20 Mart 2012 Salı

Okul başarısının sınavlara etkisi azaltıldı

Yeni uygulamayla okul puanının etkisi ortalama yüzde 13'ten yüzde 10'a indirildi. Böylece öğrencilerin bireysel başarısı dikkate alınmış oldu. Lise öğrencileri yeni düzenlemeyle seçtikleri alana mahkum olmayacak. İstediği bölümü çok az bir kayıpla kazanabilecek. Yine meslek liseliler de katsayı mağduru olmayacak.



ÖSYM'nin önceki yıllarda sınava girecek öğrencilere uygulanan katsayı farkı alan dışı tercihleri neredeyse kazanılmaz hale getirmekteydi. Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne sunulan teklifle öğrencilerin ortaöğretim başarı puanları arasındaki aralık daraltılmış oldu. Buna göre daha önce 100 olan en düşük başarı puanı 250 olarak belirlendi. En yüksek başarı puanı ise 500 olarak devam edecek. Önceki hesaplamada en düşük bir öğrenci kendi alanıyla ilgili bir program seçtiğinde ilgili puanına 100*0.15=15 puan, okul birincisinin ise 500*15=75 puan ekleniyordu. Okuldaki başarısı en düşük öğrenci ile en başarısı en yüksek öğrenci arasında 60 puanlık fark oluşuyordu. Şimdi ise yeni uygulama ile katsayının 0.15 ten 0.12 çekilmesi ve başarı puanı aralığının 100-500 puandan 250-500 arasında olması ile öğrenciler arasındaki başarı puanından meydana gelen fark azaltılmış oldu. Hesaplamada bir okulda başarısı en düşük öğrenciye okul başarı puanının katkısı 0.12*250=30 gerçekleşirken, başarısı en yüksek öğrenciye okul başarı puanının katkısı 0.12*500= 60 olacak. Buna göre daha önce öğrenciler arasında 60 puanlık fark 30 puana inmiş oldu. Diğer bir ifade ile okul puanının etkisi ise ortalama yüzde 13'ten yüzde 10'a indirilerek öğrencilerin bireysel başarısı dikkate alınmış oldu.

Puanlamada fırsat eşitliği: Demokratik ülkelerde olması gereken, adayların eşit şartlarda yarışabilmesinin gerekliliğidir. Her adayın eşit şartlarda üniversiteye girebildiği durumlarda belirleyici olan ise öğrencinin bireysel başarısı olmasıdır. Bu da ancak objektif bir ölçme değerlendirme sistemiyle ve değerlendirmede sonuca etki edecek faktörlerin yalıtılmasıyla mümkün olabilecektir. Bu bağlamda Yükseköğretim Kurulu'nun yaptığı, öğrencinin bireysel başarısına etki edecek, okul türü, alan ve okulda alınan notlar gibi sınav sonucuna etki eden faktörlerin en aza indirgenmesidir. Diğer bir nokta ise okulda başarılı olan öğrencinin zaten bireysel başarısını sınavlara da yansıtacağıdır. Önemli olan genel değerlendirmede başarı gösteren adayların başarısının farklı faktörlerden dolayı aşağıya çekilerek hak ettiği bir programa girememesinin ortadan kaldırılmasıdır.

Yeni katsayı uygulamasının olumlu yanları: Yeni katsayı uygulaması ve başarı puanları arasındaki makasın daraltılması, iki açıdan olumlu bir sonucu meydana getirecektir. Bunlardan birincisi, adayların daha önceki yıllarda katsayı farkının çok olmasından dolayı, kazanılması neredeyse imkânsız olan bazı bölümlerin kazanılabilir duruma gelmesidir. Örneğin, bir meslek liseli aday veya bir eşit ağırlıklı öğrenci ilgili alanda hazırlandığında bir tıp, bir hukuk fakültesi kazanabilecek duruma gelmesidir. İkincisi, öğrencilerin alan dışı tercih yapmaları durumunda, dezavantajlı duruma düşmelerinin önüne geçilmiş olmasıdır. Yani, genel lisede öğrenciler artık seçtiği ya da seçmek zorunda kaldığı alana mahkûm olmayacaklar ve adaylar hangi alanda olursa olsun istediği bölümü herhangi bir puan kaybına uğramadan tercih edebileceklerdir. Bu düzenleme özellikle ilgi ve yeteneklerini sonradan farkına varan öğrenciler için gayet olumlu bir yaklaşım olacaktır.

Meslek liseli adayların avantajı devam ediyor: Öncelikle, meslek liseli adaylar eğitimleriyle gelecekteki yaşantısı için bir meslek edinmiş olmakta ve bu mesleği ile ilgili 2 yıllık meslek yüksekokullarına sınavsız geçiş hakları devam etmektedir. İsteyen adaylar dikey geçiş sınavlarıyla 4 yıllık bir lisans programlarına devam edebilmektedir. Ayrıca yeni teklife göre, adaylar tercihlerinde kendi alanlarıyla ilgili bir programa yer verdiklerinde başarı puanları 0.12'nin yanında ekstradan 0,04 katsayı ile çarpılmış ek puan getirisine de sahip olacaklardır. Meslek lisesi mezunu adaylar ekstradan bir çalışma yaptıklarında katsayı engeline takılmadan tercihlerinde mühendislik, tıp, hukuk, iktisadi ve idari bilimler gibi farklı programlarına yer verebileceklerdir.

Öğrencilere düşen görev: Sınava hazırlık sürecinde adayların önceki gibi alan uygulaması olmadığından 10. sınıftan itibaren hedeflediği programlara kaynaklık eden dersleri seçmeleri önemli olmaktadır. Buna göre tercihlerinde tıp, mühendislik olacak olan adayların sayısal derslere, tercihini hukuktan yana kullanan adayların ise Türk dili ve edebiyatı ile matematik derslerine yönelmeleri, tercihleri iletişim, sosyal bilimler olan adayların ise daha çok Türk dili ve edebiyatı ile sosyal bilimler derslerine yönelmeleri daha isabetli olacaktır. Diğer taraftan, ÖSYM sınav sorularını öğrencilerin ilköğretim ve ortaöğretimde görmüş olduğu ders müfredatlarına göre belirlemektedir. Bulunduğu sınıfı başarılı bir şekilde tamamlayan, konuları özümseyen, stratejik çalışan öğrenciler sınavlara kaygıdan uzak bir şekilde ve kademeli olarak hazırlanmış olacaklardır.

Tüketim çılgınlığı, ruhumuzu da tüketiyor!

Çağımızın en büyük problemlerinden biri olan tüketim çılgınlığının başlıca nedeni doyumsuzluk.



Sanılanın aksine "ne kadar çok şeye sahip olursak, o kadar çok mutlu oluruz" düşüncesi insanları zamanla mutsuzluğa sürüklüyor. Psikolog Ayşe Yanık Knudsen, "Çoğu zaman sahip olduklarımız yeterli gelmiyor, yeme, içme, barınma, sağlık, giyinme ve eğitim gibi temel ihtiyaçlarımızı karşılayabilsek de yeni arayışlar içine giriyoruz. Aşırı yemek yiyoruz, çok alışveriş yapıyoruz, hep daha fazlasını istiyoruz. İşyerinde doyumsuzluk yaşıyor, kariyer ve yükselme hırsıyla başarıya giden yolda hatalar yapıyor, para kazandıkça daha çok para kazanma isteği oluşuyor." diyor. Knudsen, yaşanılanları, "Bu nedenle strese giriyoruz, hayatımızı yaşanmaz şekillere sokuyoruz, çok az şeylerden zevk alıyor, doyumsuz ve şikayetçi oluyoruz. Sonuç olarak ise yine mutsuz hissediyoruz." şeklinde açıklıyor. İçinde bulunduğumuz manevi boşluğu giderebilmek için olumsuz davranış biçimleri sergileyebiliyoruz. Sürekli olarak bedene yatırım yapmak ve bedenin sınırsız taleplerini karşılamaya çalışmak pek çok hastalığın da tetikleyicisi oluyor. Knudsen, günümüzde; insanın manevi ve ruh varlığından çok, maddi varlığına hizmet ettiğini belirtiyor.

Aşırı tüketen toplumlarda, ekonomik problemlerin yanında zamanla ahlaki problemler de çoğalıyor. Knudsen, "İhtiyacı olan yerine ihtiyacı olmayanı kendimize örnek aldık. Sahip olduklarımız yerine sahip olmadıklarımızı görüyoruz. İçimizdeki boşluğu doldurmanın yolu hep almak değil, aslında bazen de karşılıksız verebilmektir." diyor.

Aşırı ilaç kullanımı migreni kronikleştiriyor

Türkiye'de her 4 kadından biri migren hastası. Prof. Dr. Abdulkadir Koçer, baş ağrılarının aşırı ilaç kullanımı nedeniyle kontrol altına alınamaz hale geldiğini söylüyor. Koçer, hafif ve orta şiddetli migren ataklarında, her evde bulunabilecek parasetamol ve aspirin gibi basit ağrı kesicilerin etkili dozlarda kullanılmasının yeterli olacağını belirtiyor.



Baş ağrısı, bulantı, kusma, ışık ve ses hassasiyeti ile seyreden bir hastalık olan migren, daha çok kadınlarda görülüyor. Geçtiğimiz yıllarda Türk Nöroloji Derneği'nin yaptığı 'Türkiye'de baş ağrısı ve migren epidemiyoloji' çalışmasında da ülkemizde her 4 kadından birinin migren hastası olduğu tespit edildi. Kişinin günlük yaşamını da aksatan bu hastalıkta fazla ilaç kullanımı ağrının kronikleşmesine yol açıyor. Bezmialem Vakıf Üniversitesi Tıp Fakültesi Nöroloji Anabilim Dalı Başkanı Nöroloji ve Algoloji (Ağrı Bilimi) Yan Dal Uzmanı Prof. Dr. Abdulkadir Koçer, ilacın aşırı kullanımı sonucunda baş ağrılarının artık kontrol altına alınamaz hale geleceğini ve ağrının başın her iki tarafına yayılacağını belirtiyor.

Migren atağının sebebi tam olarak bilinmemekle birlikte, ağrı oluşurken beyindeki kan akımında değişiklikler görülüyor. Sinir sistemi, stres ve yeme alışkanlığı gibi tetikleyici faktöre tepki olarak beyni besleyen damarlarda daralma oluşuyor. Daralma sonucunda beyne giden kan azalıyor ve bazı damarlar oksijen gereksinimini gidermek için genişliyor.

