30 Kasım 2012 Cuma

BÜYÜKLÜĞÜN ÖLÇÜSÜ VE İLAHİ TAKTİRE RIZA

Çay Faslından Hakikat Damlaları: İyiliklerimiz Küçük, İlâhî İhsanlar Çok Büyük
-Hizmet varsa, yaşamaya değer. Dinim ve mübarek mefkûrem için hâlâ bir şeyler yapma imkanı/ihtimali varsa, dünyada kalmaya değer; yoksa, beyhude!.. (00:50)
-Ruh-u Seyyidi’l-Enâm (aleyhissalâtü vesselam) Efendimiz, tasavvufî ifadesiyle “taayün-i evvel”in kahramanıdır; “Sen olmasaydın, şu âlemleri yaratmazdım” kudsî hadisinin mazharıdır. Bu hadis, hadis kriterleri açısından sahih olmasa bile mânâ itibarıyla doğrudur; çünkü o “Muarrif” olmasaydı, bu âlemlerden de, bu kitaptan da hiç kimse bir şey anlamayacaktı. O halde bu hadisin mânâsı şudur: “Ey Rasûlüm! Bu kitapların okunması da, mânâlarının şerhi de senin sayende oldu. Öyleyse sen elindeki Kur’ân’la her şeyin kavl-i şârihi, tefsir-i vâzıhısın.” (02:50)
-Bir mum diğer bir mumu tutuşturmakla ışığından hiçbir şey kaybetmez! (04:50)
-İnsan, yaptığı bütün iyiliklere bir mum tutuşturma şeklinde bakmalıdır. İnsanın sa’yine terettüp eden şeyler hem küçük hem de büyüktür. İnsan kendi nefsine bakan yönüyle onları çok küçük görmeli; Cenâb-ı Hakk’ın yaratması ve ihsanı olmaları açısından ise çok büyük kabul etmeli ve şükürle mukabelede bulunmalıdır. Şirkten şükre geçmenin yolu, büyük küçük her şeyi Cenâb-ı Hakk’tan bilmek; bizim sa’y ve gayretimize terettüp eden şeyleri bize bakan yanlarıyla küçük, Allah Teâlâ’nın ilâhî lütfu olmaları itibarıyla da -O’na saygının gereği olarak- büyük görmektir. (05:35)
-Hazreti Sıddîk’ın sıddîka kerimesi Âişe validemiz îsar ufkunda cömertlik ortaya koyan bir insandı. Adını her anışımda “Anam!..” deyip “Öz anama bu kadar tatlı ‘anam’ demedim, o da darılmasın!” düşüncesiyle yad ettiğim mualla validemiz, ibadet ü tâatinde o kadar engindi. Bir gün yanaklarından süzülen yaşları görünce “Âişe, neyin var, niçin ağlıyorsun?” diye soran Rasûl-ü Ekrem Efendimiz’e “Cehennem ateşini hatırladım; ötede ailenizi tanır, beni de hatırlar mısınız ya Rasûlallah?” şeklinde cevap veren gözü yaşlı anamızın kalbi de o kadar ince idi; asla yaptığı iyiliklere güvenmiyor ve âhirete ait derin endişeler taşıyordu. (13:00)
-Allah Rasûlü’ne yakınlığı, İslam’a hizmetleri, âdilâne hilafeti, zamanının iki güçlü devletini yerle bir edişi ve üstün ahlakı ile alâkalı misalleri anlatmaya, büyüklüğünü vasfetmeye sözün yetmeyeceği Hazreti Ömer, çok zaman, başını secdeye koyar, gizli-açık, sesli-sessiz münacat ve tazarruda bulunurdu. Dua ederken hıçkırıklarla inler, kalbi hızlı hızlı çarpar ve tir tir titrerdi. Ahirete irtihalinden az evvel, bir kuraklık esnasında yine duaya durmuş, şöyle ağlıyordu: “Allahım! Ümmet-i Muhammed’i benim günahlarımdan dolayı mahvetme. İhtimal yağmursuzluk benim mâsiyetim sebebiyledir; ne olur Rabbim, Ashâb-ı Rasûlullah’ı benim yüzümden cezalandırma!” Evet, Hazreti Ömer’in kendisine bakışı böyleydi; onda iddia yoktu, yüksek mertebelere dilbeste olma yoktu, kendisine makamlar tayin etme yoktu. O âlî himmetlilik ile mahviyetin birleşme noktasına taht kurmuştu. Acaba içimizde kaç insan, yağmur yağmadığı, zelzele olduğu, toplumun değişik kesimleri yaka paça birbirine girdiği, kan gövdeyi götürdüğü zaman “Allahım benim yüzümden ümmet-i Muhammedi mahvetme!” demiştir?!. (16:24)
