18 Eylül 2015 Cuma

BULUT

Bulut, serbest bir hava kütlesinde toplanmış, gözle görülebilir su damlacıkları, buz kristalleri veya her ikisinin karışımından oluşan yapı. Bulutlar yer seviyesinden yüksekte bulunur. Yer seviyesinde oluşan sığ bulut katmanları ise sis olarak adlandırılır.
Atmosferde yoğunlaşan su buharı küçük su damlacıklarını ve genellikle 0,01 mm çapındaki buz kristallerini meydana getirir. Milyarlarca damlacık ve kristal bir arada bulut denilen yapıyı oluşturur. Bulutlar tüm görünür dalga boyutlarını yansıtır. Genellikle beyazdır ancak gri veya siyah olarak da görünebilirler. Gri ya da siyah görünmelerinin sebebi, kalınlıkları nedeniyle güneş ışığının geçmesine izin vermemeleridir.
Bulutlar görünüşlerine göre adlandırılırken başlıca dört Latince kökenli kelime ve bunlardan türetilmiş ekler kullanılır::
  • Sirrüs ailesiCirrus sözcüğü Latincede "kıvrım" veya "bukle" anlamına gelir. Birleşik isimlerde sirrüs sözcüğü bazen sirro- şeklinde önek olarak kullanılır: sirrostratüs vs. Sirrüs ailesindeki bulutlar bazen "lifli" veya "at kuyruğu" şeklinde tanımlanırlar.
  • Kümülüs ailesiCumulus sözcüğü Latincede "yığın" anlamına gelir ve bir şeyin birikmesini anlatmakta kullanılır. Birleşik isimlerde kümülüs sözcüğü bazen kümülo-şeklinde önek olarak kullanılır: kümülonimbüs vs.
  • Stratüs ailesiStratus sözcüğü Latincede "yayılmış" anlamına gelir. Birleşik isimlerde stratüs sözcüğü bazen strato- şeklinde önek olarak kullanılır: stratokümülüs vs.
  • Nimbüs ailesiNimbus sözcüğü Latincede "bulut" veya "hale" anlamına gelir. Birleşik isimlerde stratüs sözcüğü bazen nimbo- şeklinde önek olarak kullanılır: nimbostratüs vs. Nimbüs ailesi "yağış taşıyan" bulutlardır.
Bunlar haricinde kullanılan bir diğer önek olan alto- Latince altus "yüksek" sözcüğünden gelmesine rağmen adında alto bulunan bulutlar genellikle orta seviye bulutlarıdır.

Başlıca bulut tipleri


Seviyelerine göre başlıca bulut tipleri
Bulutlar deniz seviyesinden yüksekliklerine göre[4] yüksekorta ve alçak seviye bulutları olmak üzere 3 ana gruba ayrılırlar. Yaygın sınıflandırma şöyledir:[2]
  • Yüksek seviye 5-13 km (16.500-42.500 ft)
  • Orta seviye 2-7 km (6.500-23.000 ft)
  • Alçak seviye 0-2 km (0-6.500 ft)


Bunların haricindeki bazı önemli bulut tipleri şunlardır:
  • Stratüs fraktüs ve kümülüs fraktüs: Ns ve As altında bulunan parçalı bulutlardır. Cb civarında da görülebilirler.[10]
  • Kastellanus: Kümülüs ailesinden küçük, kule şeklinde bulutlardır. Ortak bir taban üzerinde birleşirler ve orta seviyede oluştuklarında kararsız bir atmosferin habercisidirler.[10]
  • Lentikülaris: Lens şeklinde, daş üzerinde oluşan bulutlardır. Kuvvetli rüzgarlar nedeniyle oluşurlar ve "kararlı" bir atmosferin ve dağ dalgalarının habercisidirler.

KAYNAK: https://tr.wikipedia.org/wiki/Bulut

SEVGİYLE GİDERSENİZ KALICI OLURSUNUZ

İnsanlığın İftihar Tablosu (sallallâhu aleyhi ve sellem), bir beldeyi teşrif buyurduğu esnada, “Allah’ım, bu beldenin bolluğuyla bizi rızıklandır. Veba gibi hastalıklarından bizi koru. Bizi bu beldenin halkına, bu beldenin salihlerini de bize sevdir. Allah’ım, burayı bizim için bereketli eyle.” şeklinde dua ediyordu.
Efendiler Efendisi (aleyhissalâtü vesselâm) insanların gönüllerini kazanabilmek, oralara sevgi tohumları ekebilmek için hem gerekli sebeplere müracaat etmiş, meselâ onlarla hep diyalog hâlinde bulunmuş, münasebetlerin kesilme noktasına gelmemesi için perdeyi yırtmamış hem de kavlî dualarıyla, muhataplarının gönüllerinde sevgi yaratması için Cenâb-ı Hakk’a el açıp yalvarmıştır. Allah da o en sevdiği kulunu hiçbir zaman huzurundan boş çevirmemiş, hususî atiyyeleriyle sevindirmiş, göklerde ve yerde O’nun için sevgi vaz’etmiştir. Hatta bir manada sevgi, varlığın çehresine Muhammed (aleyhissalâtü vesselâm) aynasından yansımıştır.
Evet, Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) hayat-ı seniyyelerine bakıldığında, fem-i güher-i nebevîden dökülen bu duanın dergâh-ı ilâhîde kabul edildiğine şahit olursunuz. Meselâ, Mekke-i Mükerreme’den Medine-i Münevvere’ye hicret buyurduklarında Medine halkı, O Habîb-i Kibriya’yı çok sevmiştir. İçten içe bütün bütün dejenere olmuş bir kısım münafıklar ve İslâm düşmanlığıyla gözü dönmüş bazı kâfirler istisna edilecek olursa, Medine’de Resûlullah’a gösterilen sevginin büyüklüğü ortadadır. Evs ve Hazreç kabileleri de dâhil olmak üzere Medine halkı Efendimiz’in orayı teşriflerinden çok kısa bir zaman sonra O’nun etrafında âdeta pervane gibi dönmeye başlamışlardır. Aslında O Nebiler Serveri her nereye şeref-kudüm buyurmuşsa orada hüsnükabul görmüştür. Aynı şekilde Efendimiz de Medine’yi çok sevmiştir. Konuya, ümmetine emanet etmiş olduğu nurlu mesaj perspektifinden bakılacak olursa, Altın Çağ’dan bugüne hüsnükabul görmeye devam ettiği apaçık ortadadır.
Kâinatın İftihar Tablosu, şereflendirdiği beldelerde böyle hüsnükabul gördüğü gibi, O’nun has temsilcileri de, derecesine göre gittikleri yerlerde hep sevgi, saygı ve kabul görmüşlerdir. Meselâ irşad niyetiyle Yemen’e giden Hazreti Ali’nin (radıyallâhu anh) etrafında çok kısa bir zaman diliminde binlerce insan toplanarak halkalar oluşturmuşlardır. Onlar Hazreti Ali’yi sevmiş, Hazreti Ali de onları sevmiştir. Zaten Hazreti Ali (radıyallâhu anh) sadece harp meydanlarının kahramanı değil aynı zamanda mana âleminin de bir sultanıdır. Böyle zülcenaheyn olması yönüyle de o, Peygamber Efendimiz’in (aleyhi ekmelüttehiyyât ve etemmütteslimât) en hakiki vârislerinden birisidir. Ona duyulan sevginin neticesindedir ki, Ebû Musa el-Eş’arî ve Abdullah ibn Cerîr el-Becelî gibi (radıyallâhu anhüm ecmaîn) çok kıymetli Müslümanlar samimi olarak İslâm’a bağlanmışlardır.
Bizi Bu Belde Halkına Sevdir Allah’ım!
Diyalog adına, inancınızdan kaynaklanan güzellikleri, gittiğiniz yerlerdeki insanların sinelerine boşaltma hesabına hadis-i şerifte zikredilen sevginin ne kadar ehemmiyetli olduğu âşikârdır. İslâm tarihine bakıldığında Müslümanların, gönülleri kazanmak niyetiyle gittikleri yerlerde kalıcı olabildiklerini görürüz. Meselâ, Asya, Balkanlar, Küçük Asya dediğimiz Anadolu, Afrika’nın bazı yerleri hep böyledir. Müslümanlar gittikleri bu beldelerin ahalisini sevmiş, onlar da Müslümanlara karşı hep muhabbetle yaklaşmış ve zamanla İslâm’ın güzellikleri içerisinde eriyip gitmişlerdir. Yine bunu da Efendimiz’in (aleyhissalâtü vesselâm) genel tavrının bir neticesi olarak görmek gerekir. Yani siyeri, felsefesiyle iyi anlayan sonraki Müslümanlar gerçek fethin ancak gönüllerin fethiyle olabileceğini kavramış ve hareketlerini bu mülâhaza üzerine bina etmişlerdir.
Bugün de arkadaşlarımız, tarihte eşine ender rastlanacak bir şekilde dünyanın birbirinden çok farklı beldelerine hicret etmekte, gidiş maksatlarına muvafık olarak da o beldelerde pek çok kesimden değişik insanlarla muhatap olmaktadırlar. Yukarıda da arz edilmeye çalışıldığı gibi önce fiilî duayı yerine getirmek gerekecektir. Bu da o yörelerdeki farklı kültür ortamlarını, değişik hissiyatları hesaba katarak hazırlıklı gitmek suretiyle olur. Nelere, ne kadar değer atfettiklerini bilmeden ve –en azından başlangıçta– ona göre bir duruş sergilemeden o beldelerin halkıyla diyalog kurmanız imkânsız sayılır. Gerçi umumi manada insana insan olmasından dolayı gösterilmesi gereken saygıyı ortaya koyduğunuzda hemen her yerde gönüllerden vize alabilir, hemen her yere adım atabilirsiniz. Ne var ki, adım attığınız yerde kalıcı olmayı istiyorsanız, o insanları iyi tanımak ve ona göre iyi bir duruş sergilemek mecburiyetindesiniz.