Takip eden süreçte beynin arka kısmından öne doğru yayılan kan akımında bir azalma ortaya çıkıyor. Prof. Dr. Abdulkadir Koçer, migren baş ağrısının aniden oluşmadığını söylüyor. Baş ağrısı gelmeden önce yorgunluk, hafif mide bulantısı, kendini kötü hissetme, enseden yukarı kasılma hissinin sıkça gözlenen şikâyetler olduğunu aktaran Koçer, hafiften başlayan zonklayıcı tarzda ağrının daha sonra şiddetlendiğini ifade ediyor. Ağrının birçok kişide tek taraflı olduğunu dile getiren Koçer, "Göz çevresi, şakak veya alın bölgesinde ağrı hissedilir. Işık, ses veya kokudan rahatsızlık duyulur. Migren baş ağrısı genellikle bir gün içinde geçmekle birlikte üç güne kadar devam eder. Baş ağrısı sonrasında da yorgunluk hali oluşur. Bu da hastanın normal yaşantısına dönmesini geciktirir." diyor.

Koçer'e göre bazı migren hastaları yıllarca gereksiz yere antibiyotik alıyor. Kimi hastanın soğuğa maruz kalması halinde migren atağının tetiklendiğini ifade eden Koçer, bu kişilerin üst solunum yolu enfeksiyonu veya sinüzit tanılarıyla takip edildiklerini ve gereksiz antibiyotikler kullandıklarını söylüyor. Koçer, dikkatli bir sorgulama ile migren tanısının rahatlıkla yapılabileceğini aktarıyor. Yanlış tedavi protokolleri, ilaç alışkanlıkları, ilaç bağımlılığı, günlük yaşantıya ait düzenlemelerin yapılamaması nedeniyle bir süre sonra migren ağrıları şiddeti ve sıklığında artış olacağı ve gerilim türü baş ağrısının ortaya çıkacağını belirten Koçer şöyle konuşuyor: "Migren hastalarının bir kısmında toplumda sıkça kullanılan ağrı kesicilerin her ay en az 15 gün süreyle tüketilmesi veya bağımlılık riski daha yüksek olan ergotamin, triptan ya da opioid grubu ilaçlardan herhangi birinin her ay en az 10 gün süreyle kullanılması kötü ilaç kullanımı olarak kabul edilir. İlaç, aşırı kullanımı neticesinde baş ağrıları artık kontrol altına alınamaz bir hale gelir ve hastalar daha fazla ilaç tüketmeye başlar. Tek taraflı migrenden daha yaygın ağrılar ortaya çıkar. Bu iki taraflı ve enseden yukarı yayılan, başı sarar tarzda, künt ağrılardır.

Bazı ilaçlar migren ağrılarına yol açıyor

Sıkça kullanılan bazı ilaçlar veya maddeler, aniden ortaya çıkan 2-3 gün süren iki taraflı migren ağrılarına yol açabiliyor. Kalp ilaçları (nitratlar), dipridamol (drisentin) gibi damar genişletici ilaçlar, sildenafil (viagra) gibi cinsel problemlerin tedavisinde kullanılan ilaçlar, aspartam (tatlandırıcı olarak kullanılır), alkol ve kokain en yaygın kullanılan ajanlar. Aşırı ilaç kullanımı migreni kronikleştiriyor.

Günlük 1 fincan kahve, baş ağrısından koruyor

Her evde bulunabilecek basit ağrı kesiciler (parasetamol ve aspirin türevleri) etkili dozlarda kullanıldığında hafif ve orta şiddetli migren ataklarında yeterlidir. Isırgan otu, ıhlamur, melisa ve gümüş düğme çayı gibi bitki çayları rahatlama, gevşeme ve uykuya geçişi kolaylaştırarak baş ağrılarını gidermeye yardımcı olabilir. Ancak tek başına atağı önlemeye yetmez. Kafein ise kan damarlarını daraltır, ağrıyı azaltır. Kafein içeren ilaçlar veya 1 fincan kahve atağa faydalıdır. Günlük 1 fincan kahve tüketimi koruyucudur. Ancak aşırı derecede kafein kullanımı baş ağrısını kötüleştirir.

16 Mart 2012 Cuma

Sen vazifeni yap, inayet Allah'tandır

Cenab-ı Hak, Yüce Kitab'ında şöyle buyuruyor: "Ey Peygamber! Rabb'inden sana indirilen buyrukları tebliğ et! Eğer bunu yapmazsan risalet vazifesini yapmamış olursun. Allah Seni, zarar vermek isteyenlerin şerlerinden koruyacaktır. Allah kâfirleri muradlarına erdirmez." (Mâide5/67)
Her şeyden önce, tebliğ vazifesi çok ciddi bir mesuliyet ve pek ağır bir sorumluluktur. Denebilir ki, peygamberlik payesine yükseltilmiş ve o payeye uygun bir donanımla yaratılmış bir insanın varlığının gayesi tebliğdir. Cenâb-ı Hak, bir insana iffet, fetânet, sıdk ve sadâkat, emniyet, güzel örnek olma, istikâmet, rabbânîlik, hasbîlik, ihlâs, çok aşkın bir tebliğ kabiliyeti... gibi üstün kabiliyet ve istidatlar bahşetmiş, sonra da onu peygamberlikle şereflendirmişse, bu özel bir vazife için donanmış olmayı ve o peygamberin hususiyle o iş için yaratıldığını gösterir. Her peygamber bu özel donanımın farkında olarak yaşamıştır. Onlar için mecburi istikamet, risalet yolunda yürümektir. İşte ayet-i kerimede "Ey Peygamber! Rabb'inden sana indirilen buyrukları tebliğ et! Eğer bunu yapmazsan risalet vazifesini yapmamış olursun." Yani, "Senin konumun risalet konumudur. Peygamberlikle alakalı hususların gereğini tam eda etmediğin takdirde konumunun hakkını vermemiş olursun." deniliyor.

O devirde insanların hepsi belli kötülüklerin morfinmanı, eroinmanı, alkoliği gibi olmuşlardı. Hastalık, ayrıldıkları zaman muvazeneleri bozulacak kadar bütün bünyelerini sarmıştı. Hani uyuşturucu müptelası insanları tutuyor, ellerini ayaklarını bağlıyorlar, o da başlıyor çığlıklar atmaya, yırtınmaya, dövünmeye.. o devirde her fert öyleydi. Alışageldikleri çirkinliklerden ayrılmak onları deli ediyordu. Allah Teâlâ, böyle bir ortamda bulunan Peygamber Efendimiz'e (sallallahu aleyhi ve sellem) "Sen her şeye rağmen, sana sunulan mesajları tebliğ et." diyordu. "Bu senin konumunun gereği. Her konum kendine göre bir duruş ister. Duruşunu çok iyi ayarlayamazsan, Seni o yüce konumdan mahrum ederiz." mesajı veriyordu.

Düşmanlarla Çevrili Bir Dünya

Diğer taraftan, getirdiği mesajlardan dolayı kendi kavmi, kabilesi ve en yakın akrabası bile Allah Resûlü'ne (sallallahu aleyhi ve sellem) düşman olmuştu. Mesela, Resûl-i Ekrem küçük yaşlarında Ebu Leheb'in evine gitmiş, hem Ebu Leheb ve hem de eşi Ümmü Cemil, Efendimiz'i kucaklarına almış, sevmiş, omuzlarına koymuş, cariyeleri Süveybe'den süt emzirtmişlerdi. Fakat, peygamberliğini ilan ettiği zaman Ebu Leheb ve eşi "en azgın düşmanlar"dan olmuşlardı. Fert planında böyle olduğu gibi kabile ve ülke planında da Efendimiz'in etrafı düşmanlarla çevrilmişti. Dünyanın en güçlü devletleri bile meseleyi sezdikçe o işin karşısına çıkmışlardı. Çok erken bir dönemde, Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) daha hayattayken, Bizans ordusu Medine'nin kapılarına kadar gelmişti. Evet, içten ve dıştan mütedahil daireler halinde, çok korkunç düşman halkaları vardı O'nun etrafında. Bunların hepsinin stratejileri farklı, düşmanlıkları farklı, komploları farklıydı.

Bu ayet müjde ediyordu ki, "Sen vazifeni yap, başkaları endişe duyabilirler; ama Sen endişe etmemelisin. Allah'ın, Seni koruyacağına dair va'di var. Sana el uzatmak, kötülük yapmak isteyenlere karşı Allah bütün yolları tıkar. Sana ulaşamaz düşmanların. Sana kötülük niyetiyle gelenler düz yollarda şaşırırlar. Allah seni ins u cinnin şerlerinden koruyacaktır."

Evet, Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) bizim için bir örnektir. Tebliğ vazifesini yaparken Allah'ın korumasına mazhar olması yönüyle de bizim için bir misaldir. Eğer, biz de kendimizi bazı kimselere bir şeyler anlatma konumunda hissediyorsak, belli ölçüde de olsa bize verilmiş bir kısım nimetlerin farkındaysak, işte bu farkındalığın hakkını vermemiz lazımdır. Mesela, siz güzel konuşuyorsunuz. Yani, maksadınızı din-i mübini seslendirme adına çok rahatlıkla ifade edebiliyorsunuz. Bir arkadaşınız da kalemi eline aldığı zaman, makâsıd-ı İlahîyeye uygun şekilde, duygu ve düşüncelerini kelimelere dökebiliyor, çok rahatlıkla yazabiliyor ve hüsn-ü kabul de görüyor yazdıkları. Şimdi bunlar birer ilk mevhibedir. İlk mevhibeler, Allah'ın lütfu ve ihsanıdır. Bu ilk mevhibeler kendi nevinden şükür ister; bu şükür de anlatma, yazma, ifade etme ve böylece nimetleri sergileme şeklinde olacaktır. Ve dolayısıyla şöyle-böyle donanımınız varsa, o donanımınızla siz de kendi konumunuzun hakkını vermeye çalışıyorsanız, sizin de bazı kimselerden kötülük görmeniz her zaman mümkündür, muhtemeldir.Bizler İnayet Altındayız

İşte, Üstad'ın "Kardeşlerim biz inayet altındayız; Allah'ın izni ve keremiyle onların elleri bize ulaşamayacaktır." dediği gibi siz vazifenizi halisane yapmaya çalışırsanız Allah (celle celâlühu) sizi de eşrârın şerrinden, kötü niyetlilerin entrikalarından sıyanet edecektir.

Evet, biz de Allah'ın (celle celâlühu) ihsan ettiği ilk mevhibeleri iyi değerlendirir, sorumluğumuzu yerine getirirsek mutlaka bizim önümüze de engeller konacaktır. Dert, sıkıntı, çile ve mukaddes ızdırap bu yolun kaderidir. Fakat unutmamalıyız ki, biz Allah'ın görüp gözetmesi altındayız; O'nun inayet, riayet ve kilaeti altındayız. Elverir ki biz, O'na karşı itimadımızı tam tutalım. Bir de, o riayet çerçevesi içine girme konumunu koruyalım. Yani, eğer özel bazı kimseler oraya alınıyorlarsa, mesela vefalılar, sadıklar, tebliğe kilitlenmiş ve adanmış insanlar, günaha karşı tavır koymuş babayiğitler... o daire içine alınıyor, onlara sıyanet, inayet, riayet ve kilaet vadediliyorsa, biz de o vasıfları üzerimizde bulunduralım. Eğer, o mevzuda başımıza bir şey geliyorsa, hıfz-ı ilâhîyi görmüyor, hissetmiyorsak, o bizim kusurlarımızdan, olmamız lazım geldiği gibi olamayışımızdandır.. zırhımızda bir delik açıldığından, temrenimiz kırıldığından, sadağımızda ilâhî inayeti avlayacak bir ok kalmadığından dolayıdır.