Soru: Hazreti Sâdık u Masdûk (aleyhissalatü vesselam) Efendimiz meâlen “İnsanın en ehemmiyetli saadet kaynaklarından biri, Allah’ın kazasına rıza göstermesi; onun en ciddî talihsizliği de ilahî takdiri öfkeyle karşılamasıdır!” buyuruyor. Allah’ın takdirine rızanın bir çerçevesi var mıdır? Kıskançlık, haset ve hazımsızlık gibi hastalıkların takdire rıza göstermemeyle ne ölçüde alâkaları söz konusudur? (18:00)
-Bir insan için kadere ve Hakk’ın takdirlerine rızâ, en önemli bir saadet vesilesidir. Konuyla alâkalı Hazreti Sâdık u Masdûk’un
مِنْ سَعَادَةِ ابْنِ آدَمَ رِضَاهُ بِمَا قَضَى اللهُ، وَمِنْ شِقْوَةِ ابْنِ آدَم سَخَطُهُ بِمَا قَضَى اللهُ
“Âdemoğlunun en ehemmiyetli saadet kaynaklarından biri, hiç şüphesiz Allah’ın kazasına razı olması.. ve onun en önemli talihsizliği de Allah’ın takdirlerini öfkeyle karşılamasıdır.” şeklindeki mübarek sözleri de bu hususu tenvir etmektedir. (18:40)
-Zât-ı Ulûhiyet’in takdirini memnuniyetle karşılamanın yanında, Hazreti Ruh-u Seyyidi’l-Enâm’ın (aleyhi elfü elfi salâtin ve selâm) nübüvvetine ve İslam dinine kanaat etme de çok önemlidir. Fiilî ve kavlî duadan sonra -netice ne olursa olsun- kader ve kazayı gönül hoşnutluğuyla karşılama bu kanaatin de gereğidir. Bundan dolayıdır ki, sabah akşam okunması sünnet olan dualar arasında şu ikrar da mevcuttur:
رَضِينَا بِاللهِ رَبًّا وَبِاْلإِسْلاَمِ دِينـــــاً وَبِمُحَمَّدٍ رَسُـــولاً
Rab olarak Allah’tan, din olarak İslâm’dan, peygamber olarak da Hazreti Muhammed’den (aleyhissalâtü vesselâm) razı olduk.” (18:54)
-Günümüzde çok yaygınca telaffuz edilen “Ne ettim ki, bunlar benim başıma geldi? Neden bu belalar hep gelip beni buluyor? Niye bu sıkıntılar?” gibi kaderi ve ilâhî kazayı tenkit manasına gelen ifadeler, kâfirce sözlerdir. Belki bunları söyleyenler kâfir olmaz; fakat bu sözler ancak kâfirlerin söyleyebileceği sözlerdir. (22:10)
-Haset, kıskançlık ve hazımsızlık gibi hastalıkların “takdir-i ilâhîye rıza göstermeme” ile çok yakın irtibatı vardır. Nitekim Mekke müşrikleri, Allah Rasûlü’nün faziletlerini çok iyi biliyorlar ama peygamberliğin kendilerine verilmiş olmamasını kabullenemiyorlardı. Bazıları, “Taif’te, Mesud b. Urve; Mekke’de Velid b. Muğîre gibi insanlar varken ve bunlar peygamberliğe daha lâyık iken, nasıl oluyor da Ebû Talib’in Yetimi gibi fakir ve kimsesiz bir insan peygamber olabiliyor?” diyorlardı. Ebu Cehil, “Aslında biliyorum ki, O peygamberdir. Fakat Hâşimîlerle eskiden beri aramızda bir rekabet var. Onlar, rifâde, sikâye (hacca gelenleri yedirip içirme vazifesi ve şerefi) bizde diye övünüp duruyorlar. Bir de peygamber de bizden, derlerse işte ben buna dayanamam.” diyordu. (23:20)