Zâhirî esbap açısından yapılması gerekli olan da budur. Bununla beraber bizim, doğru hareket etmek, yanlış yapmamak, gittiğimiz beldenin halkını sevmek ve onlar tarafından sevilmek için Cenâb-ı Hakk’a el açıp yalvarmamız da bu hususta duanın kavlî olanıdır. Biz de Resûl-i Ekrem Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) yaptıkları duayı tekrarlar ve “Allah’ım, o belde halkının salihlerini bize, bizi de onlara sevdir.” deriz.
KAYNAK:  http://www.zaman.com.tr/kursu_sevgiyle-giderseniz-kalici-olursunuz_2291940.html

ANNEM

Beni doğuran annem
Bir yangın var içimde anlatamam
Yazık ki yanmadan bu yangından da kurtulamam
Hizmet desem nar-ı aşk desem kor desem anlar mısın
Git deyip kınalı kuzum deyip alnımdan öpüp beni uğurlar mısın
Yine mi gurbet deyip düşmesin yüreğime gam
Toprak kokulu elinle gül yavrunu okşa son kez
Ben gitmesem o gitmese bu dava kime keder anne kime gam
Aklın kalmasın bende rabbime emanetim ben
Dizlerinin dibi kadar güvenli kucağın kadar sıcak bir yere yolculuğum
Cennet anaların ayakları altında değil mi hem
Müsade et öpeyim ayaklarının altından başlasın cennete yolculuğum
Bir sözüm vardı unutmadım hatırımda
Hatırlatıpta ne olur hatırımı yıkma
Evet tahsilim bitince hep kalacaktım yanıbaşında
Lakin sana söz verirken rabbim gelmemişti aklıma
Rabbim diyorum anne rabbim
Rabbimin aşkı şimdi damarlarımda
Alem yanıyor anne alem anlıyor musun
Yanarken alem alev alev benim bakmamı mı istiyorsun
Gitmem gerek gitmem gerek anne beni anlıyor musun
Burada bir çift gözle bekleyeceksin sen beni
Binlerce göz bekliyor beni anne binlerce göz beni oralarda
Dönmek var dönmemek var ölüm var kalım var
Şöyle sıcak kucağınla sıkıca sar bi yavrucuğunuhakkını helal et sütünü helal et
Kalmasın aklın buralarda
Mübarek dualarınla mübarek eyle yolculuğumu
Bu alemde bize gurbet bize hasret
Sanma bir benim annesinden ayrı kalmış kınalı kuzu
Binlerce evlat var
Anasından ayrı başları kınalıyüzleri nurlu
Gurbette birbirimizin anasıyız babasıyız yariyiz yareniyiz
Bir ilahi aşkın peşinden dört bir yana savrulmuşuz
Nazlı bir leylanın ateş-i aşkıyla tutuşmuşuz.
Kimimiz keren kimimiz ferhat kimimiz mecnunuz
Anne nereye bu gidiş deme sana adres veremem
Dönüş ne vakit deme
Belki de hiç dönemem
Gurbet ellerde ölmek var belki bahtımda mezar taşım bile olmaz belki yerimi belli eden
Sen bil, bu sana yavrunun, ayşenin vasiyeti olsun
Eğer ki gurbet ellerde ölürsem
Oralarda ölmek son arzumdur
Selamı bilal-i habeşi okur ,olur ya efendim kıldırır namazımı
Bu da bu garibin umududur.
Duyarsan anacığım eğerki duyarsan bir gün
Mozambikte bir gül açmış duyarsan afganistanda bir gül açmış
Duyarsan kutuplarda bile bir gül açmış
Bil ki yavrun ayşen ölmüş gül olup sana açmış.

11 Eylül 2015 Cuma

TATİLDEN DÖNME VAKTİ

Nihat DAĞLI Deneme - Eylül 2015
Tatilden Dönme Vakti
Ne çok imtihan var!

Rızkımıza vesile olan kapıları tıklatmak/açmak mânâsında kazanmak zorunda kaldığımız ne çok imtihandan geçiyoruz. Birisi bitiyor, yenisi başlıyor.

İlkokuldan başlayıp üniversite sonrasına kadar uzanan imtihanlar zinciri...

Çalışmak, yine çalışmak mecburiyeti...

Bin bir soru, bin bir çözüm yolu...

Okul yetmiyor, haydi kurslara... O da yetmiyor, gelsin test kitapları... Çok engelli bir koşudan çıkar gibi imtihanları bitirmemiz, artık rahatlayacağımız mânâsına gelmiyor. Başka türlü bir çalışma kapıda bizi bekliyor, kendine doğru çekiyor.

Bu kadar çalışmak mecburiyetinde miyiz? Böylesi yoğun ve bitiş saati olmayan bir çalışmayı gerektiren ihtiyaçlarımız mı var? Doymak bilmeyen bir varlık mıyız?

Yığınla 'olmazsa olmaz'ın karşılanması adına mecbur kalınan 'çalışma'nın yorduğu insandan bir itiraz yükselmiş bulunuyor. 'Çalışmak yorar!' başlığı altında insanın 'tembellik hakkı'na vurgu yapan bu itiraz, üzerinde düşünülmeyi hak ediyor.

...

Çalışmak, artık insanların doymak, giyinmek ve barınmak üzere giriştikleri bir faaliyet değil. Özde aynı ihtiyaçların başlattığı bir şey olmaya devam etmekle birlikte, çalışmak, şimdilerde çok daha katmanlı bir durumdur. Çünkü ihtiyaçlarımız, ilk insanlarınkinin çok ötesindedir; hem dikey hem de yatay olarak artan ihtiyaçların öznesi veya nesnesi varlıklarız. Bizim mi ihtiyaçlarımız var, yoksa ihtiyaçlarımızın mı insanıyız, bunu kestiremiyoruz. İhtiyaçlarımızın peşine saldığımız zamanın dışında neredeyse başka bir zamanımız yok. Gece-gündüz, sabah-akşam ihtiyaçların iteklemesiyle sağa sola savruluyoruz. Derinleşip genişleyen ihtiyaç ağı dışında, 'İnsanın alakasını bekleyen, insanla birlikte mânâ kazanacak başka işler yok mu; insan kendisine dâir başka ne yapabilir?' gibi bir soru, artık sorulmuyor. Sorulmuyor; çünkü akıl gibi bize verilen diğer bütün lâtifeler de bedenî ihtiyaçların ve nefsin emrinde.

Evin ahalisini doyuracak bir gıda, bir ev, bir araba yetmiyor. Bir dolap dolusu elbise de... Bunların hepsi var; ama yine 'yoksul' ve 'açız.' Evlere sığmayan eşyaların, dolaplardan dökülen elbiselerin, yolları dolduran bin bir vasıtanın, bulvarlarda sıralanan yığınla mağazanın arasında ne yapacağını bilmeyen biz, aç ve tatminsiz varlıklara hiçbir şey yetmiyor. Her gün, doyumsuzluğumuzun yeni bir ihtiyacı çıkıyor. Ele geçirmekle varoluş seviyemizi geliştirmek arasında gidip-geliyoruz. Durmadan sahip oluyoruz; şuna, buna; evlere, arabalara, eşyalara, insanlara... Sahip oldukça kaybetmekten korkuyoruz. Korktukça 'güven'siz kalıyoruz. Güvensizlikte, düşmanlarımız ve rakiplerimiz çoğalıyor. Sahip olduklarımızın, bir gün başkası tarafından elimizden alınacağını düşünüyor ve bunları nasıl koruyacağımız konusunda başımıza dertler açıyoruz. Elimizde olanları koruyacak silâhlar ediniyor, büyük bir gerginlik içinde düşman bekliyoruz. Gözümüze çarpan, yanıbaşımızdan geçen her silueti düşman sanıyor, âni bir refleksle tetiğe basıyoruz. Hayatın orta yerinde bir kurşun askere dönüşüp, etrafımıza çizgiler çekiyor, başkasını kendimizden uzak tutuyoruz. Bu sınır çizgilerini belirginleştirdikçe yalnızlaşıyoruz; başkasına gitmiyoruz, başkası da bize gelmiyor. Bencilliğimizin ördüğü sınırlar içinde yalnız, yapayalnız kalıyoruz. Sınırlarımızın dışında ise, düşmanlarımız, ülkemizin düşmanları çoğalıyor; dünya, yalnız insanların yalnız ülkeleriyle doluyor.

Paylaşmayan, paylaşılacak olanın bir gün çalınabileceği korkusuyla güvenmeyen, güvensiz olduğu için de, hep şüphede kalan hastalıklı bir insandır sözkonusu olan. Modern ve postmodern zaman toplumlarında, 'değeri' artan meslek gruplarının başında psikoloji ve psikiyatrinin geliyor olması tesadüfî değildir. Bu bilimlerin hemen her ferdi, modern hayat tarzıyla doğrudan bağlantılı bir hastalık grubuna dâhil etmesi boşuna değildir. Masumiyetini yitirmiş, mihverinden sapmış ve bir hastalık hâlini almış "çalışma"dan yorgun durumdaki günümüz ferdinin problemi bir değil, yığınladır.