1- Cenâb-ı Hak, her peygambere özel bir donanım olarak, iffet, fetânet, sıdk ve sadâkat, emniyet, istikâmet, rabbânîlik, hasbîlik... gibi üstün kabiliyet ve istidatlar bahşetmiştir.

2- Getirdiği mesajlardan dolayı kendi kavmi, kabilesi ve en yakın akrabası bile Allah Resûlü'ne düşman olmuştu. Bütün bunlara rağmen Allah, O'nu koruyup gözetiyordu.

3- Unutmamalıyız ki, biz de vefalılar, sadıklar, tebliğe kilitlenmiş ve adanmış insanlar, günaha karşı tavır koymuş babayiğitler... safına girdiğimiz zaman Cenab-ı Hak bizi de görüp gözetecektir.

Sözün Özü

Kutsî bir dâvâya gönül vermiş kimseler, bu dünyada ahireti kazanmak için bulunduklarını kat'iyen hatırlarından çıkarmamalıdırlar.



İradeleri, hadisin ifadesiyle "dünya ve mâfiha" yani dünya ve dünyanın içindeki her şey, onlara koşa koşa, güle güle gelse bile, bu alperenler rahatlıkla "Git, bana lâzım değilsin." diyebilmelidirler. Zira bu insanların şahsî açıdan âhiretlerini kurtarmanın yanında, başkalarına örnek olmaları da bahis mevzuudur ki, bu bence, birincisinden çok daha önemlidir.

Rabbimiz!

Bahtına düştük; ne olur, hep düşe-kalka sendeleyerek yürüyen ve ruhları itibariyle bir paçavraya dönüşme tehlikesiyle her zaman karşı karşıya bulunan bu mücrim kullarını takva elbisesi, ihsan urbası, muhabbet tacıyla zinetlendir!



Sana âşık kullarının başka her şeye kapandıkları gibi, Sen de bizim dışımızı ve içimizi, Cânân mülahazası dışındaki bütün fiil, duygu, düşünce ve hayallerden tecrîd eyle! Sevmediğin ve razı olmadığın ne kadar şey varsa, onların hepsinden bizleri kurtar!..

Geçer

İnanıp Hakk'a eren, geçilmez yoldan geçer;Hak'la halvete giren, deryadan-çaydan geçer.



Düşmüşse yâr yoluna 'Ona Bağdat sorulmaz',

Yağma eder varını, servetten-maldan geçer.

Girince Dost hayale başka mâşûk aramaz,

O'nu özünde bulan inci-mercandan geçer.

Kiminin kasdı cemâl, kiminin kaş ile göz,

O'nu mahbûb bilenler, kirpikten-kaştan geçer.

Çay gibi akar varlık, akana meyl edilmez!

Görenler âkıbeti, her şeyden baştan geçer.

Aşka yelken açanlar yol almıştır muhakkak,

Tadanlar aşk şarabın, kaymaktan-baldan geçer.

Nefsini bilmeyenler bilmezler O'nu asla!

O'nu bilen ârifler ipekten-şaldan geçer.

Benlik ateşten atlas, gurur karanlık dava,

Gidip O'nu bulanlar benlikten-candan geçer.

M. Fethullah Gülen

Şeytanın gemleri

Lokman aleyhisselam oğluna, "Evladım, namazı hakkıyla ifa et, iyiliği yay, kötülüğü de önlemeye çalış ve başına gelen sıkıntılara sabret! Çünkü bunlar azim ve kararlılık gerektiren işlerdendir." (Lokman, 31/17) buyuruyor.



Emir mahiyetinde dört nasihatte bulunuyor: namaz kıl, emr-i bil m'aruf yap, nehy-i anil münkerde bulun ve bunları yaparken başına gelebilecek musibetlere karşı dişini sık, sabret. Çünkü, azim ve kararlılık gerektiren çok kıymetli bu üç ameli eda edenleri şeytan ve aveneleri pek hoş karşılamaz ve rahat bırakmazlar; tahditlere, sıkıntılara, eziyetlere, takiplere, esaretlere, sürgünlere... maruz bırakırlar. Hatta ölümle tehdit eder, fırsat bulurlarsa zehirler, darağaçları hazırlar ve ne yapıp edip İlâ-yı kelimetullah vazifesinin yapılmasına mani olmaya çalışırlar.

Bu kavga, ta Hazreti Adem'e karşı şeytanın düşmanlığıyla başlamıştır, günümüzde de devam etmektedir. Üstad, "Mühim ve büyük umûr-u hayriyenin çok muzır mânileri olur. Şeytanlar o hizmetin hâdimleriyle çok uğraşır." demiyor mu? Eğer hayırlı işlerin arkasındaysanız, şeytan ve onun cinnî-insî dostları sizinle de uğraşacaklardır. Peki neden başkalarıyla uğraşmıyorlar? Niye uğraşsınlar ki? Anlatılır ya: Birisi, caminin önünden geçerken bakmış ki orada başka biri bekliyor. "Sen kimsin, burada ne bekliyorsun?" diye sormuş. Karşıdaki cevap vermiş: "Ben şeytanım, şu camiden çıkacak insanları bekliyorum. Elimdeki şu gemleri onların kafalarına vuracak ve istediğim tarafa yönlendireceğim onları." Adam tekrar sormuş; "Benim için getirdiğin gem hangisi?" Şeytan cevap vermiş: "Senin için geme lüzum yok ki; sen zaten kendi ihtiyarınla arkamdan koşturup duruyorsun." Evet, tabiatı dalalete, küfre kilitlenmiş bir varlıktır şeytan. Başka şeyleri düşünmeye, faydalı işleri mülahazaya almaya içinde hiç boşluk kalmamıştır onun. Mütemâdî kine, nefrete, düşmanlığa kilitlenmiştir.. Ebû Leys Semarkandî, Tenbîh'ül-Gâfilîn'in son bahsinde Peygamber Efendimiz ile şeytanın karşılaştığından, Efendimiz'in ona on tane soru sorduğundan bahsediyor. Soruların birinde Peygamber Efendimiz, "En çok kimden nefret ediyorsun?" deyince "Senden" diye cevap veriyor mel'un. Elbette O'ndan nefret edecektir. Çünkü O'nun, kâinatın yüzüne serptiği nurlarla varlığın manası ve mahiyeti okunmuş; şeytanın oyunları bozulmuştur. Çünkü O olmasaydı eşyanın mahiyeti anlaşılamayacaktı.. O olmasaydı biz enbiyayı tanıyamayacak.. O olmasaydı dünya ve ukbâyı anlayamayacaktık. Elbette şeytan onun düşmanı olacaktır. Ondan sonra da derecesine göre, peygamber vârislerine düşmanlık edecektir.

Allah'ın yüce adını âleme duyurma: İ'lâ-yı kelimetullah

İ'lâ-yı kelimetullah vazifesi, en kutsal vazifedir ve esas itibarıyla peygamber mesleğidir.Eğer, Allah nezdinde ondan daha kutsal bir vazife olsaydı Cenâb-ı Hak peygamber efendilerimiz gibi en seçkin kullarını o vazifeyle gönderirdi. Oysaki, Allah Teâlâ, peygamberlerini i'lâ-yı kelimetullah vazifesiyle görevlendirmiş ve sürgünlerin, hapishanelerin, hakaretlere maruz kalmaların, işkencelerin, idam sehpalarına götürülmelerin, hatta şehit edilmelerin çokça görüldüğü bu kutsal yola en güzîde kullarını -bir manada- feda etmiştir. Şayet, Cenâb-ı Hakk bir şeyi bu şekilde öne çıkarmışsa onu bizim arkaya çekmemiz mümkün değildir, bizim de o şeye aynı ölçüde değer vermemiz inanmış olmamızın gereğidir.

Ayrıca, i'lâ-yı kelimetullah, Rabb'imizin ve Efendimizin nâm-ı celîlinin dört bir yanda şehbal açması ve insanların cehalet zulümatından kurtulup imanın aydınlığına ermeleri için, Allah'ın rızasını kazanmaya matuf olarak eda edilen bir vazifedir. Bu vazifenin semeresi rıza-yı ilahîdir. Yani, Cenâb-ı Hak cenneti verir, cennet nimetlerini tattırır, hatta cuma yamaçlarında cemâl-i bâkemâli'yle tecelli eder, ehl-i cenneti rü'yete mazhar kılar. Aliyyu'l-Kârî'nin ifadesiyle "Yazık o inanmayanlara, ne büyük hüsrandır onlarınki, müminler Cenab-ı Hakk'ın cemaliyle sermest olarak Cennet nimetlerini bile unuturken onlar pişmanlık ve hasretle vurunur dövünürler." Evet, Cenab-ı Hakk'ın cemalini görenler cennet nimetlerini dahi unuturlar. Zira, dünyanın binlerce sene mesûdâne hayatı, cennetin bir saatine mukabil gelmez. Cennetin de binlerce sene mesudâne hayatı, Cenâb-ı Hakk'ın cemalini bir dakika görmeye mukabil değildir. Cenâb-ı Hakk'ın cemâlini görmek de, O'nun kullarına bizzat "Ben sizden hoşnudum, artık size gazap etmeyeceğim" demesine asla mukabil gelmez. Öyleyse, esas olan O'nun rızasını kazanmak, hoşnutluğuna mazhar olmaktır. O'nun rızasına götüren en kestirme ve sağlam yol ise i'lâ-yı kelimetullah yoludur.

Diğer taraftan, Cîlî'nin ifadesiyle, hakiki insan-ı kâmil Peygamber Efendimiz (aleyhissalatü vesselam) ise –ki O'dur–, O'nun getirdiği din de hakiki, kâmil dindir. Zaten, Allah Teâlâ "İşte bugün sizin dininizi kemale erdirdim ve üzerinizdeki nimetimi tamamladım. Sizin için din olarak İslâm'ı seçtim." (Mâide, 5/3) diyor. Yani, "Bugüne kadar her Peygamber'e, her Safî'ye, her Velî'ye bazı nimetlerde bulundum; fakat size nimetimi tam verdim; dininizi kemale erdirdim. Din olarak da İslam'dan razı oldum." buyuruyor. Öyleyse, i'la-yı kelimetullah, Allah'ın hoşnut olduğu kâmil dini muhtaç gönüllere duyurmaktır ki, neticede yine O'nun rızası vardır.