-Hazreti Ali’yi hazmedemeyenlerin yaptıklarından Selçukluları, Osmanlıları çekemeyenlerin fitnelerine kadar İslam dünyasına büyük bedeller ödeten pek çok hadisenin arkasında Allah’ın takdirine razı olmama, dolayısıyla hasetle kıvranıp durma vardır. (24:37)
-Her dönemde hazımsızlık olmuştur, günümüzde de olacaktır. Bu, Mefisto ile Faust’ün mücadelesinin neticesidir ve kıyamete kadar sürüp gidecektir. Aslında Şeytan’ın Hazreti Adem’i çekemeyişi ve ona düşmanlığı macerasında bir yönüyle bütün insanlığın sergüzeşti vardır. Bugün de bir kısım insanlar hizmet camiasına ve hizmet erlerine karşı haset, kıskançlık, hazımsızlık sergileyebilir; takiyyelerle onları bitirmeye kalkışabilirler. (26:18)
-Kim ne yaparsa yapsın bizim için ölçü bellidir: “Kötülükleri iyilikle sav; görgüsüzce muamelelere aldırış etme! Herkes, davranışlarıyla karakterini aksettirir. Sen müsamaha yolunu seç ve töre-bilmezlere karşı âlîcenap ol!..” (29:17)
-Zulmedildiğiniz zaman bile zulmetmeye kalkarsanız, Allah onu size sorar. Bir çarkı, bir düzeni bozdukları zaman kalkar siz de başkalarının çarkını düzenini bozarsanız, Allah onu size sorar: “Niye bunu yaptınız? Niye insanca davranmadınız? Niye Hazreti Muhammed Mustafa (sallallahu aleyhi ve sellem) gibi davranmadınız?” Bu açıdan, kıskanca karşı kıskançlık duygusuna girmemek; belki hazımsızlıklar karşısında hazım sistemini bir kat daha artırmaya çalışmak lazım. (30:33)
-Hareketi, hamleyi, gayreti durdurmadan, Allah’ın izni ve inâyetiyle alternatif yollar, yöntemler oluşturarak yola devam etmeli.. Onlarla uğraşmaya kalkarsanız, bir yerde takılır kalırsınız.. zamanı israf etmiş olursunuz. Hiç uğraşmadan, alternatif yollar ve yöntemler oluşturarak yolunuza devam edeceksiniz. Evinizi kapattıkları zaman yurt açacaksınız. Yurtlarınızı kapattıkları zaman ev yapacaksınız. Okulunuzu kapattıkları zaman üniversite yapacaksınız. Üniversitenizi kapattıkları zaman on tane okul açacaksınız. Hiç durmadan yürüyeceksiniz. Hafizanallah, durup başkalarıyla meşgul olmaya kalktığınız zaman, zamanı beyhude kullanmış, israf etmiş olursunuz. Zamanı israf etmenin hesabını da Allah sorar. (31:44)
-Allah onlara da soracak; beni alâkadâr etmez o. Elimden gelirse, onların da zamanı israf etmemeleri istikâmetinde, kavl-i leyyin ile ifade ederim. Fakat yine de sözüm, düşüncem, tavrım tepkiye sebebiyet veriyorsa, yutkunur dururum. (32:44)
-Kötülüğe karşı asla kötülükle mukabele etmemelisiniz. Fakat mesela, Persler, Hazreti Ebu Bekir’e, Hazreti Ömer’e, Hazreti Âişe validemize ve daha pek çok ashab-ı kirama sebb ediyorlar (küfrediyor, sövüp sayıyorlar.) Siz onların sebbe müstahak olmadıklarını anlatmak suretiyle onları müdafaa edebilirsiniz. Perslerin büyüklerinden bir tanesi Mısırlı âlim Muhammed Imârâ’ya gitmiş, “Niye bize saldırıyorsunuz?” demiş. Hazret ona, “Yok biz saldırmıyoruz; siz Hazreti Ebu Bekir’e ta’nda bulunuyorsunuz, Hazreti Ömer’e olmayacak şeyler söylüyor sövüyorsunuz, Âişe validemize küfrediyorsunuz; biz sadece müdafaa ediyor ve “Bunlara sövülmez!” diyoruz.” demiş. Ben de diyorum: Onlara sövenin dilleri kurusun!.. (34:36)