Kutsî gâyelerin tahakkuku, esma-i İlâhiye'nin tecellisi ve mâişetin kazanılmasına vesile olarak insanın yaratılışına konulmuş 'çalışma meyli' mâsumdur ve aynı zamanda bir dua ve ibadettir. Ancak çalışmayı sadece keskin bir rekabet ve çatışma vasıtası olarak gören bir anlayışın kurbanı durumundaki günümüz insanı, kendisini, hayatı ve bütün bir varlığı mâneviyattan, aşkın olandan ve 'mukaddesat'tan yoksun bir 'çalışma' ile okudu ve yorgun düşüp hasta oldu. Hastalıklı bir şekilde yaşanan dünya ise, savaş alanına dönüştü. Kendi topraklarının zenginlikleriyle yetinmeyen politikacılar, başka ülkelere göz dikip oraları kan gölüne çevirdi.

Şimdi, 'Çalışmak yorar!' deyip insanı dinlenmeye ve eğlenceye çağıran, insanın bir 'tembellik hakkı'nın olduğunu iddia eden sözde tenkitçi bakış, temelli bir çözüm sunmadığı için sadre şifa şeyler de söylemiş olmuyor. İlerlemeciliğe, her şeye rağmen üretim-tüketim çarkına iman etmiş modern anlayış ise, psikiyatrik bir nesne hâline getirdiği insana sadece 'tatil' alternatifi sunabiliyor. 'Yorulduysan, tatile çık!' diyor; ama tatile çıkardığı insanları gittikleri yerde de rahat bırakmıyor; oralarda nasıl yaşayacakları konusunda dayatmalarda bulunuyor. Tur programları, gidilecek yerler, tatilde geçirilen zamanın muhteviyatı, tatili paraya dönüştüren paragöz babaları ele veriyor. Modern düşünce ve zihniyetin talimat (!) ve beğenileriyle gidilecek yer belirleyip bavullarını hazırlayanlar da, aslında 'tatilde' olamıyorlar. Gittikleri yere -kontrol altında tutulan kendilerini- götürdüklerinden, sabah akşam 'kontrolde' yaşıyorlar. Böyle olduğu için de tatillerden iki kat artmış bir yorgunlukla dönüyorlar.

Modern zamanların "bireyi", sanayi toplumunun ve vahşi kapitalizmin ürettiği, aslında kendisinin olmayan ihtiyaçların karşılanmasına ayırdığı emek ve zamandan sonra kendi vicdanını besleyecek ve meşru ihtiyaçlarını belirleyecek bir idrâk ufku geliştiremediğinden, 'düşüncede tatil'e çıkıyor; düşünmeden çalışıyor, düşünmeden tüketiyor. İnsan nefsinin zaaflarını keşfedip kışkırtanlar, ona çalışması ve tüketmesi gerektiğini iyice belletmişler. 'Düşüncede tatil'e girildiği içindir ki, ne çalışma ne de tatil mevsimi iyileştirici olabiliyor.

Evet, bir yandan hayatın ve varlığın iç içeliğinden doğan fıtrî kanunlar, diğer yandan bizi kendimizle ve büyük mânâmızla buluşturan vahiy bize 'çalışma'yı emrediyor. İnsanı ve hayatı açıp güzelleştiren böyle bir çalışmanın sahibi olabiliriz. Bizi kuşatmayan/boğmayan, kendisinden başka her şeyi dilsizleştirmeyen bir çalışmaya girişebilir, böylece bizim için olan bir çalışmayı gerçekleştirebiliriz.

...

'Düşüncede tatil'e çıkmışlığımızı bitirmediğimiz sürece, kalb, ruh ve beden bütünlüğü içinde dinlenemeyiz; tatil için gidilen mekânlarda, yaşadıklarımıza dışardan bakma şansına sahip olamayız.

'Düşüncede tatil'e çıkmış zihni, tatilden döndürecek şey nedir?

Düşünce ve tefekkürü yeniden diriltmek!

Raflarda bizi bekleyen, içlerinde yolculuğa çıkanları kimsesiz ve yalnız bırakmayan kitaplara komşu ve akraba olduğumuzda, düşüncemizin tatilden döneceğine ve gelip içimizde tefekkür sofralarına dönüşeceğine inanıyoruz. Kalb ve ruh plânında kendimizi yeniden inşa ederek tefekkür ufkuna açıldığımızda, başkasının icat ettiği bir çalışmanın kurbanı olmayacak ve tatillerinde tüketilmeyeceğiz.

Tatilden dönme vaktidir!

n.dagli@sizinti.com.tr
                                                                      SIZINTI DERGİSİ
KAYNAK:http://www.sizinti.com.tr/konular/ayrinti/tatilden-donme-vakti-eylul-2015.html

10 Eylül 2015 Perşembe

SEFAHET

Zevk u safâ düşkünlüğü, hafif meşreplik ve bunaklık da demek olan sefâhet, günümüzde çok yaygın ve âdeta teşvik görmekte. Ülkemiz dâhil hemen her yerde gırtlağına kadar sefâhete gömülmüş bir sürü sefîh var ve bunlar, içinde neş'et ettikleri toplumların bünyesinde âdeta birer virüs yığını. Akıl, mantık, muhâkeme ve dinî kurallar yerine cismânî arzu ve nefsânî zevklerine bağlı hareket eden bu densizler, sürekli hayvanî zevkler peşinde ömür tükettikleri gibi çevrelerindeki pek çok iradesiz kimseleri de aynı levsiyât içine çekerek onları da çürütmektedirler. Bugün, "Geçmiş gelecek masal hep, eğlenmene bak, ömrünü berbat etme." (Ömer Hayyam) diyen bir sürü serâzat var. Dünsüz, yarınsız ve kural tanımaz bu çakırkeyf nesillerin zevk u safâ adına nerede duracaklarını ve gidip daha nelere dalacaklarını bugünden kestirmek mümkün değil. Hele bir de televizyon, radyo, bazı medya kuruluşları ve bir kısım karanlık eğlence yerleri bunların hayvanî hislerini gıdıklıyor ve cismânî arzularını şahlandırıyorsa..!

Hayatlarını nefsanîliğe bağlı sürdüren, davranışları hayvanî içgüdülere emanet ve ciddî bir ruh sefaleti içinde bulunan böyle sefîhlere, dinî, millî ve ahlâkî değerleri anlatmanın çok zor olacağı kanaatindeyim; anlatamazsınız bunlara hayatlarını, zamanlarını, imkânlarını israf ettiklerini; herkese, hususiyle de gençlere kötü örnek olduklarını ve toplumu çürüttüklerini.. çekip alamazsınız onları içinde bulundukları bu bohemlikten ve insanı insanlığından utandıran ruh sefaletinden. Ne edep hissinden, ne hesap endişesinden ne de insanî değerlere saygıdan eser göremezsiniz bu talihsizlerin tavır ve davranışlarında. Hayattan kâm alma, kadın-erkek birbirinden yararlanma bunların en birinci işleri.. düşünmezler yuvayı, anne-baba olmayı, millete faziletli evlât yetiştirmeyi. Siz, kadına değerler üstü değerler atfeder, analığıyla Cennet'i onun ayaklarının altına indirirsiniz; hayat arkadaşı olarak onu ötelerde ebedî refîka-yı hayat pâyesiyle sarsılmaz bir tahta oturtursunuz; kızınız görür, gözünüzden aziz bilirsiniz; "bacınız" der, üzerine tir tir titrersiniz.. bu önemli hususların hiçbiri onların nazarında bir şey ifade etmez; onlar bu muallâ varlığı sadece hayvanî iştihalarına göre değerlendirirler. Bu menhûs iştihaya göre, cazibesini koruduğu sürece o, hep ağa düşürülmeye çalışılan bir av, letâfet ve zarâfetini yitirince de yerlerde sürüm sürüm sürünen bir zavallıdır; bir zavallıdır o, kaşını, gözünü, mimiklerini kullanamayacak hâle geldiğinde ve cismâniyeti itibarıyla artık çevresinde bir türlü alâka uyaramadığında...

Bu konuda erkeğin de ondan çok farkı yoktur; bu çarpık alâka ve tehlikeli meylin karşılığı da dünyada inkisar üstüne inkisar, ötelerde de ebedî hüsrandır.. evet böylelerinin, âhireti yitirmenin yanında, kalıcı bir dünya zevkine ve huzura ermeleri de söz konusu değildir. Dünyaya müteveccih ve geniş imkânlar içinde olmalarına rağmen, ne yuvada mutluluk, ne aile fertleri arasında sıcak bir münasebet ne de yarınlar adına bir saadet vaadi; bomboştur onların yürekleri, hisleri ve iğretidir o sûrî beraberlikleri. Birbirinden kopacak gibi dururlar yan yana durduklarında; birer düşman tavrı alırlar ayrılıp hevâ ve heveslerine göre ayrı ayrı yollara girdiklerinde. Onca beraberliğe rağmen zerresi yoktur vefanın üzerlerinde ve endişe duymazlar arkada bıraktıkları yetimlerinden. Azıcık olsun bunun aksi söz konusu olsaydı bugün en zengin ve en medenî gibi görünen ülkelerde boşanan aile ve yıkılan yuva nispeti yüzde altmışlara hiç ulaşır mıydı?..