İnanıyor muyuz; öyleyse...

Bir insan, Allah'ın rızasını dert edinmiş, hayatını ona bağlamışsa, onun dışında başka hiçbir şey düşünmüyorsa, ona "rıza insanı" veya "rıza eri" denebilir. Eğer sen, Allah'a imanla şahlanmış bir rıza eriysen artık yerinde duramazsın, sürekli O'nun hoşnutluğuna ulaştıracak yollar, vesileler ararsın. Eğer gerçekten inanmışsan, imanın va'd ettiği şeyler karşısında lâkayt kalamazsın. Çünkü iman ebedî saadet va'd ediyor, beşerin yaratılış gayesini ruhlara duyurduğu gibi kainatı dahi aydınlatıp sebeb-i hilkatini okutturarak insanı dünyada vahşetten, ötede de zulümat-ı ebediyeden kurtarıyor. Yirmi üçüncü Söz'de ifade edildiği gibi; ancak iman sayesinde her şeyin yüzü aydınlanıyor. İman sayesinde, kâinat bir gündüz rengini alıyor, nur-u İlâhî ile doluyor. Geçmiş, büyük bir kabristan olmaktan kurtulup, mazinin her bir asrı bir nebinin veya evliyanın taht-ı riyasetinde vazife-i ubudiyeti ifa eden insanların meşheri haline geliyor. Fırtına, zelzele ve tâun gibi hadiseler, birer vazifeli memur oluveriyor. Hatta, ölüm bile, hayat-ı ebediyenin mukaddimesi ve kabir, saadet-i ebediyenin kapısı olarak görülüyor. Evet, ahiretin aydınlanması da, ebede namzet olan insanın ebediyeti elde etmesi de imana vabestedir. Sen ebediyete ancak onunla mazhar olursun. Cenâb-ı Hakk'ın cemâl-i bâkemâlini görmeye ancak onunla ulaşabilirsin. İşte, sen bunlara inanıyorsan, ebedî azaptan kurtulup gönlünce yaşamanın cennette olacağına imanın varsa, kendi çevrene karşı nasıl lâkayt kalırsın! Annen, baban, dayın, teyzen, yakınların, akrabaların ve sevdiğin insanlar, bir yerde oturup beraber çay içtiğin kimseler.. nasıl lakayt kalırsın onların akıbetine...
Evet, peygamberlikteki derinlik de bu noktadadır. Abdülkuddüs Hazretleri diyor ki: "Hazreti Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem) Mirac'da gökler ötesi âlemlere gitti, Sidretü'l-Müntehâ'ya ulaştı, Cenâb-ı Allah'la konuştu. Fakat, cennetin câzibedar güzellikleri O'nun başını döndüremedi, bakışlarını bulandıramadı. Döndü, ümmetinin arasına geri geldi. Allah'a yemin ederim, eğer ben oralara gitseydim, o mertebelere ulaşsaydım, geriye dönmezdim!." Onun bu sözlerini değerlendiren başka bir Hak dostu diyor ki; "İşte nebî ile velî arasındaki fark budur. Biri sürekli O'na doğru gidiyor; vuslat peşinde, üns billah peşinde, maiyyet peşinde.. Beriki oraya ulaşıyor, Allah'la maiyyetini devam ettiriyor, bir ayağını oraya pekçe koyuyor; fakat, Hazreti Mevlânâ ifadesiyle, diğer ayağını yetmiş iki millet içinde döndürüyor, tattıklarını onlara da tattırmak, duyduklarını onlara da duyurmak, onları da zirveye ulaştırmak istiyor." İşte peygamberâne tavır, peygamberâne azim budur; peygamber enginliği, peygamberâne vicdan genişliği herkesi kabulde, duyduklarını herkese duyurma gayretinde gizlidir.. Bu açıdan, Allah'a, ahirete inanan bir insan, i'lâ-yı kelimetullah vazifesinden müstağni kalamaz; gerçekten yürekten inanmışsa başkalarına da duyurmayı gönlünden, kafasından çıkaramaz.

1- İ'lâ-yı kelimetullah; Rabb'imizin ve Efendimiz'in isminin dört bir yana ulaşması ve insanların cehalet zulümatından kurtulup imanın aydınlığına ermeleri için eda edilen bir vazifedir.

2- İ'lâ-yı kelimetullah vazifesi, en kutsal vazifedir. Eğer, Allah nezdinde ondan daha kutsal bir vazife olsaydı Cenâb-ı Hak peygamber efendilerimiz gibi en seçkin kullarını o vazifeyle gönderirdi.

3- Allah'a ve ahirete inanan bir insan, i'lâ-yı kelimetullah vazifesinden müstağni kalamaz; gerçekten yürekten inanmışsa başkalarına da duyurmayı gönlünden, kafasından çıkaramaz.

YGS'lerde en çok soru gelen konular

YGS, bu seneyle birlikte üçüncü kez uygulanacak. Geçmiş sınavların iyi analiz edilmesi, uygulanacak yeni sınavda çıkması muhtemel soruların tahminini kolaylaştıracaktır.



Gerçekleşen YGS'lerde testlere yönelik şu konu analizleri yapılabilir. Sınavlarında tüm adaylara puan getirisi yüksek olan matematik testinde sorulan 40 sorunun 20 tanesi rasyonel sayılar, üstlü-köklü ifadeler, çarpanlara ayırma ve problemlerden gelmiştir. Geometri dersinde ise en çok soru getirisi olan konular açı-kenar bağıntıları, çember ve analitik geometri olmuştur. Fen bilimlerinde madde ve özellikleri, ısı ve sıcaklık, optik, atomun yapısı, periyodik tablo, kimyasal denklemler, kalıtım ve evrim en çok soru getirisi olan konulardandır. Sosyal bilimler testinde ise soru dağılımı farklı olmakla birlikte son iki yılda en çok soru gelen konular tarih bilimine giriş, İslam tarihi, Kurtuluş Savaşı, Atatürk ilke ve inkılapları, iklim bilgisi, yerin şekillenmesi, nüfus ve yerleşme, doğal afetler konuları olmuştur. Sınavlara moral-motivasyon olarak hazırlanırken sınava yüklenen anlam gözden geçirilmelidir. Bu anlamda sınavların hayatın bir basamağı olduğu akıldan çıkarılmamalıdır. Özellikle öğretmenlerin ve ailelerin sınava hazırlanan gençlere moral bakımından yardımcı olması önemlidir. Eğer öğrencide sınav kaygısı gözleniyorsa, öğrenci ile doğrudan konuşulmalı fakat kaygı düzeyi adayın uyku, beslenme, dikkat toplamasını olumsuz etkiliyorsa vakit kaybetmeden bir hekime başvurulmalıdır.

Şişelerin şakırtısını dahi duymak istemiyorum

Aylin D. ve Ayşe I., 25 yıldır eşlerinin alkol bağımlılığıyla mücadele ediyor. Eşi 9 kez tedavi olan, defalarca alkolü bırakmasına rağmen tekrar başlayan Aylin Hanım, "O dönemde evimiz gitti, arabamız gitti, ödediğimiz paraları düşünürsek iki üç ev alırdık." diyor. Ayşe Hanım ise "İki şişenin çıkardığı ses rahatsız ediyor, evde cam şişe kullanamıyorum." diyor.



Alkol, hem bağımlıyı hem de ailesini etkiliyor. Bu süreci birebir yaşayanlardan Aylin D. ve Ayşe I. isimli iki kadın, "Eski günleri hatırlamak istemiyoruz. Sürekli ailede bir huzursuzluk vardı." diyor. Aylin D., o günleri, "Eşimin adeta kuklası haline gelmiştim. Kendimi unutmuştum. Kendimi her seferinde bir kavganın orta yerinde bulduğum için topluluk içine çıkmaya korkuyordum." sözleri ile anlatıyor. Eşi ile alkolik olduğunu bildiği halde 'onu değiştirebilirim' düşüncesiyle evlendiğini aktaran Ayşe I. ise eski günleri hatırlattığı için şişe sesi dahi duymaya tahammülünün olmadığını belirtiyor.

Aylin D., 42 yaşında. Babasının da alkol bağımlısı olduğunu söylüyor. Yirmi yaşında evlenen Aylin D., "Evlendiğimizde eşim alkolikti." diyor ve ekliyor: "Aynı şirkette çalışıyorduk. Buluşup işe giderken bira içerdi. Bu, bana o zaman hiç rahatsızlık vermedi. Babamın alkolikliğinden rahatsızdım, ancak bu bana hiç itici gelmiyordu. Bile bile evlendim."

21 yaşında ilk çocuğunu kucağına alan Aylin D. için kâbus dolu günler başlar. İlk tedavisine başlayan eşi, 9 ay kadar Aylin D.'nin ifadesi ile 'ayıklık dönemi' yaşar. Aylin D., o günleri, "Dokuz ay, o kadar mutlu olduk ki. Evlilik hayatımda yaşamadığım mutluluğu yaşadım. Ancak 9 ay sonunda ben halledebilirim, sosyal içici olabilirim diye tekrar içmeye başladı. Bir gün içiyor, üç gün içmiyor. Ancak bir süre sonra bıraktığımız yerin de üstüne çıkıyordu. Tekrar tedavi, tekrar ayıklık. Bu süreci 9 kere yaşadık. " şeklinde anlatıyor. Bir süre sonra eşinin işini de kaybettiğini söyleyen Aylin D., "Şiddete başlamıştı, çocuğu alıp kendimi dışarı attım. Boşandık." diyor.

Boşanmanın ardından psikolojik sorunlar yaşadığını, eşinin tedaviye başlaması üzerine yeniden evlendiklerini anlatan Aylin Hanım, yaşadıklarını, "2,5 sene sonra birleştik. İkizlerimiz oldu. Bu sırada 5,5 sene hiç alkol almadı. İkizlerimiz 9 aylıkken eşim tekrar alkole başladı. Bendeki hayal kırıklığına inanamazsınız." şeklinde aktarıyor.

ONUN ADINA BEN UTANIYORDUM

Aylin D., yeni tedavinin ardından kendisinin alkolik yakınlarının ortak sorunlarını çözebilmek için deneyim ve umutlarını paylaştıkları Al-Anon (Alkolik Yakınları) adlı gruba, eşinin de Adsız Alkolikler'deki toplantılara yeniden katılmaya başladığını söylüyor.

Eşinin 3,5 senedir ağzına alkol almadığını ifade eden Aylin D., yaşadıklarını şu sözlerle anlatıyor: "Çok bastırılmış bir insandım. Hiç konuşamıyordum. Robot gibiydim. O 'şunu yap' derdi, yapardım. Para bul, diyor; buluyorum. Borç istemediğim insan kalmamıştı. Düğünlere bile korkarak giderdim. İki kişi kavga ediyorsa, benim eşim orada oluyor, her seferinde bizim başımıza kalıyordu. Topluluk içine girmek istemiyordum. Onun adına ben utanıyor, sıkıntıya giriyordum. Onu o şekilde görmesinler diye, ailemden uzaklaşıyordum. Alkol gidince huzursuzluk yerini mutluluğa bırakıyor. O dönemde evimiz gitti, arabamız gitti, eşimin işi gitti... Kredi kartları patladı. Ödediğimiz paraları düşünürsek iki üç ev alırdık."