-Rızâ, insanı, Rabbiyle iç cedelleşmekten kurtarır. Cenab-ı Hakk’ın takdiri, demek bir günahımız vardı ki, Allah camiaya bazı güveleri musallat etti; bir kısım haset ve kıskançlık duyguları depreşti. Bu bizim kabahatimizden; demek ki bir hatamız, günahımız vardı. Onlar asıl günahımızı bilemediklerinden dolayı bizim sevabımıza iliştiler. Bize “Siz bu işin ehli değilsiniz; bırakın da onu liyakatli insanlar götürsün!” deselerdi, hakları vardı. Fakat, hizmetin ruhuna dokunmaları.. bir yönüyle bilemeyerek onu yaptılar. Hazreti Pir’in dediği gibi, bizim hiç yapmadığımız yapamayacağımız, düşünmediğimiz düşünemeyeceğimiz şeylerden dolayı bize hücum ediyorlar. Demek ki bizim hatalarımız yüzünden böyle yapıyorlar. İşte böyle düşünüp Cenâb-ı Hakk’ın takdirine razı olmak ve o problemi içte çözmek lazım. Rıza iksirini içteki o alıp vermelerin, o hafakanların üzerine dökmek suretiyle onları eritebilirsiniz. (HERKUL)

ALLAH BİZE YETER

Soru: Bütün peygamberler başlarına gelen musibetler karşısında Allah’ın havl ve kuvvetine sığınmış ve muvaffakiyetin yalnız Allah'tan olduğunu ifade buyurmuşlardır. Pek çok sıkıntıyla ve yer yer başarısızlıklarla karşılaşan hizmet yolcularının hayatında “hasbiyelerin” yeri ne olmalıdır?
Cevap: Âciz, fakir ve muhtaç durumda bulunan bir insan ancak Kadir-i Mutlak ve Ganîy-yi ale’l-Itlak olan Allah’a sığınmak suretiyle her türlü sıkıntının üstesinden gelebilir. Bu açıdan insanın maruz kaldığı belâ ve musibetler karşısında
حَسْبُنَا اللَّهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ
“Allah bize yeter. O, ne güzel vekildir.” diyerek Allah’a sığınması çok önemlidir. Haddizatında
حَسْبُنَا اللَّهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ
diyen bir insan şuna inanmaktadır: İşimizi O’na havale ettik. Vekilimiz yalnız O’dur. Kendisine teveccüh ettiğimizde O, asla bizi kendimizle baş başa bırakmayacak ve bizi yalnızlığa terk etmeyecektir.
Sika Ufkunun Eşsiz Kahramanı
Cenâb-ı Hak, Tevbe Sûre-i Celilesi’nde insanların kendisinden yüz çevirmeleri karşısında Resûl-i Ekrem Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) hitaben şöyle buyurmuştur:
فَإِنْ تَوَلَّوْا فَقُلْ حَسْبِيَ اللَّهُ لَا إِلَهَ إِلَّا هُوَ عَلَيْهِ تَوَكَّلْتُ وَهُوَ رَبُّ الْعَرْشِ الْعَظِيمِ
“Eğer yüz çevirir, Seni dinlemezlerse ey Resûlüm de ki: Allah bana yeter. O’ndan başka ilâh yoktur. Ben yalnız O’na dayanıp O’na güvendim. Çünkü O, büyük Arş’ın, muazzam hükümranlığın sahibidir.” (Tevbe Sûresi, 9/129) Hz. Pîr de bu âyeti izah ederken şöyle der: “Eğer ehl-i dalâlet arka verip senin şeriat ve sünnetinden i'raz edip Kur'ân'ı dinlemeseler, merak etme. Ve de ki: Cenâb-ı Hak bana kâfidir. Ona tevekkül ediyorum. Sizin yerlerinize, ittibâ edecekleri yetiştirir. Taht-ı saltanatı her şeyi muhittir; ne asiler hududundan kaçabilirler ve ne de istimdat edenler medetsiz kalırlar.”