Zaten bu karanlık ülkelerde, hayat tâ baştan yanlış mayalandığı için bu tür sonuçları da tabiî görmek icap eder. Bizim dünyamız da dahil, şayet insanlık bu konudaki yanlışlarını görüp hatalarını düzeltmezse, bu ölçüdeki bir izmihlâl ahlâkı daha uzun yıllar devam edeceğe benzer. Bugün İslâm ülkesi görünümündeki yerlerde bu tür bir ruh sefaleti çok geniş alanlı görünmese de, çaresine bakılmazsa, aynı sefâhet seylâplarının bu dağınık coğrafyayı işgal etmesi de kaçınılmazdır. Daha şimdiden bazı çevrelerde hayâ, iffet ve utanma hissi bilmem kime emanet.. haram-helâl mülâhazası modası geçmiş telâkkiler gibi.. dinî esaslar ve ahlâk, insanın elini-kolunu bağlayan birer zincir, fazilet de anlamsız bir lüks âdeta.

Bu tür mülâhazalarla tamamen kendini salmış bu insanlar, yerinde en rezilâne davranışların bile müdafaasını yapabiliyor; fazilet-rezalet ayrımını, hayır-şer farklılığını bir telâkki ürünü gibi görüp gösteriyor ve ahlâkî hiçbir endişe taşımayabiliyorlar, taşımadıkları kadar orman komşuları. Bu tam bir fecâat ve fezâat ama, -maalesef- onlar bunu hissetme yeteneğine dahi sahip değiller. Heyecanla çarpan sineleri var ama şehvet duygusuyla; her anları ayrı bir his tufanıyla geçiyor ancak nefsanî zevkler hesabına. Öyle bir gaflet ve dalâlet içindeler ki, onların yanında Nuh kavmi, Ahkaf şaşkınları, Semûd sergerdanları, Sodom, Godom sefilleri, Pompei rezilleri çok hafif kalır. Ne ar, ne hayâ, ne iffet ne de evrensel insanî değerler, silinip gitmiş hepsi. Hakk'a karşı vefasızlar; saygıdan haberleri yok; işleri-güçleri yalan, hıyanet ve her davranışları apaçık riya.. isterseniz gerisini Âkif söylesin:

Hayâ sıyrılmış inmiş, öyle yüzsüzlük ki her yerde...
Ne çirkin yüzler örtermiş meğer o incecik perde!

Vefa yok, ahde hürmet hiç, emanet lâfz-ı bî medlûl;
Yalan râyiç, hıyanet mültezem her yerde, hak meçhul.

Yürekler merhametsiz, duygular süflî, emeller hâr;
Nazarlardan taşan mânâ ibâdullahı istihkar.

Beyinler ürperir ya Rab, ne korkunç inkılâb olmuş:
Ne din kalmış, ne iman, din harab, iman türab olmuş!

Mefâhir kaynasın gitsin de, vicdanlar kesilsin lâl...
Bu izmihlâl-i ahlâkî yürürken, kalmaz istiklâl!


Varlık ve imkân onları yoğa çekiyor; maddî refah daha bir sefilleştiriyor. Nimetlere karşı nankörlüğün yanında bir körlük yaşıyorlar ki âdeta cinnet.. evet bunlar maddî imkân, konfor ve müreffeh hayat adına her şeye sahipler ama iman ve yakîn problemleri var. "Ahsen-i takvîm"e mazhariyetin farkında değiller. Her hâllerinde bir ruh sefaleti göze çarpıyor ve sefâhet diz boyu.. hayır hayır, gırtlaklarına varacak derinlikte!. tavırlarına bir başıboşluk hâkim ki, bu hâlleriyle onların iradelerinden söz etmek dahi çok zor. İç boşluklarını ya içki, kumar, eğlence ve uyuşturucuyla gidermeye çalışıyorlar veya anlamsız bir kısım aktivitelerle.. hele bunların arasında büyü, yoga, meditasyon ve daha bilmem ne şeytanî oyunlarla avunanlar var ki emsallerini en koyu câhiliye dönemlerinde bile görmek mümkün değildir...

Bu hilkat garibelerinin tavırları o kadar anormaldir ki, ne bir psikolog tetkikine ne de bir psikiyatrist psikanalizine ihtiyaç hissetmeden insanlık adına nerede durduklarını hemen anlayabilirsiniz. Çılgınlık ve hezeyân en mümeyyiz vasıflarıdır bunların.. cismânî ve nefsânî arzular arkasından koşmak her zamanki hâlleri.. yaşama tutkusu da, mefkûre ölçüsünde dertleri ve davaları. Yorgun, bitkin ve bezgin bir görüntü sergilerler işe yarar bir çağrıya muhatap olduklarında. Bin bir mazeret beyanına kalkarlar bir hizmet teklifi karşısında...

Onca zevk u safâya rağmen rûhen bomboş ve kalben de hep bir tatminsizlik içindedirler; her hâllerinde bir boşluk nümâyândır, bu itibarla da bir hayalet gibi kendilerini kovalayan streslerden, anguazlardan bir türlü kurtulamazlar; kurtulmak bir yana, ruh boşluğundan sıyrılalım derken daha derin bir kısım çukurlara yuvarlanırlar. Aldatan bir oyundan, öldüren başka bir eğlenceye, cismânî bir gayyâdan, nefsânî başka bir veyle yuvarlanır dururlar da rahat nefes alabilecekleri yere kat'iyen ulaşamazlar. Ömürleri sürekli bir fasit daire içinde cereyan eder de her ne hâlse bir türlü bunu fark edemezler. Zannediyorum, hakikî imana yönelecekleri âna kadar da bunu asla anlayamayacaklar.

Aslında bunların problemleri Allah'tan kopmakla başlamış; çareyi sadece cismânî zevklerde aradıklarından daha da derinleşmiş ve onulmaz bir hâl almıştır. "Kim kendine Allah'ın nimeti gelip ulaştıktan sonra (bunun yerine başka bir şey koyarak) onu değiştirirse böylesi için Allah'ın azabı çok şiddetlidir." (Bakara sûresi, 2/211) meâlindeki ilâhî beyan tam böylelerinin durumunu resmetmektedir. Ama bilmem ki onlar bunu anlayabilecekler mi.? Ben hiç sanmıyorum; zira bunlar neyi yitirdiklerinin de nerede yitirdiklerinin de hiç mi hiç farkında olamadılar; olamadılar ve hep kendilerini gerçek insanî değerlerden uzaklaştıracak fanteziler buldular. Bütün varlık ve eşyâ, Kur'ânî ifadeyle sürekli hakikati, Hakikatler Hakikati'ni hatırlattığı ve Allah yoluna îmâda bulunduğu halde onlar, sağa-sola döndü durdu ve Hakk'a ulaştıracak yolun dışında yollar, yöntemler aramada ömür tükettiler.

Evet, bugün insanlığın en önemli problemi imansızlık ve irfansızlık problemidir. Hayatın hemen her alanında olumsuz tesirleri görülen bu problem halledileceği âna kadar da insanoğlu kendini kahreden bu ruh sefaletinden ve her çeşidiyle sefâhetten sıyrılamayacak, kat'iyen kalıcı bir mutluluğa eremeyecek ve dağınıklıktan kurtulamayacaktır. Ekonomik durumu ve maddi refahı iyi olabilir; ama o asla değişik bunalımlardan, hezeyân türü şeylerden ve bilmem daha adı konmamış ne çeşit çılgınlıklardan sıyrılamayacaktır. Bugün çok geniş imkânlara sahip öyle ülkeler, öyle milletler ve öyle devletler var ki, buralarda bunalım doruk noktada, hezeyân şeytanları utandıracak çizgide, çılgınlık ise ahvâl-i âdiyeden bir şey...

Bu ruh sefaleti ve bu maneviyatsızlık devam edecek olursa, bizim dünyamız da bu ruhî çöküş ve çözülüşten mutlaka nasibini alacaktır -almasın inşaallah- zira;

"Bu hissizlikle cem'iyyet yaşar derlerse pek yanlış
Bir millet göster, ölmüş mâneviyatıyla, sağ kalmış."

(M. Âkif)

Batılı ülkelerde çanlar çoktan çalmaya başladı ve aklı erenler daha şimdiden değişik çözülüş senaryolarından bahsediyorlar. İşte bütün bunlar, bizim için kendi ruh ve mânâ köklerimize dönme zamanının gelip geçtiğini göstermiyor mu? İnşaallah çok geç kalmamışızdır..!.

KAYNAK:http://www.sizinti.com.tr/konular/ayrinti/sefahet.html

ANNE

Anne kendi dünyasında bir kutup varlıktır. Kâbe, topyekün kâinat hakikatının; Mekke umum beldelerin, dimağ bütün bir bünyenin ruhu, ma’nası, özü ve atlası olduğu gibi, anne de aile cüz-i ferdinin temeli, direği, esası ve Yaratıcı Kudretin de en önemli bir malzemesidir. Yuvada herşey onun etrafında döner, ona dolanır ve ona dönüşür. O ise, kutup yıldızı gibi hep kendi çevresinde döner ve ucu gökler ötesi bir yörüngede yol alır.

Evet, anneler, dünyada ukba eksenli varlıklardır. Hilkatteki rol ve istihdamlarıyla elde ettikleri mükâfatları, çektikleri meşakkat ve sıkıntılarıyla gördükleri mukabele arasındaki tenasübsüzlük bu gerçeğin en açık delili. Bunun böyle olduğunu anlamak için uzun boylu araştırmaya da gerek yok; onların bir ömür boyu neler ekip neler biçtiklerine, neler çekip neler bulduklarına göz ucuyla bakmak bile yeter sanırım..