Eşinin alkol bağımlılığı nedeniyle pankreatit hastası olduğunu anlatan Aylin D., "Şimdi alkol yok, ancak pankreatit hastası oldu. Çok sancılı bir hastalık." diye ekliyor. Ayşe I. da alkolizmi 25 yıl yaşamış bir insan. "Nikâh masasına oturduğumda eşim alkolikti. 'O adam alkolik, evlenme' dedikleri zaman karşı çıkmış, 'Ben çok iyi bir eşim, onu severim, güzel yemekler yaparım,başarırım.' dedim. Yıllar geçtikçe çaresiz kaldım. Eşim üç tane büyük ile eve geliyordu artık." sözleriyle başlıyor anlatmaya.

"Alkolizm, çevresine de çok fazla zarar veren bir hastalık." diyen Ayşe Hanım, eşinin 16 yıldır Adsız Alkolikler grubuna devam ettiğini söylüyor. Ayşe Hanım, "Hayatımda içki içmedim. Bir markete gittiğimde içki şişeleri beni rahatsız ederdi. Hâlâ bende var. Geçenlerde süt şişelerini balkona koyuyorum, ses çıktı. İki şişenin şakırtısı beni o kadar rahatsız ediyor ki anlatamam. Komşuya, 'Süt şişesini çöpe koyuyorum.' diyorum. Hayatta cam şişe kullanmıyorum. O şişelerin şıkırtısı benim halen beynimde öter." diye konuşuyor.

Alkolizm, bir aile hastalığı

Ayşe ve Aylin hanımlar, bu süre içinde kendilerini güçlendirmek ve hayata farklı gözlerle bakabilmek için Al-Anon (Alkolik Yakınları) toplantılarına katılmaya devam ediyorlar. Al-Anon toplantılarına babaları, anneleri, eşleri, çocukları, sevgilileri alkolik ya da madde bağımlısı olan insanlar katılıyor. Uzmanlara göre, alkolizm bir aile hastalığı. Alkol kullanan kişilerin çevresinde bulunan diğer insanlar da bu hastalıktan etkileniyor. Toplantılara katılan insanlar, alkolizmden kendilerini korumak için neler yapmaları gerektiğini öğreniyor. Aynı derde sahip pek çok insan, aynı ortamı ve sıkıntıları paylaşıyor.

Sorununuz, hormon dengesizliği olabilir

Beyoğlu Özel Avusturya Sen Jorj Hastanesi İç Hastalıkları Uzmanı Dr. Meral Kayahan, bazı rahatsızlıkların belirtilerinin benzeşmesi nedeniyle birçok hastaya yanlış teşhis konulabildiğini söyledi.



Kayahan, bunlardan birinin hormon dengesizliği olduğunu belirterek, "Dahiliye polikliniklerine obezite veya kilo artışı ile başvuran hastaların çoğunda hormonal dengesizlik saptamaktayız." dedi. Kayahan, "En sıklıkla görülen hastalıklardan birisi polikistik over sendromudur. Polikistik over rahatsızlığı âdet düzensizliği, kıllanma, kilo artışı ve infertiliteye neden olur. Diğer bir hastalık grubu ise tiroit bezi hastalıklarıdır. Yine pankreas bezinden aşırı insülin hormonu salgılanması ile kendini gösteren insülin direnci, kan şekerinde düşmeler yaparak kilo alımına katkıda bulunmaktadır." diye konuştu.

AİLE-SAĞLIK

Rahat ve kalın topuklu ayakkabıları tercih edin

Vücudun tüm yükünü taşıyan ayakların sağlığı için doğru ayakkabı seçimi çok önemli.



Özellikle kadınların yüksek topuk tercihi, ayak bileklerinde ameliyata varan sinir sıkışmasına neden olabiliyor. Özel Medline Eskişehir Hastanesi Ortopedi Uzmanı Dr. Ahmet Bozkurt, kadınların yüksek topuklu ayakkabılar konusunda dikkatli davranmaları gerektiğini belirterek, "Ayakkabı satın alırken, ayağınıza uygun, alçak ve kalın topuklu ayakkabılar tercih edin." dedi. Bozkurt, ayak bileklerindeki sinir sıkışmasının, ayak parmaklarına doğru yayılan ağrı ve uyuşma ile ortaya çıktığını belirtti. Dr. Ahmet Bozkurt, ayaklarında ağrı, uyuşma hisseden kişilerin doktora başvurarak kas aktivitelerini belirleyen EMG (elektromiyografi) çektirmeleri gerektiğini kaydetti.

Beslenme günlüğü tutmaya ne dersiniz?

Kararlı bir insan, hedeflerine ulaşmakta oldukça başarılıdır. İnanmak, başarmanın yarısıdır.



Eğer birey ideal vücut ağırlığına ulaşmayı ve daha sağlıklı bir bedene sahip olmayı hedefler ve bu yolda tüm makul alternatifleri değerlendirirse, bu hedefine ulaşamaması pek muhtemel değildir. Zayıflayabilmek için uygulanan birçok yöntem vardır. Sağlıklı ve dengeli beslenme tarzı kazanmak, aktif bir yaşama sahip olmak, zayıflama diyetleri uygulamak, porsiyon küçültmek gibi... Bu yöntemlere beslenme günlüğünü de ekleyebilirsiniz.

Beslenme günlüğü hem sağlıklı beslenme konusunda odaklanmaya hem de gün içerisinde yapılan beslenme hatalarını fark edip düzeltmeye çalışmaya yardımcı olacaktır. Düzenli beslenmeyi yaşam tarzı haline getirene kadar aralıklarla beslenme günlüğüne başvurulabilir. Beslenme günlüğü gün boyunca saatleri ve miktarları ile birlikte tüketilen besinlerin ve içeceklerin kaydedilmesi ile oluşturulur. Beslenme günlüğü olarak bir ajanda defterinin yanı sıra kişiyi yazmaya sevk edecek sevdiği bir defter de kullanılabilir. Bu günlüğü diğer günlüklerden ayıran fark ise insanlardan gizleme ihtiyacı hissedilmemesidir. Günlüğü bir beslenme uzmanı ya da yakınlarımız ile paylaşmak, yapılan doğruların ve yanlışların objektif olarak değerlendirebilmesini sağlamak ve olumlu davranışları pekiştirmek adına yararlıdır.

Beslenme günlüğü tutmanın birçok avantajı vardır. Bunlardan bir tanesi; bireyde diyabet, hipertansiyon gibi değerleri takip edilmesi gereken bir hastalık var ise tüketilen besinlerin yanında yapılan ölçümler de o günün sayfasına not edilebilir.

Öğünlerde yenilmemesi gereken bir besin tüketildiğinde ya da isteksizlik duyulduğunda o an hissedilen duyguların not edilmesi ile hangi ruh hali içerisinde iken ne tarz besinlerin tüketildiği kolaylıkla fark edilebilir. Bazı kişiler mutsuz olduklarında daha çok çikolata ya da şeker içerikli besinler tüketmeye yönelirken bazıları ise moral bozukluğunun etkisi ile iştahsız olabilir ve öğün atlayabilir. Bu gibi fazla besin tüketiminin ya da beslenme isteksizliğinin önüne geçmek adına duyguları da günlüğe eklemek faydalı olabilir.

Gün içerisinde yapılan fiziksel aktiviteler süresi ve türü ile birlikte not edilebilir. Birey kendisine haftalık egzersiz hedefleri koyabilir, bu hedefleri uygulama konusunda kararlılığını yazarak devam ettirebilir. Vücut ağırlığının kontrolü adına yapılan ağırlık ölçümleri de beslenme günlüğünde bulunmalıdır. En uygun ölçüm aralığı haftada bir gün olup belirlenen günde günlüğe not edilebilir.

Sık idrar yolu enfeksiyonu böbrek için alarm demek

Sümeyye 12, Meryem ise 11 yaşında. Sümeyye babasından, Meryem ise annesinden yapılan böbrek nakliyle akranları gibi gülüp oynayabilecek artık. Nakilleri yapan Medicana Çamlıca Hastanesi'nden Doç. Dr. Barış Akın, anne-babaları uyardı: 2-3 ayda bir idrar yolu enfeksiyonu olan çocukların böbrek hastası olma ihtimali çok yüksek, tedavileri ihmal edilmemeli.



ZEYNEP KAÇMAZ İSTANBUL

-Türk Nefroloji Derneği verilerine göre ülkemizde diyaliz uygulanan yaklaşık 60 bin hasta bulunuyor. Bu hastalardan 6 bini ise çocuk. Çocuklarda böbrek yetmezliğinin en büyük nedenlerinden biri sık sık idrar yolu enfeksiyonu yaşamaları. Medicana Çamlıca Hastanesi genel cerrahi uzmanı aynı zamanda organ nakli programı başkanı Doç. Dr. Barış Akın, 2-3 ayda bir idrar yolunda enfeksiyon oluşan çocukların böbrek hastası olma ihtimalinin çok yüksek olduğunu belirtiyor. Akın, çocukta ateş, idrar yaparken yanma ve gelişme geriliği gözlemleyen anne-babaları dikkatli olmaları hususunda uyarıyor.

Çocuklarda böbrek yetmezliğinin nedenleri arasında doğumsal hastalıklar, diyabet gibi genetik hastalıklar ve idrar yolu enfeksiyonları yer alıyor. Böbrek hastası bir çocukta en büyük belirti gelişme geriliği. Sümeyye Arıkan 1 yaşında yürüdüğü halde zamanla bu işlevi yerine getiremez. Emeklemeyi dahi yapamaz duruma gelir. Doktorlar, genetik bir hastalık nedeniyle böbrek yetmezliği teşhisi koyar. Şu anda 12 yaşında olan Sümeyye, 1 hafta önce babası Emrullah'ın böbreğini alır. Yaşıtlarına göre küçük bir bedene sahip Sümeyye, nakil nedeniyle ilerleyen zamanlarda akranları gibi bir görünüme sahip olabilecek.

Böbrek nakli olan diğer bir hasta da Meryem Güngör. 6 aylıkken su kaybı yaşayan Meryem'in hayatı bir anda değişir. Fiziksel gelişiminde gerilemeler meydana gelir. Yürüyemez, kilo kaybeder, Şu anda 11 yaşında olmasına rağmen bedeni 3 yaşındaki çocuk görüntüsünde ve 20 kilo. Çeşitli tedavilerden sonra 3 yıl diyalize girer. Şimdi Meryem, annesi Sevgi Hanım'ın verdiği böbrekle sağlığına kavuşacağı günleri bekliyor.