Konuyla alakalı, Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) sabah akşam yapılmasını tavsiye buyurduğu bir dua da şu şekildedir:
يَا حَيُّ يَا قَيُّومُ بِرَحْمَتِكَ أَسْتَغِيثُ أَصْلِحْ لِي شَأْنِي كُلَّهُ وَلاَ تَكِلْنِي إِلَى نَفْسِي طَرْفَةَ عَيْنٍ
“Yâ Hayy u yâ Kayyûm! Rahmetin hürmetine Senden yardım diliyorum; her hâlimi ıslah et ve göz açıp kapayıncaya kadar olsun beni nefsimle baş başa bırakma!” (Hâkim, el-Müstedrek, 1/545) Bunu biraz daha açacak olursak şöyle de diyebiliriz: “Allah’ım! Ne olur, Senin yolunda bulunurken, meselenin ruhuna dokunacak, tadını tuzunu karıştıracak fısk u fücûr gibi şeyler işin içine hiçbir zaman girmesin! Göz açıp kapayıncaya kadar bile olsa beni nefsin ve şeytanın vekâletine bırakma! Zira vekâleti onlar alırlarsa, beni hangi gayyaya sürükleyecekleri belli olmaz. Nefs-i emmareye itimat edilmeyeceğinden, işe onun vaziyet ettiği bir yerde ben yenilmiş sayılırım. Vekilim Sen olursan, ancak o zaman doğru yolu bulur ve o yolda yürüyebilirim. Çünkü Senin havl ve kuvvetinin olduğu yerde, işin içine ne nefsin ne de şeytanın parmağı karışabilir.”
Nur-u Tevhid İçinde Sırr-ı Ehadiyet
Kavminin kendisinden yüz çevirmesi karşısında Seyyidinâ Hz. İbrahim ve ona inananların da Allah’a dayandıklarını görüyoruz. Onlar öncelikle,
إِنَّا بُرَآَءُ مِنْكُمْ وَمِمَّا تَعْبُدُونَ مِنْ دُونِ اللَّهِ
Sizden ve Allah’ı bırakıp tapageldiğiniz şeylerden biz fersah fersah uzağız.” (Mümtehine Sûresi, 60/4) diyerek, kâfirlere karşı dimdik bir duruş sergilemiş ve âdeta bütün tehditlere meydan okumuşlardır. Aynı zamanda onlar, bu ifadeleriyle, Allah’tan başka tapılan şeylerin bir kıymet-i harbiyelerinin olmadığını, kendilerine atfedilen değeri hak etmediklerini ve herhangi bir teveccühe de asla layık olmadıklarını ilan etmişlerdir. Daha sonra ise çaresiz bir insan hâliyle nur-u tevhid içinde sırr-ı ehadiyetin tecellisini seslendirmek suretiyle şöyle demişlerdir:
رَبَّنَا عَلَيْكَ تَوَكَّلْنَا وَإِلَيْكَ أَنَبْنَا وَإِلَيْكَ الْمَصِيرُ رَبَّنَا لَا تَجْعَلْنَا فِتْنَةً لِلَّذِينَ كَفَرُوا وَاغْفِرْ لَنَا رَبَّنَا إِنَّكَ أَنْتَ الْعَزِيزُ الْحَكِيمُ
“Ey Yüce Rabbimiz, biz yalnız Sana güvenip Sana dayandık. Bütün ruh-u cânımızla Sana yöneldik ve sonunda Senin huzuruna varacağız. Ey Ulu Rabbimiz, bizi kâfirlerin imtihanına (baskı, zulüm ve işkencelerine) mâruz bırakma, affet bizi; Şüphesiz Sen Azîz ve Hakîm’sin.” (Mümtehine Sûresi, 60/4-5)
Burada istidradî olarak bir hususa dikkatlerinizi çekmek istiyorum. Efendimiz’in (aleyhissalâtü vesselâm) o müstesna konumunu anlama adına diğer peygamberlerle mukayeseli bir şekilde O’nun ahval ve beyanlarını okuduğunuzda, Cenâb-ı Hakk’ın Efendimiz’e tevcih buyurduğu tebcilât ve takdiratın diğer peygamberlerin dilinde bir istek konumunda olduğunu görürsünüz. Mesela Hz. Musa’nın
رَبِّ اشْرَحْ لِي صَدْرِي
“Yâ Rabbi, genişlet göğsümü!” (Tâhâ Sûresi, 20/25) duasıyla Cenâb-ı Hak’tan isteme konumunda bulunduğu inşirah-ı sadr,
أَلَمْ نَشْرَحْ لَكَ صَدْرَكَ
“Biz, Senin sadrına inşirah vermedik mi?” (İnşirah Sûresi, 4/1) âyetinden anlaşılacağı üzere Efendimiz’e (aleyhissalâtü vesselâm) minnet makamında verilmiştir. İşte yukarıdaki âyetlerde de Efendimiz’e yapılan iltifatta Allah’ın kendisine kâfi olduğu ifade edilirken, Seyyidinâ Hz. İbrahim ve beraberindekiler o makamda Allah’tan isteme konumunda bulunmaktadır.