Simaları cennetteki hurilerin yüzleri kadar uhrevi, bakışları meleklerinki kadar derin, duyguları da ruhanilerinki kadar durudur annelerin., onlar, suyu, toprağı, havası ötelerden getirilmiş mübarek bir zeminin gülleri gibi o kadar imrendirici, o kadar sevimli, o kadar büyüleyicidirler ki, insan dikkatle bakabilse onlarda cismaniyetini aşan, dünya ve içindekilerini aşan, hatta kendilerini de aşan bir sihrin bulunduğuna hükmeder.

Duygu ve düşünceye açık mütecessis ruhlar, onların her zaman hisli, içli ve şefkatle köpüren dünyalarında, firdevsi düşüncelerle beslenmiş en tatlı rüyaların akislerini bulur ve insani tasavvurları aşan bir zevk zemzemesine ulaşır. Biz hemen her zaman, onların ikliminde geceleri ayrı bir edada, gündüzleri de başka bir üslupta sekine televvünlü esintiler duyar ve gönüllerimize, göklerin merhametinin, şefkatinin ve şiirinin döküldüğünü hissederiz; hissederiz de, ufkumuzun bitevi meleklerle, ruhanilerle kuşatıldığını sanırız. Kimbilir kaç defa, onların gecenin koynunda menekşe renkli füsunlu çehrelerinde, hilkate esas teşkil eden bir ruh ve mananın bütün zamanları ve mekânları aşıp bulunduğumuz yere sarkıtıldığını görmüş ve kökü sonsuzlukta engin bir rahmetin, onların tebessüm ve teessürleriyle iç içe parıldadığını hissetmiş; muğlak, müphem fakat celbedici bir kısım saiklerle kendimizi onların kucaklarına atmak istemişizdir. Kimbilir kaç defa kırılmış-dökülmüş, buruklaşmış-garipleşmişizdir de, onların ümit ve itminan tüten, o kuş yuvalarından daha sıcak, daha canlı, daha duru ve adeta tılsımlı sinelerine kendimizi salmış, onların esrarlı mırıltılarıyla hazdan hazza kanatlanmış ve huzurla gerinmişizdir.

Onlar, bizi, her bağırlarına basışlarında karşılık beklemeyen birer vefa kahramanı misillü büyülü bir hal alır; biz de onlarla herşeyi aşabileceğimiz hissiyle bir güven ve emniyet içinde gerilir, etrafı süzer; hatta herkese meydan okuyor gibi bir tavıra girer ve onlara sımsıkı sarılırdık.

Anne, gökler kadar derin., ve içinde göklerin yıldızları kadar duygu ve düşüncelerin kaynaşıp köpürdüğü, köpürüp lav ırmakları veya yer altı çayları gibi şuraya-buraya aktığı sırlı bir his yumağıdır. Evet o, acı-tatlı kaderiyle uyumlu.. sevinçlerle, kederlerle barışık.. beklentileri olmayan, beklentilere takılıp yavrularına gönül koymayan.. tabiatı İlahi ahlakla kristalize öyle bir vefa ve şefkat abidesidir ki; ne çektiği mihnetlerin mahşerdeki ter lüccesine denk gelip gırtlağına dayanması; ne de evlat vefasızlığının bir poyraz gibi esip ruhunu sarması; sarıp ona gurbetlerin en acısını yaşatması onu dize getiremez ve ona “pes” dedirtemez...

Çocuğunun parçalayıcı neşterleri altında, ciğeri delik-deşik edilirken, bıçağı eline kaçırıp da “Anam!” diye inleyen bir kanlı katilin koluna “kuzum!” çığlıklarıyla sarıldığı hikâye edilen bir anne ciğeri üstüresini, çocukluğumdan beri ne zaman anmışsam hep ürpermiş ve bu mini damlada anne şefkatinin enginliğini duymaya çalışmışımdır. Hele, ebediyet ve ahirete inanan, dolayısıyla de bedeni ve cismani olduğu kadar uhrevi ve ruhani yanları da olan anneler!. Bunlar madde ve ma’nanın, cisim ve ruhun yerleşik âleminde, gönülleri evlatlarına karşı, tasavvurlar üstü öyle güçlü rabıtalara sahiptir ki; dünya ehlince çok köklü ve güçlü kabul edilen alakalar bile ona nisbeten zayıf bir gölgeden ibaret kalır. Ne var ki, imanı, imandaki sonsuzluk zevkini duymayanlara bunu anlatmak çok da kolay olmayacaktır.

Evet, onlardaki samimiyetin hep böyle derin kalmasını, ihlasın kesintisiz devam etmesini.. ve onların kalplerinin her zaman sevgiyle coşmasını, bakışlarının alaka ve güven va’diyle içimize akmasını fena ve zeval vadilerinde yetiştikleri halde bu kadar ebedi ve maverai hislerle dolup-taşmalarını anlatmak oldukça zor olsa gerek...

Bir düşünün; bizim için onlar, ne uzun hazırlıklar dönemi geçirmiş!. Ne aşılmaz zorluklara toslamış ve neleri aşmış?. Ne çetin hadiselerle pençeleşmiş, ne kadar hayal ve melal ile oturup kalkmış?. Ne hülya ve rüyalarla dolup boşalmış, ne kadar yeis ve inkisarlarla burkulmuş?. Ne zorluk ve sıkıntıları göğüslemiş ve kaç türlü çileyle preslenmiş?. Ne sancılar çekmiş ve ne kadar inlemiş? Kaç defa çığlık çığlığa ağlamış ve ne kadar ağlama dindirmiş?. Kaç defa merhametle coşmuş ve kaç defa merhamete ihtiyaç hissetmiş?. Hasılı bizim için ne değerli şeyler harcamış ve ne emekler sarfetmiş.. sarfetmiş de sonra da herhangi bir beklentiye girmemişlerdir...

Evet bizi, varlığa ermenin hemen her safhasında kucaklayan, koklayan, öpüp öpüp okşayan, teessür ve infiallerimizi yatıştırıp sıkıntılarımızı paylaşan; yemeyip yediren, giymeyip giydiren, açlığını-tokluğunu, açlığımız-tokluğumuz içinde hissedip yaşayan, mutluluk ve saadetimiz adına insanüstü bir gayretle akla-hayale gelmedik zorluklara katlanan.. bize, vücudumuzun gelişmesi, irademizin kuvvetlenmesi, zekamızın incelip keskinleşmesi, ufkumuzun uhrevileşmesi yollarını gösteren.. bütün bunları yaparken de açık-kapalı herhangi bir beklentiye girmeyen bir varlık varsa, işte o da anadır.

Biz hayatımızın önemli bir bölümünü tavusların renk renk tüylerinden daha güzel; çiçeklerin sihirli dünyasından daha büyülü, kuş yuvalarından daha sıcak ve daha canlı, en koruyucu seralardan daha koruyucu, daha emin onların kucaklarında, onların atmosferinde geçiririz. Evet biz, korumanın-kollamanın, neş’esini-heyecanını, gösterişini-hesabini, sistemini-yolunu onlarda görmüş, onlarda tanımış, onlarda duymuş ve onlarda tatmışızdır. Hele, ihtiyaç ve zaaflarımız; güçsüzlük, yetersizlik ve hayatın bir kısım aksilikleriyle birleşerek üzerimize çullanışında hep onlara sığınmış ve karşımıza çıkan handikapları hep onlarla aşmaya çalışmışızdır. Biz onlara sığınırken onlar da gönüllerinin bütün sıcaklığıyla bizi sinelerine basmış ve hafakan dolu gönüllerimize emniyet ve itmi’nan üflemişlerdir.. böyle durumlarda, zannediyorum hemen herkes, kendi gönlünden olduğu kadar, onların bakışlarından, tebessümlerinden, mimiklerinden kopup gelenbir his tufanını, bir şefkat esintisini ve sessiz bir şiiri dinler gibi olurdu.

Biz, onlarla geçen bu hisli, bu hülyalı gün ve gecelerin içinde adeta hep bir saadet rüyası yaşamışızdır. Günlerin masmavi saatlerinde hayatın en tatlı nağmelerini, annelerin bam teli gibi ses veren sinelerinden duyar şuurlarımızın ihatası ölçüsünde “herhalde gerçek mutluluk da bu olsa gerek” der ve kendimizden geçerdik...

Anne, hilkat hadisesinin en önemli esası, insanlık dünyasının en bereketli rüknü ve bizim de gözümüzün aydınlığıdır. Biz hepimiz, medyüniyetin en altından kalkılmayanı ve sorumluluğun en ağırıyla onun karşısında iki büklümüz. İki büklümüz ve şeref imiz de gökler gibi bu kamburumuzda.

Annenin pırıl pırıl çeliğine su veren kaynak, meleklerin ak güvercinler gibi başına konup kalktıkları cennet şadırvanları olsa gerek.! Öyle olmasaydı ruhunun Işığı hiç gözlerimizi böylesine kamaştırabilir miydi? Onun ışığı değil, gölgesi bile pervaneleri yakar -kendi dünyamda o yüce mahiyetin tedayi ettirdiği öldüren hislerin şokunu henüz üzerimden atabilmiş değilim- ziyası, -şimdilerde daha iyi hissediyorum- karanlık gönüllerimizi aydınlatan sırlı bir ışık kaynağıdır.

Anne, ruhundaki incelikle, yürekliliği atbaşı götüren öyle bir şefkat kahramanıdır ki, şefkati, re’feti ve zerafetiyle ele alındığında bir tüy gibi yumuşak, bir ipek gibi de ince ve zarif olmasının yanında çocuklarını koruma ve kollama hususunda bir dişi aslan gibi sert ve parçalayıcıdır...