NAKİLLE BİRLİKTE HIZLI GELİŞİM GÖSTERİYORLAR

Doç. Dr. Barış Akın, böbrek rahatsızlığı nedeniyle tedavi gören çocukların birçoğunda genetik hastalık ve idrar yolu enfeksiyonu yaşandığını söylüyor. Sık sık idrar yolu enfeksiyonu geçiren bir çocuğun hemen doktor kontrolünden geçirilmesi gerektiğini belirten Akın, "Zira 2-3 ayda bir idrar yolu enfeksiyonu yaşayan bir çocuğun böbreklerinde sorun vardır. Ateşi geçmiyor ve idrar yaparken acı ve yanma hissediyorsa çocuk, idrar yolundan enfeksiyon kapmıştır. Ayrıca böbrek yetmezliğine giren çocuk hastalarda çok ciddi gelişme geriliği oluşuyor. 1-2 yaşlarında gözle görülen gelişme geriliği ortaya çıkıyor. Böyle bir aşamada hastanın nakil olması gerekiyor." diyor. Nakille birlikte çocuk hastalarda şaşırtıcı bir şekilde boy ve kilo artışının gerçekleştiğini aktaran Akın, kısa bir süre içinde de akranları gibi bir görünüme sahip olduklarını vurguluyor.

Nakil sonrası hastanın kan tetkikleri yapılıyor ve ilaç tedavisi uygulanıyor. Kısa sürede de hasta tamamen sağlığına kavuşuyor. İleri ameliyat teknikleri özellikle retroperitonoskopik yöntemi ile hasta ve böbreğini veren kişi 2 gün içinde taburcu olabiliyor.

Nakil gerçekleşmezse gelişim geriliği devam ediyor

Çocuklarda hemodiyaliz ve periton diyalizi olmak üzere iki türlü diyaliz işlemi gerçekleşiyor. Hemodiyaliz küçük çocuklarda damarlar ince olduğu için genellikle yeterli olmuyor. Periton diyalizi, damar kullanımı gerekmemesi sebebiyle küçük çocuklarda tercih edilen bir yöntem. Karın boşluğuna yerleştirilen periton diyaliz kateteri adı verilen boru aracılığıyla, hastaya seruma benzer yapıda diyaliz sıvısı veriliyor. Kanda yüksek seviyede bulunan zararlı maddeler, periton zarında bulunan minik deliklerden periton diyaliz sıvısına geçiyor. Bu sıvı 2-4 saat aralıklarla dışarı alınıp yenisi karın boşluğuna veriliyor. Günde 4-6 kez bu uygulama tekrarlanıyor, böylece zararlı maddeler vücuttan kısmen uzaklaştırılıyor. Periton diyalizi, hemodiyaliz kadar etkili bir yöntem değil. Bu nedenle daha uzun süre uygulanması gerekiyor. Periton diyalizinin avantajı, hasta veya aileden bir kişinin bu yöntemi evde uygulayabilmesi. Hastaya nakil gerçekleşmez ise gelişim geriliği devam ediyor ve kemiklerde zayıflamalar görülüyor.

Soba, yerde yatanları çabuk zehirliyor

Bursa Büyükşehir Belediyesi İtfaiye Daire Başkanlığı, soba zehirlenmelerine sebep olan karbonmonoksit gazının havadan daha ağır olduğunu, aşağıya çöktüğü için özellikle yer yatağında yatanları daha çabuk zehirlediğini bildirdi.



Zehirlenmeler, kömürün tamamen yanmaması nedeniyle oluşan karbonmonoksit gazının ev içine yayılmasıyla meydana geliyor. Bursa Büyükşehir Belediyesi İtfaiye Daire Başkanlığı, zehirlenen kişide yorgunluk, halsizlik, baş ağrısı, göğüs ağrısı, uyku hali, bulantı, kusma, çarpıntı, görme bulanıklığı ve huzursuzluğun ortaya çıktığını belirtti. Yapılan açıklamada şu ifadeler yer aldı: Havadan daha ağır olan bu gaz, aşağı çöktüğü için özellikle yer yatağında yatan insanları daha çabuk zehirlemekte. Zehirlenen kişiler derhal açık ve temiz havaya çıkarılmalı, sıkı elbise, kemer ve iç giysileri gevşetilmeli, mümkün olan en kısa sürede hastaneye ulaştırılmalı. Lodos ve kıble rüzgârları tehlikeli biçimde estiğinde mümkün olduğunca sobanın kısa süreli yakılması, evin sık sık havalandırılması ve gece daha erken bir saatte sobanın söndürülmesiyle karbonmonoksit gazı zehirlenmeleri önlenebilir. Baca temizliği çok önemli. İtfaiye ekipleri bile baca temizliği yapmaktadır. FATİH KARAKILIÇ BURSA

'İğne olmayacaksın' diye kandırmayın

Çocuklarımız istediğimiz gibi davranmadığında en basit yolla hemen onları korkutmaya başlarız. 6 yaşındaki minik de iğneden çok korkuyordu.



Aslında çok sık doktora gitmiş ve her seferinde de iğne olmak zorunda kalmıştı. Daha sonra da alerjik astım olduğu anlaşılmıştı. Bu iğne olma sürecinde çok ağladığı ve iğne olmak istemediği için bazen annesi onu bırakıp gitmekle korkutuyor "Eğer iğne olurken bağırır, zorluk çıkarırsan seni bırakır giderim, annen olmam, baban da gider!" diyor, bazen de "Bugün iğne olmayacaksın!" şeklinde yalan söyleyip kandırarak hastaneye götürüyordu. Çocuk yine de iğne olmamakta direniyordu. Annenin tüm tehdit ve korkutmalarına ve hatta ufak çimdiklemelerine rağmen. Hastaneye gittiğinde anne, baba, doktor ve hemşire büyük bir mücadele ile ona iğne yapmaya çalışıyorlardı. Kaygılı yapısı olan 6 yaşındaki minikte, annenin yanlış tutumlarıyla ne yazık ki doktor ve iğne fobisi gelişmişti.

İğne ve doktor korkusunun temelinde çocuğun canının acıyacağı ya da kendisine zarar geleceği endişesi yatar. Çocuğunuzda hastane, doktor, iğne fobisi oluşmaması için şunlara dikkat etmelisiniz:

Çocuklarınızı "Doktora götürürüm, sana iğne yapar!" diye korkutmayın.

İğne olacak çocuğu "İğne olmayacaksın, sadece muayene edecekler" diye kandırmayın.

Kan alma, enjeksiyon yapma gibi ağrılı işlemlerin öncesinde elini tutup gözlerinin içine bakarak, "Biraz sonra iğne olacaksın, canın evet biraz acıyacak ama çok kısa süreli bir acı hissedeceksin. Eğer bu iğneyi olmazsan hastalığın geçmeyecek ve çok daha uzun süre acı çekmek zorunda kalacaksın." şeklinde açıklama yapın. "Bu acıya katlanabilirsin çünkü sen güçlü bir çocuksun!" diyerek ona cesaret verin.

Onu tehdit etmek yerine iğne yapılırken elini sıkıca tutup acısını paylaştığınızı ona hissettirin.

'Kazanamazsan rezil oluruz!'

'Çocuğum üniversiteye hazırlanıyor' diye eve misafir almayan, ders çalışacak diye evde olağanüstü hal ilan eden, müfettiş gibi onun sürekli ders çalışıp çalışmadığını kontrol eden anne-babalar doğru yapmıyor. Bir de "Sınavı kazanamazsan seni zor günler bekliyor, herkesin gözü senin üzerinde, mutlaka tıp fakültesi kazanmalısın" gibi baskılar söz konusu ise öğrencinin panikleyip kaygı altında ezilmesi kaçınılmazdır.



Yüksek sınav kaygısı, öğrencilerin başarısını olumsuz yönde etkileyen hususlardan birisidir. Yüksek kaygının etkisiyle öğrenciler sınavda panikler ve gerçek performanslarını ortaya koyamaz. Sınavda yaşadıkları gerginliğin etkisiyle öğrendikleri bilgileri sınav esnasında etkili bir şekilde kullanamayan, hatta bildikleri soruları dahi doğru cevaplayamayan bu öğrenciler, aynı soruları sınavdan sonra rahatlıkla çözebilir.

Üniversite sınavını bir maratona benzetirsek, yüksek kaygı taşıyan öğrencinin durumu 20-30 kiloluk bir çantayla koşmaya çalışan atlet gibidir. Bu atlet ne kadar istekli olsa da taşıdığı yükün etkisiyle erken yorulacaktır. Öğrencilerin sınav kaygısını tetikleyen hususların başında ebeveynlerin yanlış tutumu gelir. Ebeveynlerin sınavı bir ölüm-kalım meselesi gibi algılaması ve çocuğunu motive etme amaçlı da olsa, "Sınavı kazanamazsan seni zor günler bekliyor", "Herkesin gözü senin üzerinde", "Kazanamazsan çevreye rezil oluruz" gibi ifadeler kullanması, teşvik edici olmaktan çok adeta öğrenciyi kilitleyecektir.

Ebeveynin, çocuğunun kapasitesini göz önünde bulundurmadan "Mutlaka tıp fakültesini kazanmalısın" ya da "Hukuk fakültesini kazanamadıktan sonra başka bir bölüm kazansan da bir şeye yaramaz" gibi ifadeler kullanması, öğrenci açısından yıkıcı sonuçlar doğurur. Ebeveynin çocuğuna güvenmemesi ve sınavı kazanması için ona baskı yapması, aşırı otoriter bir tavır içine girmesi, çocuğun kaygısını yükselteceği gibi onun ailesinden soğumasına da yol açar. Bu durumda ebeveynlerin şu hususlara dikkat etmesi yararlı olacaktır:

Ebeveyn, çocuğuna sınavı bir ölüm-kalım meselesi gibi takdim etmemelidir.

Çocuğun kapasitesi konusunda gerçekçi olunmalı ve beklenti düzeyi ona göre belirlenmelidir.

Öğrenci, kesinlikle başkalarıyla kıyaslanmamalı. Bu durum, onun aşkını-şevkini kırmaktan başka bir işe yaramaz.

Sınavı bir kişilik ölçüm aracı olarak kullanmamalı ve çocuğun değeri sınavdaki başarısı üzerinden biçilmemeli. Bilakis çocuğunuza "Sen bizim evladımızsın, kazansan da, kazanmasan da bizim için çok değerlisin" mesajı verilmelidir.

"Senin imkânların bende olsaydı mükemmel bölümler kazanırdım, ama sen çalışmıyorsun" tarzındaki ifadeler, öğrenciyi motive etmemekte, hatta itici bulunmaktadır. Beklentinizi ifade edip çocuğun ders çalışmamasının asıl sebeplerini araştırmanız daha yararlı olacaktır.

