaçların baskısı kadını iş dünyasına ve sokağa çıkmaya zorlamıştır. Bu çıkışın akabinde, kadın kendi iaşesini temin etmeye başlamış ve fert planında bir ölçüde iktisadî hürriyet elde etmiştir; fakat pek çok yerde, onun bilhassa fizikî cazibesinden faydalanmak isteyen birtakım sermaye çevreleri için istismar mevzuu bir alet haline düşmekten de kurtulamamıştır. Maalesef, kadın özellikle Batılı toplumlarda piyasaya, pazara, eşyanın malî değerine katkıda bulunduğu ve erkeklerin nefsanî arzularına hizmet ettiği nispette, dolayısıyla hayatının sadece bir anında surî ve sunî bir sevgi bulabilmiştir; ne var ki, içtimaî hayatta kerime, bacı, eş, anne ve nine olarak gördüğü ve yerini başka hiçbir şeyin dolduramayacağı muhabbet ve hürmeti büyük ölçüde kaybetmiştir. Zamanla o, bu defa da hürriyet kılıfı altında modern tekniklerle (!) sömürüldükçe sömürülmüş, çoğu insanî haklarından mahrum edilmiş ve karanlık çağlardakine denk bir istismarın kurbanı haline gelmiştir.

Aldatan Havva imajı ve ilk günahın vebalinin kadına yüklenmesi, Batılı toplumlarda, asırlar boyu kadın hakkında çok olumsuz yorumlara sebebiyet vermiştir. Bu çarpık anlayıştan dolayı, kadın güvenilmez, doğrudan muhatap kabul edilmez, ikinci sınıf bir varlık konumuna itilmiş; âdet hali, hamilelik ve çocuk doğurma, onun ebedî suçuna bir ceza olarak telâkki edilmiştir. Oysa İslam'ın kadına bakışı, erkeğe bakışından hiç farklı değildir. Kur'an'ın ifade ettiği yaratılış keyfiyeti, önce Hazreti Âdem'in, daha sonra da ondan, onun mayasından eşinin yaratılması şeklindedir. Kur'an'ın tasviri, kadın-erkek ayrımı yapılmadan her ikisinin de insan olduğunu hatırlatmaya ve bu iki varlığın birbirini tamamlayıcı önemli birer fenomen olduklarını nazara vermeye matuftur. İslam'a göre, kadın ve erkek arasında bir kısım farklılıklar bulunsa da, bunlar pek çok maslahat için planlanmış özel bir dizaynın neticesidir; fakat aralarında ontolojik bir farklılık kat'iyen söz konusu değildir.

İki Ceset Bir Ruh

Allah kadını başka değil, erkeğe eş olarak yaratmıştır; bu itibarla, o onsuz olamaz, o da onsuz olamaz. Alvar İmamı'nın ifadesiyle, Hazreti Âdem Cennet'te de bulunsa Havva'sız olduğu dönemlerde hicran içinde yaşamıştır; şayet başta Havva yaratılsaydı, bu defa da o, Adem'sizliğin hicranını yaşayacaktı. Çünkü, yaratılış itibarıyla, Âdem Havva'sız, Havva da Âdem'siz olamazdı. Onlar, iki ceset, bir ruh gibiydiler ve bir hakikatin ayrı ayrı iki yüzünü temsil ediyorlardı.

Evet, nasıl ki, pozitif negatife, elektron protona, gece gündüze, yaz kışa, yeryüzü gökyüzüne muhtaçtır; aynı şekilde erkek kadına, kadın da erkeğe muhtaç olarak halk edilmiştir. Nitekim Resûl-i Ekrem (sallallahu aleyhi vesellem) bu gerçeği şöyle dile getirmiştir: "Kadınlar erkeklerin yarısıdır." Bu itibarla, insan olma yönüyle kadın ve erkek eşit yarımlardır; fakat hiçbir zaman biri diğerinin aynı değildir. Bunların fıtratlarında, fizikî donanımlarında, ruh dünyalarında ve psikolojik yapılarında bir kısım farklılıklar mevcuttur; ama ne erkek kadının biyolojik olarak daha olgunlaşmış bir şeklidir, ne de kadın erkeğin az gelişmiş bir tipidir. İkisi de müstakil birer insandır ve bunlar birbirine muhtaçtır.