Başka bir âyet-i kerimede ise sahabe-i kiram efendilerimizin düşman karşısında Allah’a dayanıp güvenmeleri şu ifadelerle anlatılmıştır:
الَّذِينَ قَالَ لَهُمُ النَّاسُ إِنَّ النَّاسَ قَدْ جَمَعُوا لَكُمْ فَاخْشَوْهُمْ فَزَادَهُمْ إِيمَانًا وَقَالُوا حَسْبُنَا اللَّهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ
“İnsanlar onlara: ‘Düşmanınız olan kimseler size karşı bir ordu topladılar, onlardan korkun!’ dediler. Bu onların imanını artırdı da: ‘Allah bize yeter. O, ne güzel vekildir!’ dediler.” (Âl-i İmrân Sûresi, 3/173) Evet, görüldüğü üzere, sahabe efendilerimiz, normal şartlarda bir insanın ürkeceği, korkacağı, telaşa kapılarak ne yapacağını şaşıracağı bir yerde bile
حَسْبُنَا اللَّهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ
demiş; demiş ve düşmanla karşılaşmayı metafizik gerilim içinde beklemeye durmuşlardır.
Hasbiye Risalesi
Hz. Pîr de, ehl-i dünyanın kendisini her şeyden tecrit ettikleri bir vakit iç içe beş çeşit gurbete düştüğünü, ümit meşalesinin sönmeye yüz tuttuğu bir hâlde başını önüne eğmişken
حَسْبُنَا اللَّهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ
âyetinin birden imdadına yetişerek, “Beni oku!” dediğini, müteakiben bu âyeti günde beş yüz defa okumaya başladığını ve neticede iç dünyasında çok farklı inkişaflar yaşadığını ifade etmiştir. Öyle ki, o, bu âyetten aldığı dersle elde ettiği kuvve-i mâneviyeyi, “Değil şimdiki düşmanlarıma, belki dünyaya meydan okuyabilir bir iktidar-ı imanî hissettim.” ifadeleriyle dile getirmiştir. Zaten kalbi böyle bir inşiraha kavuşan bir insana, ne gam ne keder tesir eder, ne zindanlar ne de tazyikler onu yolundan alıkoyar. Artık onun için zindanlar bir Medrese-i Yusufiye hâlini alır ve o da vazifesini orada yapmaya başlar. Hatta zindandan çıkması bahis mevzuu olduğunda, o, yaptığı bereketli işi yarıda bırakmama ve orada bulunan insanlara faydalı olma adına zindanda kalmayı bile tercih edebilir.
İşte asıl inşirah, asıl enginlik ve genişlik de budur. Yoksa kalb ve ruh dünyasında bir darlığa maruz kalan kişi, öyle stresler, öyle hafakanlar yaşar ve öyle anguazdan anguaza sürüklenir ki, bütün dünya kendisinin olsa yine de derdine çare bulamaz. Evet, iç dünyası itibarıyla inkişafa eremeyen bir insan, her gün fabrikalarından bin tane yat, bin tane ferrari çıkarsa, dünyevî her türlü imkâna kavuşsa, yine de, yaşadığı sıkıntı ve kalb darlığından kurtulamaz. Asıl rahatlık ve mutluluk ise Allah’ın insan kalbine verdiği inşirahtır. Böyle bir inşiraha eren insanın başına dağlar cesametinde belâlar gelse, o, bunları kalbinde eriterek maytaplar haline getirir ve etrafındaki insanlara da maytap zevki yaşatır.
Aslında yaşadığımız sıkıntıların sarsıntı emareleri hayal ufkumuza çarptığı, tasavvur ve taakkullerimizi hırpaladığı esnada, Hz. Pîr’in kalbine ilka buyrulan tecellîler bizim kalbimize de gelebilir. Bilhassa iman-ı kâmil ve ihlâs-ı etemm peşinde koşan ve her zaman Allah’la sağlam bir irtibat gayreti içinde bulunan bir insan, daha çok bu türlü tecellîlere mazhar olabilir. Fakat çoğumuz içimizin sesini dinlemediğimiz veya aklımıza gelen bu tür mevaridi her insanın aklına gelen sıradan şeyler gibi algılayarak önemsemediğimizden dolayı bu türlü tecelliyatı görmezden gelebiliyoruz. Büyük zatlar ise kendilerine gelen değişik tecellî dalga boyundaki mevaridin başıboş ve sıradan olmadığını görmüş, “Bunların mutlaka bir mânâsı ve bir hikmeti vardır” diyerek onları önemli birer ihtar ve ikaz kabul etmişlerdir. İşte Hazreti Pîr de kalbine ilka buyrulan o cevheri çok kıymetli bularak hemen o mevzua yoğunlaşmış ve günde beş yüz defa hasbiye çekmeye başlamıştır.