Çocuk, ebeveynini bir korku objesi olarak görmemeli. Ebeveyn, öğrencinin ders durumunu takip ederken müfettiş edasıyla davranmamalı. Teftiş edilmek, insanı gerginliğe sürükler.

Ebeveynin sınava hazırlık süresince çocuğu adeta "karantinaya" alması, kimseye misafirliğe gitmemesi, eve misafir almaması, yemeği ve çayı çocuğun ayağına götürmesi, çocuk ders çalışacak diye evde "olağanüstü hal" ilan etmesi, çocuğun iyice paniklemesine sebep olabilir.

Özellikle ekonomik durumu iyi olan ebeveynlerin çocuğunu özel okula ve dershaneye göndermekle yetinmeyip, her ders için özel öğretmen ayarlaması, öğrencinin "boğulmasına" sebep olabiliyor. Bu tarz abartılı "özel ders takviyeleri" öğrenciyi baskı altına almakta ve "Bunca emeğe rağmen kazanamazsam mahvolurum" düşüncesinin oluşmasına zemin hazırlamaktadır. * Özel Toros Akdeniz Lisesi Rehber Öğretmeni

Yakından TV izlemek miyop yapıyor

Özel Lokman Hekim Sincan Hastanesi Göz Hastalıkları Uzmanı Yrd. Doç. Dr. Sadık Kavaklı, uzun süre televizyon seyretmenin ve bilgisayar kullanmanın çocukların göz sağlığını tehdit ettiğini belirtti.



Kavaklı, "Parlak cisimlere uzun süreli bakılması, var olan göz kuruluğu şikâyetlerini artırabilir. Yine uzun süre yakın mesafeden monitöre bakılması çocuklarda miyoba neden olabilir.'' dedi. Kavaklı, bebeklerinde herhangi bir göz rahatsızlığından endişe eden anne-babaların bebeklerine mutlaka göz muayenesi yaptırmalarını tavsiye etti.

ANKARA CİHAN

Planlı sezaryen ve özel tarihlerde yapılan doğum riskli

Gebeliklerdeki çeşitli riskler ya da anne adayının özel bir tarihte doğum yapma isteği gibi nedenlerle pek çok bebek doğum haftalarından önce dünyaya getiriliyor.



Normal şartlarda bebeklerin çoğu 38-41 hafta arasında dünyaya geliyor. Çünkü bu haftalarda, bebeğin sağlığı ve gelişimini tamamlaması için gereken şartlar tamamlanmış oluyor. Acıbadem Maslak Hastanesi Riskli Gebelikler Uzmanı Doç. Dr. İbrahim Bildirici, gebeliğin devamının riskli olabileceği durumlarda eğer bebeğin akciğerleri gelişmişse, doğurtma yönünde karar verdiklerini söylüyor. Bildirici, planlı bir doğumun 39 hafta öncesinde güvenle gerçekleşebilmesi için amniyosentez ile akciğerlerin yeterince gelişmiş olduğunun ortaya konulması gerektiğini ifade ediyor. Bildirici şu bilgileri veriyor: "Erken alınan bebeklerde en sık hızlı solunuma yol açan 'yaş akciğer' ya da 'yenidoğanın geçici takipnesi' görülebiliyor. Bu durumda bebeğin 72 saat hastanede yatması gerekiyor, solunum desteğine ihtiyaç olabiliyor, enfeksiyon riski, bazense 'RDS' denilen daha ciddi solunum sıkıntıları ortaya çıkabiliyor ve hayati risk gelişebiliyor. Bu bebeklerin yoğun bakım ünitelerinde özel tıbbi bakım gerektirmesi mali açıdan da sıkıntıya neden olabiliyor."

Çocuğum oyuncakları toplamak istemiyor!

Çocukların oyuncaklarını toplamasını, düzenli bir şekilde yerine koymasını bekleriz. Bu olmadığında anne tehdit ve bağırmayla sorunu çözebileceğini sanır. Çocukların bir yetişkin gibi düzenli olmasını beklemek yanlıştır. Tertibi, çocuk öğrenme sürecindedir ve bunu anne çocuğuna oyunla ve tatlı dille öğretebilir ancak.



Çocukların odalarını toplamaması genellikle evde küçük çaplı krizlere yol açar. Anne ile çocuğun arasında inatlaşmalar, emir vermeler, tehditler neredeyse her gün yaşanır. Kriz eve misafir geldiğinde farklı boyut alır. Evin çocuğu, oyuncaklarını misafir gittikten sonra odasını toplamak zorunda olacağından vermek istemez. Odasını dağıttırmamak için mücadele eden çocuğa annesi dil döker; ama sonuçta anne çaresiz bu çatışma karşısında ne yapacağını şaşırır kalır. Uzman psikolojik danışman Mehmet Akif Aydın, öncelikle çocuğa, "Hadi bakalım şimdi oyuncaklarını topla" gibi emir cümleleri sarf etmemek gerektiğini söylüyor. Aydın, oda toplamanın bir grup oyunu haline getirilip, "Temizlik askerleri birlik olup odayı toparlayalım." gibi teşvikçi bir çaba halinde sağlanabileceğini belirtiyor.

Mehmet Akif Aydın, 2,5-5 yaşları arasındaki çocukların eşyalarını toplamamak için inat etmelerinin normal olduğunu ifade ediyor. Aydın, ebeveynin bu durumu yetişkin inadı gibi algılayıp eşyaları toplama mevzusunda çocukla daha da inatlaşmaması gerektiğini aktarıyor. Aydın, "Çocukların annelerinden ve babalarından sağlıklı bir şekilde ayrılması, sağlıklı bir kimlik ve kişilik geliştirmeleri önemlidir. İlk ayrışma çabalarını temsil eden 2,5-5 yaş civarlarındaki inatlar anne-baba tarafından bir yetişkin inadı gibi algılanırsa çocuk hem derin bir şekilde kırılır hem de istenilen davranışın aksini yapmaya devam eder. Hatta bu davranış pekişir. Bu inat, anneden ayrışma ve bireyleşme, kendi iradesini kullanma becerisi için çok önemlidir. Bu dönem gelip geçici olduğundan nasılsa çocuk topluma dâhil oldukça olgunlaşacak ve toplum kurallarına riayet edecektir. Yeter ki anne-baba, bu doğrultuda çocuklarını motive edebilsin." diyor.

Aydın, odayı toplaması yönünde baskı gören çocuğun dağınık bir karakter geliştirebileceğini belirtiyor. Çocuğun eşyalarını toplaması hususunda annelerin yaptığı diğer bir hata ise sorumluluğu tamamen çocuğa bırakmak ve kendi kendine tertip ve düzeni sağlamasını beklemek. Birçok davranışın uzun gözlemler sonucu yerleştiğini aktaran Aydın, 'hadi beraber toplayalım' gibi çocuğu da işin içine alan bir sistemle daha çok başarı elde edilebileceğini belirtiyor. Aydın'a göre anne aşırı titiz ve ortalama bir tertibin üzerinde düzen beklentisi içinde ise çocuk buna tepki olarak dağınıklığı tercih edebiliyor. Ayrıca mükemmel bir çocuk yetiştirme gibi bir kaygısı olan anneler de çocukta bazı davranışların bir an evvel yerleşmesi için aceleci davranabiliyor. Unutulmamalı ki, bir annenin en büyük silahı sabırdır.

Bazı çocuklar, oyuncaklarını dağıttırmamak için başkalarına vermez, sakınır. Zira o dağınıklığı kendisinin toplayacağını bilir. Böyle bir durumda anne, misafir gelmeden bazı oyuncakları belirlemeli ve gelecek arkadaşları ile paylaşması üzerine çocukla konuşmalı. Oyuncak toplamada çocuğa yardım edileceği sözü verilmeli ve söze riayet edilmeli.



Oyuncakları beraber cinslerine göre ayırın ve birlikte toplayın

Odayı toplama eğitiminde anne, mümkün olduğunca çocuğuyla beraber olmalı. Bu düzeni sadece çocuktan beklemek onun üzerinde baskı oluşturur.

İçine tüm oyuncakların atıldığı oyuncak sepetleri çocuğu düzensizliğe alıştırır. Birlikte oyuncakları cinslerine göre ayırın ve toplayın. Örneğin arabalar bir yana, yapı oyuncakları bir başka yana.

"Bilmiyorum kutusu'' oluşturun. Çocuk bu kutuya yerini bilmediği malzemeleri koyabilir. Sonra onunla beraber bu kutudakileri yerine yerleştirin.

Kardeşler arasında rekabet oluşturun. 'Kim en fazla kırmızı oyuncak toplayacak? 5 oyuncak toplayan, bir puan toplar. Bakalım şampiyon kim olacak?' gibi cümlelerle onları teşvik edin. Ayrıca zamana karşı da yarıştırılabilir.

Çocuk odasını topladığı zaman, sorumluluğunu yerine getirdiği ve yardım ederek annenin işini kolaylaştırdığı babaya anlatılmalı ve takdir edilmeli. Böylece davranış daha kalıcı olur.

Dişler üzerindeki tabaka, diş eti iltihabına sebep oluyor

'Dental plak' denilen mikrop tabakasının dişler üzerinde birikmesine izin verilirse bu tabaka içinde yaşayan bakteriler tarafından üretilen zararlı maddeler diş etlerinde iltihaba yol açıyor.



Diş eti rahatsızlığı, ağız kokusu, kırmızı ve sis diş etleri, ağızda tat bozukluğu, diş etlerinin çekilerek diş kökünün açığa çıkması, sallanan dişler, zamanla eğilen ya da çarpıklaşan dişler, diş eti kanaması (diş fırçalarken ya da kendiliğinden) belirtileriyle rahatsızlığı hissettiriyor.

Dişhekimi Dr. Duran Tekin, diş eti iltihaplanmasının dişlere zarar verdiğini ifade etti. Tekin, diş üzerinde oluşan tabakaya dikkat edilmesini isteyerek, "Diş eti iltihabı sadece gözle görülen diş etini değil, kemik dokuyu da etkileyeceğinden kontrol altına alınmayan bir diş eti rahatsızlığı sonuçta çürüksüz dişlerin sallanmasına ve çekilmesine neden olacaktır." diye konuştu. "Dental plak, dişler üzerinde düzenli olarak biriken mikrop tabakasıdır. Bu tabaka istenmeyen 2 şeyi oluşturur; diş çürüğü ve diş eti hastalığı. Dental plak, yumuşak ve renksizdir. Bu nedenle belli bir kalınlığa ulaşmadan görülemez." diyen Dr. Tekin, iltihaplı diş etinin kırmızı veya sis görünümünde ve fırçalarken kanama yaptığına işaret etti.

Protein zengini besinler, böbrek taşı yapıyor

Genetik etkenler, kullanılan ilaçlar, yetersiz su içmek... Böbrek taşlarının oluşumuna pek çok etken yol açsa da, tüketilen besinlerin türü de ayrı bir önem taşıyor.