Şu gökkubbe altında ne varsa onun eli hepsinin üstündedir.. ve cennete giden yol onun ayaklarının altından geçer. Allah, kitabında ona öyle bir ululuk ve sultanlık vermiştir ki, yeryüzü sultanları ona nisbeten, liyakatsiz başlarda kuru birer taçtan ibaret kalırlar. Zaten, onun ayağının altında yerini bulamamış başlardaki taçların da kalıcı hiçbir değeri olduğu söylenemez.

Ey ruhlar gibi ince, melekler kadar masum ve gökler kadar da derin, yüce ve değerli varlık, öteler sana kıymetler üstü kıymet vermekte ve senin nazını çekmektedir. Senin ününün bestesi ta meleklerin oturup kalktığı yerlerde duyulmakta, hayatının şarkısı cennet yamaçlarında yankılanmaktadır. Sen her zaman duygu kancalarının ucu ciğerinde, din cevherinin gerdanlığı da boynunda yaşadın! Biz hepimiz senin kölelerin, sen ise şefkat, vefa ve samimiyet ağıyla bizleri avlayıp esir eden taçsız bir sultansın! Eğer şu varlık âleminde herşeyin kendine göre bir ruhu, bir hayat cevheri varsa, bizim hayat cevherimiz de sen olmalısın!

Allah, kıyamet sabahında seni Zatının ışıklarıyla aydınlatsın! Geleceğin, cennetin cuma yamaçları gibi neşeli ve vuslatın da kutlu olsun.

KAYNAK:http://www.sizinti.com.tr/konular/ayrinti/anne.html

İNSANI YALNIZLIĞA İTEN SEBEPLER

İnsanı Yalnızlığa İten Sebepler

Yalnızlık duygusu, insanın en derin korkularından biridir. Bu duyguyu yaşayan kişi, kendisini zayıf, güçsüz, işe yaramaz, desteksiz, bitkin ve gayesiz hisseder. İnsanı yakınlarından ve toplumdan koparan bu psikolojik hâl, tehlikeli hastalıklara sebep olabildiği gibi, zamanla kişinin bıkkınlığını ve ümitsizliğini artırır; hattâ kişiyi intihara kadar sürükleyebilir. Samimi ve dostane münasebetler, insanın huzuru ve sağlığı için son derece önemli iken, insan aile, akraba, dost ve toplum içinde neden yalnız kalır? İnsan, neden çevresindeki kişileri tehdit olarak algılar ve neden onlardan endişe duyar ve uzaklaşır?

Yalnızlık, genellikle ferdin diğer insanlarla münasebeti esnasında yaşanan problemlerden kaynaklanır. Kişinin psikolojik durumu, karakteri, ekonomik şartları, arkadaşları, cinsiyeti, aile yapısı, yetişme tarzı, öğrenim durumu gibi çeşitli faktörler münasebetlerin sağlığına tesir eder. Eğer münasebetler sağlıksız olursa, yalnızlık hissi oluşabilir.

Bazı yalnız insanlar vardır ki, onların bu hâli, hayatlarının gayesi ve hayattan beklentileriyle alâka­lıdır. Bu kişiler ya bencildir, kendinden başka kimseyi sevmez, başkalarını düşünmez ve menfaat düşkünüdür veya tek otorite olmayı, herkes tarafından beğenilme ve saygı görmeyi isterler. Aynı zamanda bunlar, değer görmek istediği ve ilgi beklediği kişi, grup ve topluluğa karşı bir üstünlük, büyüklük ve farklılık tavrı sergiler. İnsanlara tepeden bakar ve sadece kendini beğenirler. Bu tavır ve beklentiler, kişinin ileride maruz kalacağı yalnızlığın başlıca sebebidir. Çünkü insanlar kendilerinden farklı olana, uzak olana, üstün görünene değil; kendine benzeyene, aynı seviyede, aynı kültürde olana değer verirler. Yine insanlar mütevazı olanı, sıradan insanların sevinç ve kederlerini paylaşanı, onların gönlünü alanı, yüzlerine tebessüm edeni, dara düşenin yanında olanı sever ve sayarlar. Bu tür insanlar toplumun her kesiminden daima sevgi ve hürmet görür. Buna karşılık, insanları aşağı, küçük ve değersiz gören, onlara yardım elini uzatmayan kişiler, hiçbir zaman sevilmez ve kimse onlara yaklaşmak istemez. Dolayısıyla bu tip kişiler, asla gerçek bir dost edinemez, iç âlemini dökebileceği ve dertlerini paylaşabileceği samimi bir arkadaş bulamaz. Malı, mülkü, parası ve yüksek bir makamı varken, ona gösterilen yakınlık ve sevgi gösterileri sadece bir dalkavukluk ve yağcılıktır. Böyle bir kişi statüsünü, makamından kaynaklanan gücü, zenginliğini veya sağlığını kaybettiğinde, etrafında kimse kalmaz. İşte o zaman yaptığı hatayı, kendisini yalnızlığa nasıl mahkûm ettiğini anlar. Fakat "insanlardan bir insan" olarak çevresindekilerle kardeşane münasebetler kurmanın zamanı çoktan geçmiş olur. Toplumda bu tür menfi duyguların esiri olan insanlar bulunduğu gibi, sadece kendisini değil başkalarını düşünen diğerkâm insanlar da vardır. Hattâ bu diğerkâmlık bazı insanlarda o derece ileridir ki, menfaat karşısında fedakârca davranır, başkasını kendisine tercih eder, sevap konusunda bile kendisini değil arkadaşının, kardeşinin kazanmasını ister. İşte böyle faziletli insanlar, hâdiselere kendisi açısından değil, başkası açısından bakar. Âdeta yaşamak için değil yaşatmak için gayret gösterirler. Bu insanlar hiçbir zaman yalnız kalmaz, sevenleri onların etrafından asla ayrılmaz. İşte bencil, menfaatçi insan tipi ile diğerkâm, fedakâr insan tipi arasında yalızlık durumuna düşme açısından böyle büyük bir fark vardır.

İnsanı diğer insanlardan koparan ve yalnızlığa iten diğer bir sebep ise, "Kişinin maddî kazancı arttıkça toplumdaki statüsü de artar." şeklindeki yanlış bir kabul ve anlayıştır. Bu anlayışa göre kişinin itibarının temel kaynağı kazançları, malı ve mülküdür. Maalesef bu anlayış bugün bütün toplumu sarmış; ekonomi, mal-mülk sahibi olma, alış-veriş ve tüketme neredeyse hayatın tek gayesi hâline gelmiştir. Bilhassa büyük şehirlerde ekonomik durumu iyi modern aileler içinde hayata böyle bakanların sayısı hiç de az değildir. Bu ailelerde komşuluk ve akrabalık münasebetleri samimiyetten uzak ve oldukça resmîdir. Görüşmeler zorunlu olarak yapılır ve sık değildir. Bunun neticesi olarak, yaş ilerledikçe hem kadınlarda hem de erkeklerde yalnızlık hissi artar. Bu durum genelde kadınlarda daha erken yaşta başlar. Böyle bir toplumda münasebetler sevgi, saygı, kardeşlik, yardımlaşma, dayanışma, fedakârlık gibi değerlere dayalı değil, menfaat üzerine kurulur. Münasebetlerin menfaate dayalı olduğu bir toplumda, size ne kadar alâka gösterileceği, sizin de kime ne kadar alâka göstereceğiniz menfaate bağlıdır. Menfaat yoksa, münasebetler yapmacık olur ve insan, toplum içinde bulunmasına rağmen kendini yalnız hisseder. Buna karşılık, hayat tarzları ve değer hükümleri İslâmî kültüre daha yakın olan ailelerin, düşük gelirli olmalarına rağmen, sosyal münasebetleri daha sıcak, teklifsiz ve sıktır. Bu da açıkça göstermektedir ki, İslâm'ın güzel âdap ve düsturlarını hayatına tatbik edenler, yoksul da olsa yalnızlığa kolayca düşmez. Buna karşılık yaşantısında bu düsturlara uymayanlar, zengin de olsalar yalnızlığa düşebilmekte, huzur ve saadeti bir türlü bulamamaktadır.

Hürriyet ve bağımsızlıkla alâkalı yanlış anlayış ve uygulamalar da yalnızlığa yol açmaktadır. Batı medeniyeti, insana sınırsız bir hürriyet ve bağımsızlık tanımıştır. Güya başkasına boyun eğmemek için hürriyet ve bağımsızlık mücadelesi veren bu insanlar, neticede kendini başıboş, sahipsiz, emniyetsiz ve gayesiz görmeye başlar, daha ileride ise yapayalnız kalır. Nitekim Batı'da çocuklar, genç yaşta aileden kopmakta, hürriyet ve bağımsızlık adı altında yalnızlığa düşmektedir. Bundan dolayı aileler artık on sekiz yaşından sonra çocuklarını bırakmak istememektedir. Hâlbuki eski toplumlarda sosyal düzen, tabiî akışı içerisinde "ben" değil, "biz" merkezli akıp gidiyordu. Aile genişti. Evlenen insan, anne babasından kopmuyordu. Anne, baba, oğul ve torunlar geniş bir çatı altında bir arada yaşıyordu. Bu beraberlik, ait olma duygusu verdiğinden, insana bir güven ve iç huzuru sağlıyordu. Modernleşmenin yol açtığı yeni hürriyet anlayışı ve dünyevîleşme, ferdi ön plâna çıkarırken, tecrit edilme, güvensizlik ve endişe duygularını artırarak yalnızlık duygusunu yoğunlaştırmıştır. Diğer yandan modernizmin hürriyet ve ferdiyetçilik vurgusu, ailevî değerleri çözerek küçük çekirdek aileler oluşturmuştur. Modern ailenin küçüle küçüle çocuğu bile dışlayacak duruma gelmesi de, aslında yalnızlığı üreten önemli bir sebep olmuştur. Bu mânâda, sosyalleşme ve sevgiyi tam mânâsıyla öğretemeyen parçalanmış ailelerden gelen fertlerin daha fazla yalnızlık problemi yaşamaları tesadüf değildir. Çünkü ciddi psikolojik problemler meydana getiren aile parçalanmalarına maruz kalmış fertler, daha sonraki sosyal münasebetlerinde ciddi problemler yaşarlar. Maalesef günümüzde hızla artan boşanmalar ve aile parçalanmaları, yalnızlıkla ilgili pek çok problemi de beraberinde getirmiştir. Boşanmasalar bile eşlerin arasında sevgi yoksa, yalnızlık duygusu kaçınılmaz olabilir.