Bu müstakim anlayışa uygun olarak, Devr-i Risalet Penâhî'de, kadın hak ettiği yüksek mevkiye yükseltilmiş, ona tabiatına uygun işler tevdi edilmiş ve onun toplum içindeki hayatî konumu yeniden ortaya çıkartılmıştır. Hem de bu büyük inkılâp, dünyanın vahşet içinde yüzdüğü ve kadının insan olup olmadığının, ruhu bulunup bulunmadığının tartışıldığı karanlık bir dönemde yapılmıştır. Bununla beraber, kadınlar erkeklerin mesul sayıldığı bazı mükellefiyetlerden sorumlu tutulmamışlardır. Onların, bir kısım mükellefiyetlerden muaf olmaları da, kadınların eksik görülmesinden ve onlara bazı nakîseler isnad edilmesinden kaynaklanmamıştır. Aksine, taife-i nisanın erkeklerin sorumlu olduğu kimi mükellefiyetlerden mesul tutulmamaları rahmet-i ilahiyenin neticesi ve onlara merhametin ifadesidir. Bu rahmet tecellisi de şu temel espriye dayanmaktadır: Kadın, erkeğe kıyasla daha çok şefkatli ve pek merhametlidir. Ondaki engin şefkate bir iltifat olarak, yegâne merhamet sahibi Rahman ü Rahîm, ilahî rahmetinin bir tecellisine daha kadını mazhar kılmış ve onun bazı mükellefiyetlerini kaldırmıştır.

1- Gerek Kur'an-ı Kerim'e, gerek Peygamber Efendimiz'in tatbikatına, gerekse İslam tarihine baktığımızda, kadının en muallâ mevkii Müslüman toplumlarda kazandığı görülür.

2- Günümüz toplumlarında kadın, belli bir özgürlüğe sahip ise de, bu, daha çok cismanî arzuları tatmin özgürlüğüdür ki, makbul sayılacak bir özgürlük değildir.

3- Kadınların bir kısım mükellefiyetlerden muaf olmaları, onların eksik görülmesinden kaynaklanmamıştır. Aksine, bu durum onlara rahmet-i ilahiyenin bir neticesidir.

Hastalar artık kâğıt çizelge yerine tabletten takip ediliyor

Hızla gelişen teknolojiyi artık devlet kurumları da yakından takip ediyor. Adana Dr. Aşkım Tüfekçi Devlet Hastanesi, hastaların takibini kâğıt dosyalarla değil tablet bilgisayarlarla yapıyor.Günlük hasta vizitelerinde kucak kucak dosya taşıma devrini kapatan hastanede hastaların tedavi seyri, röntgen ve diğer filmler ile birlikte tahlil sonuçlarının tamamı tabletle takip ediliyor. Doktorlar bu sayede hastaların bütün bilgilerini görebiliyor. Tablet bilgisayar sayesinde hemşirelerin hata yapma ihtimalinin en aza indiğini aktaran Devlet Hastanesi Başhekimi Op. Dr. Musa İnal, röntgen ve tomografi filmlerinin solüsyonlarının içinde gümüş gibi ağır metaller bulunduğunu belirterek, "Hastanemizde görüntüleme ve arşivleme sistemi kurduk. Filmler, çekildiği an hekimin önüne düşüyor. Hastanın film taşımasına gerek yok. Hekim hastanın daha önceki filmlerine bakarak daha iyi değerlendirme yapabilme imkânına sahip olacak. Hedefimiz kâğıtsız ve filmsiz bir hastane olmak." diyor. Sistem sayesinde yıllık 500 bin lira tasarruf sağlanması hedefleniyor.