Hz. Pir, günde beş yüz defa bu âyeti okuduysa, demek ki o meseleyi derinden derine duyma adına tekrarın kendine göre bir kerameti vardır. O hâlde, biz de, düşmanların şerrinden muhafaza adına Allah’ın havl ve kuvvetine iltica ederek himmetimizi âli tutup günde beş yüz, belki bin defa
حَسْبِيَ اللَّهُ لَا إِلَهَ إِلَّا هُوَ عَلَيْهِ تَوَكَّلْتُ وَهُوَ رَبُّ الْعَرْشِ الْعَظِيمِ
demeliyiz. Bu hedefi gerçekleştirme adına şöyle bir usul de takip edebiliriz: Nasıl ki, Tefriciye Duası’nı, Âyete’l-Kürsî’yi, Nasr, Fetih ve İnşirah Sûresi gibi sureleri iştirak-ı a’mal-i uhreviye esprisini tahakkuk ettirme adına, aramızda bölüştürerek okuyoruz; aynı şekilde hasbiye duasını da aramızda paylaşarak okuyabiliriz. Mesela on arkadaş aramızda bölüşerek yüzer hasbiye okuduğumuzda, her birimizin amel defterine bin hasbiyallah akacaktır.
Muvaffakiyetler Karşısında da “Hasbiyallah”
Öte yandan sadece başa gelen belâ ve musibetler karşısında değil, inanan bir gönül başarı ve muvaffakiyet durumlarında da Allah’a sığınır/sığınması gerekir. Bu açıdan hasbiye meselesinin kemmiyet ve keyfiyet derinliği şahıstan şahısa değişebilir. Bazıları sadece musibetler veya halledilmesi müşkil problemler karşısında
حَسْبُنَا اللَّهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ
der, Cenâb-ı Hakk’a teveccüh eder ve neticede, Allah’ın izni ve inayetiyle, problemlerinin ekstra lütuf ve inayetlerle halledildiğine şahit olur. Bu, darda kalmış ve başı sıkışmış olan insanların teveccühüdür. Bazıları ise hasbiyeleri sürekli vird-i zeban eder ve sabah akşam dualarında Allah’ın havl ve kuvvetine sığınırlar. Özellikle ufukları inkişaf etmiş, ruh ve sır ufkuna yükselebilmiş insanlar şahsî hayatlarına ait en küçük meselelerde bile Cenâb-ı Hakk’ın tasarrufunu duyar gibi olurlar. Evet, onlar bir iğneye ip takma veya bir lokmayı ağza götürme gibi zâhirde iradenin halledebileceği düşünülen en basit meselelerde bile
حَسْبُنَا اللَّهُ وَنِعْمَ الْوَكِيلُ
ufkunu yaşarlar. Hatta bazen onlar birer cebr-i mutevassıt insanı gibi hareket ederek yaptıklarını istitaat mea’l-fiil mülahazasına bağlar, yapıp ettiklerinin bir temayülden veya temayüldeki tasarruftan ibaret olduğunu düşünür ve her zaman “Yaratan O!” derler. İşte bu, halis tevhid ifadesidir. Esasen biz de, sünnet-i seniyyeye ittiba edip, sabah dualarında yedi defa
حَسْبِيَ اللَّهُ لَا إِلَهَ إِلَّا هُوَ عَلَيْهِ تَوَكَّلْتُ وَهُوَ رَبُّ الْعَرْشِ الْعَظِيمِ
dediğimizde gündüz karşımıza çıkacak problemleri halledecek vekiller vekilinin O olduğunu ilan etmiş; geceye girerken de bir kere daha aynı ifadeleri tekrar etmek suretiyle gecemizi de Rahmeti Sonsuz’a emanet etmiş oluruz. Rabbim, hayatımızın her anını, sünnet-i seniyyenin nurdan atkılarıyla örgülememizi nasip eylesin!