Yalnızlığı başlatan en önemli faktörlerden biri de, sosyal çevrenin özelliğidir. İyi arkadaşlık münasebetleri, cemaat veya grup içinde ortak değer ve hedefleri paylaşma hemen her yaş dönemi için oldukça önemlidir. Böyle bir ortamda fert, menfi hislere maruz kalmış olsa bile, iç dünyasını arkadaşına, dostuna rahatça açabilir; kendini yiyip bitirecek olan sıkıntıyı kolayca bertaraf edebilir. İç dünyasını açabileceği dostları olmayanlar ise, içinde bulunduğu hâli sürekli büyütür ve yalnızlığını derinleştirir. Bilhassa yaşlılıkta, fizyolojik olarak güçsüz olduklarından, insanların başkalarına olan ihtiyaç ve bağımlılığı artar. Ayrıca, emeklilikle beraber, iş yapamamanın getireceği işe yaramazlık duygusu, statü kaybı ve aile fertlerinin ayrılmaları ile insan, yalnızlığı daha derinden hisseder. Kişi, ahiret inancının eksikliği nispetinde artan bir şiddette "öleceğim" korkusuna kapılır. Yaşlılar, yakınları ile birlikte yaşadıkları zaman daha mutludurlar; küçükler kendisine hürmet ve saygı gösteriyorlarsa, hayatla olan bağları daha da sağlamlaşarak ruh ve his dünyalarında mutluluğu tadarlar. Sosyal ve psikolojik tatmine eriştiklerinden yalnızlığı hissetmezler.

Yalnızlıkların temelinde, diğer insanlarla münasebetlerde yaşanan hayal kırıklıklarının da büyük bir payı vardır. Dürüst davranmama, kandırma, aldatma, suiistimal, hor görme, aşağılama gibi davranışlar, fertte hayal kırıklığı oluşturur. Maalesef bugün toplum, en yakın arkadaşına, hattâ kardeşine borcunu ödemeyen, verdiği sözü tutmayan ve hiçbir şekilde güven telkin etmeyen insanlarla doludur. Bunlar, darda kalana yardım etmeyi değil, onun elinde kalanı da nasıl alacağını düşünür. Fırsat yakalayınca da kardeşini, dostunu, arkadaşını acımasızca alaşağı eder, hak hukuk tanımadan onun varlığının üzerine konar. İşte bu tür davranışlar, insanlarda ciddi hayal kırıklıklarına yol açmaktadır. Böyle hayal kırıklıkları yaşayan kişiler, benzeri bir duruma düşmemek için yakın sosyal münasebetlerden uzak durup, yalnız kalmayı tercih eder veya münasebetleri sürdürme yönünde yeterli gayret göstermez. Çünkü insanlar genelde, münasebetlerin çoraklaştığı bir ortamda, endişe ve güvensizlikle başa çıkabilmek için, içlerine kapanır. Onlar yalnızlığı, muhtemel zararlardan korunma yolu olarak görürler ve kendilerini, zayıf, sahipsiz ve arkadaşsız hissettiklerinden çevrelerinden iyice uzaklaşırlar. Hâlbuki rehberimiz, efendimiz Hz. Muhammed (sallallahü aleyhi ve sellem), Müslüman'ı ne yüce vasıflarla tarif etmiştir. O'na göre, "Müslüman, elinden ve dilinden başka insanların zarar görmediği kimsedir." "Müslüman Müslüman'ın kardeşidir; ona yalan söylemez, ihanet etmez, kötülük yapmaz, onu aşağılamaz, kötülük edebilecek birinin eline bırakmaz." Kardeşine, dostuna, arkadaşına ve yakınlarına bu ölçüler içinde davranan bir insan, hiçbir kimseye hayal kırıklığı yaşatıp onu yalnızlığa itmez. Çünkü Müslüman kendisine yapılmasını istemediği bir şeyi başkasına yapmaz.

Bu sayılan sebepler dışında insanı yalnızlığa iten başka faktörler de vardır. Yakınını kaybedenler bir ânda kendilerini büyük bir yalnızlık içinde hissedebilir. Yine başka bir şehir veya ülkeye göç edenler, kendi kültür ve anlayışında insan bulamazsa yalnızlığa maruz kalır. Ancak yüksek bir ideal ve gaye için yer değiştirenler yalnız kalsalar bile, ümitsizliğe düşmez. Onlar bilirler ve inanırlar ki, Allah (celle celâlühü) onların yardımcısıdır.

Netice olarak yalnızlık, insan yaratılışına aykırı bir durumdur. İnsanlar topluluk hâlinde yaşamak üzere yaratılmış ve genellikle hep toplum içinde yaşamıştır. İradî veya mecbur kalınarak yaşanan yalnızlıklar istisnaidir. Allah katında makbul olan ve insanların da hemcinsinden beklediği şey, yalnızlık değil, insanlarla iç içe olmak, sevmek, sevilmek ve yardımlaşmaktır. Bir insan, başkalarına ne kadar alâka gösterir, onları anlamaya çalışır ve ihtiyaç ânında onlara yardım ederse, o derece mutlu ve huzurlu olur. Aynı zamanda karşısındakini de mutlu eder. İnsanın alâka göstereceği daire, bütün insanlık âlemi kadar geniş olmakla birlikte, ferdin çok daha yakın olması gereken kişiler; anne-babası, eşi, çocukları, akrabaları, yetimler, yoksullar, komşuları ve dostlarıdır (Nisa Sûresi, 36). Ne kadar alâka gösterirsek, onları yalnızlık hissine kapılmaktan o ölçüde korumuş oluruz. Meselâ Yüce Beyan'da, anne-babaya iyi davranmamız, ihtiyarlıklarında onlara "öf" bile demememiz, tatlı ve güzel söz söylememiz, tevazu kanadını indirmemiz kesin olarak emredilmiştir (İsra Sûresi, 23–24). Bu emri yerine getiren hangi evlâdın anne veya babası yalnızlık hisseder? Yine Peygamber Efendimiz'in (sallallahü aleyhi ve sellem) komşularla münasebetler hususundaki tavsiyeleri, hiçbir kimsenin kendini yalnız hissetmeyeceği kadar geniş kapsamlı ve uygulanabilir niteliktedir. O (sallallahü aleyhi ve sellem), komşumuz hastalandığında ziyaretine gitmeyi, öldüğünde cenazesinin kaldırılmasında bulunmayı, borç istediğinde vermeyi, darda kaldığında yardımına koşmayı, bir nimete kavuştuğunda tebrik etmeyi, onun başına bir musibet geldiğinde teselli etmeyi, evimizi onun rüzgârını (güneşini, manzarasını) engelleyecek şekilde yüksek yapmamayı, pişirdiği yemekten ona vermeyi bizlere tavsiye etmiştir. O'nun (sallallahü aleyhi ve sellem) çocuklar, yetimler, fakirler ve dullar hakkındaki tavsiyeleri de, onları gözetip kollama bakımından komşulara ait tavsiyelerinden geri değildir. Bunlara uyduğumuz takdirde toplumda yalnız, hele yapayalnız hiçbir kimse kalmayacaktır. O zaman mal da, mülk de, kazanç da, makam da insanları birbirleriyle kaynaştırmaya, yakınlaştırmaya, dostluk ve kardeşliği pekiştirmeye hizmet edecektir. 

KAYNAK:http://www.sizinti.com.tr/konular/ayrinti/insani-yanlizliga-iten-sebepler-nisan-2012.html

BENZER OLAYLAR YAŞARKEN...

Hayatımızın her bir aşamasında karşılaştığımız durumlara karşı belli tepkiler veririz. Kar yağar, söyleniriz. Yağmur yağar söyleniriz. Yağmaz yine söyleniriz. Duruma göre bazen sevinir, bazen üzülürüz. Sevdiğimiz adam beklentimizi karşılamaz, strese gireriz. İşyerinde mesai arkadaşımız arkamızdan konuşur, insanlara karşı güven kaybı yaşarız... Ve daha birçok olay ve verdiğimiz onca tepki, hissettiğimiz onca duygu arasında, bazen yönümüzü şaşırarak bazen de yolumuzu bularak devam ederiz yaşamaya. Gerçekte yaşadıklarımız aynı veya benzer şeyler olsa da her birimiz için ayrı anlam taşır olaylar. Birinin incindiğine, diğeri kırılır, bir başkası ayağa kalkamaz bir daha... Her birimizin gösterdiği reaksiyon kendine özgüdür. Trafik birisi için stres kaynağı iken, bir diğeri için olmayabilir. Problem ne olursa olsun, stresin kaynağı ne kadar farklılık gösterirse göstersin, değişmeyen tek şey insanın kendi kaynaklarını kullanarak yaşam olaylarının getirdiği sıkıntıyı nasıl çözebileceği ya da nasıl çözemeyeceğinde gizlidir. Olaylar karşısında hissettiğimiz kızgınlık ve gerginlik bütün sistemimizi etkisi altına alır. Sinir sisteminden hafızaya kadar bozucu etkisi vardır. Denilebilir ki stresle başa çıkmayı öğrenmek, bedensel olarak yaşayabileceğimiz hastalıkları da bir ölçüde kontrol etmeyi sonuç verir ki bu da azımsanacak bir şey değildir. Her şeyin azının iyi, fazlasının zararlı olması gibi, olaylar karşısında yaşadığımız hafif stres önemlidir ve hayat koruyucudur. Daha dikkatli ve uyanık olmamızı sağlar. Yaşadığımız stres süre olarak uzar, artar ve dahi kronikleşirse, işte o zaman kısa vadede ve uzun vadede zarar görmek kaçınılmazdır. Yaşamda karşılaştığız olaylarda hissettiğimiz duygular genellikle çaresizlik, değersizlik, yalnızlık, huzursuzluk ve kızgınlıktır. Düşünün ki eşinize defalarca rahatsız olduğunuz bir şeyden bahsettiniz ve daha dikkatli davranmasını istediniz. Üstelik de istemekte olduğunuz şey yapılmayacak zorlukta bir şey değil. Ve eşinizin de istese yapabileceği bir şey. Mesela eve misafir çağırılacağında bunun mümkün olduğunca önceden haber verilmesi gibi... Yani son dakikada ‘’bizim arkadaşlarla eve yemeğe geliyorum ‘’denilmemesi gibi... Ama bir türlü sonuç alamadıysanız yukarıdaki duyguları ardı ardına yaşamanız ve öfkelenmeniz kaçınılmazdır. Sevgilinizi ne zaman arasanız telefonu duymaması, aramanızı görmesine rağmen size dönmemesi durumunda hissettikleriniz... Çocuğunuzun babasıyla vakit geçirmesini isteyip birçok şeyi bir araya getirip plan yaptığınız bir günde, eşinizin salondaki koltukta tembellik yapmayı tercih etmesi durumunda hissettikleriniz… Ve daha pek çoğu sizi üzer, kızdırır, strese sokar. Yaşadıklarımız çoğu kere isteklerimizle örtüşmez ve işte o zaman ‘’stres’’ içine düştüğümüz bir durum olur. Nasıl başa çıkacağımız bilemezsek gömüldükçe gömülürüz. Eğer kaderimizi başkalarının seçimlerine bırakmışsak durum acınası bir hale dönüşür. Önce kendi kaderimizi kendi elimize almak, stresle başa çıkmak için önemli bir adımdır. Yani suçlamayı bırakıp “Durum bu, o halde ben şimdi ne yapmalıyım, nasıl düşünmeli ve nasıl davranmalıyım?” diye sormaya başlamak lazımdır. Sonra bizi strese sokan insanlar veya durumlarla ilgili olarak beklentilerimizin gerçekçi olup olmadığına bakmak lazımdır. Üsküdar’dan Avcılar’a gitmek için iki saatlik bir süre tasarlamış ve trafiğe girmişseniz yetişemeyeceğinizi bilmelisiniz. Geleneksel yapıda bir adamla evliyseniz, ne kadar söz verirse versin, son andaki gelişmelerle eve misafir getirme davranışından kolay kolay vazgeçmeyecektir. Durumu biraz kontrol edebilirsiniz yalnızca, fakat fazlasını beklemeyin. Bütün haftayı dışarıdaki yoğunlukla geçirmiş eşinizin çocuğuyla dışarıda zaman geçirmesi belki de bir zorunluluk olacaktır, fakat amaç zaman geçirmekse kızmadan evde bir plan yapabilirsiniz mesela. Beklentilerin gerçekçi bir temele oturtulması, büyük oranda yaşadığımız stresi, en aza indirebilir... Yaşadığımız probleme yönelik birden çok çözüm yolu üretebilmek mümkündür. Aniden gelen misafir için ikramı abartmayacak tedbirlerin alınması gibi... Trafik yükünden rahatsızsak deniz yolunu tercih etmek veya başka çözümle düşünmek gibi... Eğer esnek düşünebilirsek bir çözüm yolu bulabiliriz. Ama tek çözümün “kendi kafamızdaki çözüm” olduğunda ısrarlıysak, hep kendi haklılığımıza inanmışsak, işimiz de hayatımızda zor. Çünkü çevremizi değiştirmek de insanları değiştirmek de mümkün değil. Eğer gerçekten istemiyorlarsa...




ÇAMAŞIRLARINIZIN UZUN ÖMÜRLÜ OLMASI İÇİN BUNLARI YAPIN

Çamaşır yıkamanın da incelikleri bulunur. Bazı ipuçlarını dikkate alarak, kıyafetlerinizin zarar görmesini engelleyebilirsiniz.
Çamaşır yıkamak her evdeki öncelikli ev işlerindendir. Çamaşırların yıkama esnasında zarar görmesini engellemek ve daha düzenli bir şekilde çamaşır yıkayabilmek için bazı ipuçlarını göz önünde bulundurabilirsiniz.
Kıyafetleri yıkamadan önce düğmeleri düğmeler, fermuarları çeker ve tüm cepleri boşaltırsanız, kıyafetlerin zarar görmesini engellersiniz.
Çamaşır suyu kullanırken, kıyafetin üzerinde büyük bir alana yayılmasını önlemek için, bir buzdolabı poşetinin ucunu kesip, çamaşır suyunu direkt lekenin üzerine ince ince damlatabilirsiniz.
Düğmelerin her iki tarafına da şeffaf oje sürerek, kumaşların yıpranmasını önleyebilir, düğmelerin yerlerinde sabit kalmalarını sağlayabilirsiniz.
Ailenin tüm bireylerinin eşyalarının karışmasını engellemek için herkesin kıyafetlerini ayrı şeffaf çamaşır poşetlerinin içinde yıkayıp, kurutabilirsiniz.
Havluları kıyafetlerden ayrı yıkayarak, kıyafetleri tiftiklenmelerini önleyebilirsiniz. Havluların formlarını korumaları için kurutma makinesından hala nemliyken çıkartın.
Enerji tasarrufu yapmak ve aşırı çamaşırdan kaçınmak için ailenin tüm fertleri için bir havlu ve bir el havlusu ayırın ve bunları haftada bir yıkayın. Herkesin rengi ayrı olursa, karışıklık yaşanmaz.
Bu ipuçlarına dikkat ederek, çamaşır yıkama işinin düzene girmesini ve kıyafetlerinizin mümkün olan en az düzeyde yıpranmasını sağlayabilirsiniz.
evhayat.com
KAYNAK:http://nevbahar.samanyoluhaber.com/camasirlarinizin-uzun-omurlu-olmasi-icin-bunlari-yapin/

BENİ DİNLİYOR AMA DUYMUYOR

Bazen karşımızdaki kişinin ne söyleyeceğini bildiğimizi düşünerek, onu dinlemeyi bırakıp kafamızda cevaplar hazırlamaya başlarız. Halbuki insanlar asıl söylemek istediklerini genellikle konuşmalarının sonuna bırakırlar. O sözlerini tamamlamadan dinlemeyi kestiğimizde onu anlayamayız.
Bazen de sürekli konuşarak karşımızdaki kişinin sorununu çözmeye çalışırız. Halbuki insanlar sorunlarını bizim çözmemizi değil onları anlamamızı beklerler. Sürekli biz konuşursak karşımızdakinin duygu ve düşüncelerini anlayamayız. Sessizlik, karşımızdaki kişiye;
* Seni anlamak istiyorum,
* Duygu ve düşüncelerine önemsiyorum,
* Kararlarına saygı duyuyorum gibi güçlü mesajlar verir.
Ancak sessizlik, karşımızdaki kişiyi anlamamız için yeterli değildir. Onu anlamaya çalıştığımızı ifade eden göz teması kurmak, dokunmak, ona doğru eğilmek, gülümsemek gibi sözsüz ifadelerin yanında “Hmm”, “Anlıyorum”, “Öyle mi?”, “Yaa!” “İlginç!”, gibi sözlü tepkilerle karşımızdaki kişiyi dinlediğimizi göstermemiz gerekir.
Karşımızdaki kişi bizimle bir sorununu paylaşırken kızgınlık, kırgınlık, merak, endişe gibi duygular yaşıyor olabilir. Özellikle çocuklar, duygularını sözlü bir şekilde dile getirmekte zorlanabilirler.
Yetişkinler ise öfke, kıskançlık, korku gibi duyguları ifade etmeyi bir zayıflık ve yetersizlik olarak gördükleri için açıkça dile getirmekten kaçınabilirler. Böyle bir durumda biz dinleyici olarak;
* Günün nasıl geçti?
* O konuda konuşmak ister misin?
* Seni üzen şeyi benimle paylaşmak ister misin?
* Bu konudaki duygularını merak ediyorum.
* Senin için yapmamı istediğin bir şey var mı?
gibi konuşmaya kapı aralayıcı sorularla karşımızdaki kişiyi konuşması için cesaretlendirmeliyiz.
Unutmayın! İnsanlar konuşmak değil, anlaşılmak istiyor.
Efkan Yeşildağ- meydan gazetesi
KAYNAK:http://nevbahar.samanyoluhaber.com/beni-dinliyor-ama-duymuyor/