BELİRTİSİZ KÜME

Belirtisiz küme (veya bulanık küme) kavramı, küme kavramının eleman olmanın derecelendirilmesine dayanan bir genelleştirilmesidir. Belirtisiz kümeler belirtisiz mantığın doğal bir genişlemesi olarak 1965 yılında A. Zadeh tarafından tanımlanmıştır. Bir nesne bir kümenin ya elemanı ya da elemanı değilken, bir belirtisiz kümenin belirli bir oranda kısmen elemanı olabilir.
Tanım
X boştan farklı bir evrensel küme olarak seçilsin. Bir A:X \to [0,1] fonksiyonuna X üzerinde bir belirtisiz küme adı verilir.
Belirtisiz küme farklı şekillerde de tanımlanabilir ancak kümenin her nokta için [0,1] kapalı aralığında bulunan bir üyelik değerine sahip olmasını anlatması bakımından bu tanımların hepsi birbirine denktir.
Bir xX elemanı için A(x) değerine x'in A'daki elemanlık derecesi denir. Bu değer kimi zaman  \mu_{A} (x) ile de gösterilir. A(x)=1 olması klasik küme anlamında x 'in A 'nın elemanı olması, A(x)=0 olması ise klasik kümelerdeki x 'in A 'nın elemanı olmaması durumuna denk gelir.
Eğer bir x için A(x)= \alpha ise xαA yazılır ve x 'in A belirtisiz kümesinin \alpha derecesinde elemanı olduğu söylenir.
Örneğin A(x)=0,5 yani x0,5A olması x 'in A 'nın yarı yarıya elemanı olması şeklinde yorumlanır. ∈1 klasik ∈, ∈0 klasik ∉ sembolüne karşılık gelir.

Belirtisiz alt küme

A ve B boş olmayan bir X kümesi üzerinde iki belirtisiz küme olsun. Her x \in X için A(x) \le B(x) oluyorsa A \subseteq B veya A \le B yazılır ve A 'nın B 'nin bir belirtisiz alt kümesi olduğu söylenir.
A ve B belirtisiz kümelerinin eşitliği, her xX için A(x)=B(x) olmasıyla tanımlanır. Buna göre A'nın B'ye eşit olması aynı zamanda hem A \subseteq B hem de B \subseteq A olması demektir.
X üzerindeki bütün belirtisiz kümeler her xX için X(x)=1 ile tanımlanan X belirtisiz kümesinin alt kümesiyken, her xX için \varnothing (x)=0 ile tanımlanan \varnothing belirtisiz kümesi X'teki bütün belirtisiz kümelerin alt kümesidir. Bazen X ve \varnothing sembolleri yerine sırasıyla 1_X ve 0_X veya kısaca 1 ve 0 kullanılır.

Belirtisiz kümeler üzerinde işlemler

Kümeler için tanımlı olan birleşim, kesişim, tümleme, kartezyen çarpım gibi işlemlerin tümü belirtisiz kümeler üzerine de taşınabilir.
İki belirtisiz kümenin birleşimi A \cup B veya A \or B ile gösterilir ve bu kümeye eleman olma derecesi her xX için ( A \cup B )(x)=maks \{ A(x),B(x) \} olarak tanımlanır.
İki belirtisiz kümenin kesişimi ise A \cap B veya A \and B ile gösterilir ve bu kümeye eleman olma derecesi her xX için ( A \cap B )(x)=min \{ A(x),B(x) \} olarak tanımlanır.
A ve B sırasıyla X ve Y kümeleri üzerinde belirtisiz kümeler ise A \times B de X \times Y üzerinde bir belirtisiz kümedir ve her (x,y) \in X \times Y için (A \times B)(x,y)=min \{ A(x),B(y) \} şeklinde tanımlanır.
İki küme için tanımlanan bu işlemler maksimum ve minimum yerine sırasıyla supremum ve infimum alınarak herhangi sayıdaki belirtisiz kümeler ailesine genişletilebilir.
A belirtisiz kümesinin tümleyeni A^c veya A' ile gösterilir ve her xA için A^c (x)=1-A(x) formülüyle belirlenir. Klasik kümelerden farklı olarak bir A belirtisiz kümesi için A \cap A^c \not = \varnothing olması mümkündür.(Vikipedi)