Örneğin kilo vermek için uygulanan hayvansal proteinden zengin, karbonhidrattan düşük diyetler böbreklerde taş oluşumunu kolaylaştırıyor! Acıbadem Fulya Hastanesi'nden Üroloji Uzmanı Prof. Dr. Sinan Zeren, böbrek taşlarının oluşumunda genetik etkenler, yetersiz sıvı tüketimi ve kullanılan bazı ilaçlar gibi pek çok etkenler rol oynasa da, bazı besinlerin aşırı tüketilmesinin de ayrı bir önem taşıdığını söyledi. Peki neler yemeli ve nelerden kaçınmalıyız? İşte dikkat edilmesi gerekenler:

Protein tüketiminde aşırıya kaçmayın: Kırmızı et, sakatat, tavuk ve deniz ürünleri gibi hayvansal proteinlerin fazla tüketilmesi böbrek taşı oluşumunu tetikliyor.

Kalsiyumu kısıtlamanıza gerek yok: Taşların büyük kısmı kalsiyum içeriyor olsa da diyetteki kalsiyum alımının kısıtlanması oksalatın bağırsaklardan daha fazla emilimine yol açarak taş oluşum riskini artırıyor.

Oksalattan zengin besinleri ölçülü tüketin: Taşların büyük bir çoğunluğu aynı zamanda oksalat içeriyor. Ispanak gibi koyu yeşil yapraklı sebzeler, bamya, çilek, domates, armut, kuruyemiş, çay, kahve ve çikolata gibi birçok yiyeceğin içinde bol miktarda bulunan oksalat maddesi ayrıca vücut içinde de üretiliyor. Bu konuda katı bir diyet yapmaya gerek yok.

Tuzluğu sofradan kaldırın: Fazla tuzlu beslenenlerde de idrarla kalsiyum atılımı artıyor. Kalsiyum idrarla atılırken idrar yollarında çöküp böbrek taşlarına neden olabiliyor.

Limon ve portakal suyu için: Özellikle idrardaki sitrat maddesi taş oluşumuna karşı koruyucu etkiye sahip bir madde.

Göz altı morlukları, hastalık habercisi olabilir

Göz çevresindeki deri, vücudumuzun en ince derisidir. Gözaltı morlukları, yapısal olabildiği gibi bazı hastalıkların da belirtisini oluşturabilir. Dr. Arda Eminza, göz altı morluklarının demir eksikliği ve karaciğer hastalıklarının belirtisi olabileceğini söyledi. Morluklar, aynı zamanda aşırı yorgunluk, uykusuzluk durumunda da ortaya çıkabilir.



Acıbadem Kocaeli Hastanesi Dermatoloji Uzmanı Dr. Arda Eminza, göz altında oluşabilecek morlukların kansızlık, demir eksikliği ve karaciğer hastalıklarının belirtileri olabileceğini söyledi. Göz çevresindeki derinin (periorbital), vücudumuzun en ince derisi olduğunu ifade eden Eminza, "Kan deri yüzeyine yakın genişlemiş damarlardan geçtiği zaman mavimsi bir renk tonu üretebilir. Göz çevresinde kemik yapısı çukurda olan kişilerde, gölgeleme de gözlerin altında koyu renk oluşumunda katkıda bulunabilir. Göz altındaki damarların geniş olması ve kemik yapısı genelde genetik bir özellik olarak gözlenmektedir." dedi. Göz çevresinde sürtünme ve kaşıntıya sebep olan her etkennin, gözaltındaki cildin koyulaşmasını sağlayabileceğini söyleyen Eminza, "Cilt alerjisi, astım, burun alerjisi ve hatta besin alerjisi göz altında leke ve koyulaşmaya neden olabilir." diye konuştu.

Yetersiz ve düzensiz beslenmenin gözaltı morluklarını artırabileceğini kaydeden Eminza, kansızlık ve demir eksikliği durumunda, dokulara yeterli oksijen ulaşamadığı için göz altı derisinin mor görünebileceğini dile getirdi. Eminza, hamilelik döneminde demir eksikliğine bağlı gözaltındaki damarların daha da belirginleşebileceğini söyledi. Arda Eminza, gözaltındaki morlukların nedenlerini şöyle sıraladı: "Uykusuzluk ve yoğun çalışma temposunda cilt daha soluk olduğu için göz altındaki toplardamarlar daha belirgin hale gelir. Yaş ilerledikçe kolajen lifleri (bağ dokusu) inceldiği için gözaltı derisi saydamlaşır ve var olan koyulaşma daha belirgin hale gelir. Göz altındaki morluk ve koyulaşma karaciğer hastalıklarına ve bazı ilaçlara bağlı olabilir. Bilimsel çalışmalarda, göz altı koyulaşma sebeplerinin oranı; yüzde 40 damar genişlemesi, yüzde 38 yapısal, yüzde 12 tahriş sonrası koyulaşma ve yüzde 10'u gölge etkisi olarak saptanmıştır."

Dr. Eminza, tedavi hakkında yapılması gerekenler hakkında şu ifadelere yer verdi: "Sağlıklı beslenmek, yeterli uyumak, sigara içmemek ve güneş ışınlarından korunmak tavsiye edilir. Eğer kansızlık ve demir eksikliği durumu varsa tedavi edilmesi gerekir. Deri, burun ve akciğerde alerji durumu varsa tedavi edilmesi ve kontrol altına alınması durumunda göz altı morluklarında azalma görünür. Dermatolojik açıdan kapatıcı makyaj dışında, bazı renk açıcı kremler mevcut olmakla birlikte bir uzman hekim tarafından tavsiye edilmesi önerilir."

Göz altı morlukları, hastalık habercisi olabilir

Göz çevresindeki deri, vücudumuzun en ince derisidir. Gözaltı morlukları, yapısal olabildiği gibi bazı hastalıkların da belirtisini oluşturabilir. Dr. Arda Eminza, göz altı morluklarının demir eksikliği ve karaciğer hastalıklarının belirtisi olabileceğini söyledi. Morluklar, aynı zamanda aşırı yorgunluk, uykusuzluk durumunda da ortaya çıkabilir.



Acıbadem Kocaeli Hastanesi Dermatoloji Uzmanı Dr. Arda Eminza, göz altında oluşabilecek morlukların kansızlık, demir eksikliği ve karaciğer hastalıklarının belirtileri olabileceğini söyledi. Göz çevresindeki derinin (periorbital), vücudumuzun en ince derisi olduğunu ifade eden Eminza, "Kan deri yüzeyine yakın genişlemiş damarlardan geçtiği zaman mavimsi bir renk tonu üretebilir. Göz çevresinde kemik yapısı çukurda olan kişilerde, gölgeleme de gözlerin altında koyu renk oluşumunda katkıda bulunabilir. Göz altındaki damarların geniş olması ve kemik yapısı genelde genetik bir özellik olarak gözlenmektedir." dedi. Göz çevresinde sürtünme ve kaşıntıya sebep olan her etkennin, gözaltındaki cildin koyulaşmasını sağlayabileceğini söyleyen Eminza, "Cilt alerjisi, astım, burun alerjisi ve hatta besin alerjisi göz altında leke ve koyulaşmaya neden olabilir." diye konuştu.

Yetersiz ve düzensiz beslenmenin gözaltı morluklarını artırabileceğini kaydeden Eminza, kansızlık ve demir eksikliği durumunda, dokulara yeterli oksijen ulaşamadığı için göz altı derisinin mor görünebileceğini dile getirdi. Eminza, hamilelik döneminde demir eksikliğine bağlı gözaltındaki damarların daha da belirginleşebileceğini söyledi. Arda Eminza, gözaltındaki morlukların nedenlerini şöyle sıraladı: "Uykusuzluk ve yoğun çalışma temposunda cilt daha soluk olduğu için göz altındaki toplardamarlar daha belirgin hale gelir. Yaş ilerledikçe kolajen lifleri (bağ dokusu) inceldiği için gözaltı derisi saydamlaşır ve var olan koyulaşma daha belirgin hale gelir. Göz altındaki morluk ve koyulaşma karaciğer hastalıklarına ve bazı ilaçlara bağlı olabilir. Bilimsel çalışmalarda, göz altı koyulaşma sebeplerinin oranı; yüzde 40 damar genişlemesi, yüzde 38 yapısal, yüzde 12 tahriş sonrası koyulaşma ve yüzde 10'u gölge etkisi olarak saptanmıştır."

Dr. Eminza, tedavi hakkında yapılması gerekenler hakkında şu ifadelere yer verdi: "Sağlıklı beslenmek, yeterli uyumak, sigara içmemek ve güneş ışınlarından korunmak tavsiye edilir. Eğer kansızlık ve demir eksikliği durumu varsa tedavi edilmesi gerekir. Deri, burun ve akciğerde alerji durumu varsa tedavi edilmesi ve kontrol altına alınması durumunda göz altı morluklarında azalma görünür. Dermatolojik açıdan kapatıcı makyaj dışında, bazı renk açıcı kremler mevcut olmakla birlikte bir uzman hekim tarafından tavsiye edilmesi önerilir."

2 Mart 2012 Cuma

Kötü yapılan protez dişler, çene kemiğini eritiyor

Takma diş ve protezler, uzman kişiler tarafından yapılmaması durumunda bulaşıcı hastalıkların yanı sıra dişi çevreleyen dokulara da hasar veriyor. Dicle Üniversitesi Diş Hekimliği Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Remzi Nigiz, sahte diş hekimlerinin taktığı protezlerin, ağız içini kaplayan mukoza tabakasına zarar verdiğini ve diğer dişleri de iltihaplandırdığını söyledi.



Dişlerin zamanla çürümesiyle ihtiyaç haline dönüşen takma diş ve protezlerin işin ehli olmayan kişiler tarafından yapılması diş eti ve çene kemiğinin erimesine yol açabiliyor. Uzmanlar, kötü yapılan takma diş ve protezlerin zamanla çeşitli ağız hastalıklarına yol açabileceğini belirtiyor.

Dicle Üniversitesi Diş Hekimliği Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Remzi Nigiz, dişlerin insan sağlığını doğrudan ilgilendirdiğini ifade etti. Diş tedavisinde protez veya takma dişleri son çare olarak düşündüklerini söyleyen Nigiz, protezlerle ilgili tehlikelere dikkat çekti. Nigiz, "Takma diş ve protezlerin bu işin eğitimini alan uzmanlar ya da diş hekimleri tarafından yapılması en doğrusudur. Protezlerdeki hatalar geri dönüşü olmayan ciddi sağlık sorunlarına sebep olabilir." dedi.

Özellikle sahte diş hekimlerine yaptırılan protezlerde olumsuz birçok olguya rastlanıldığını kaydeden Prof. Dr. Remzi Nigiz, bulaşıcı hastalıkların yanı sıra dişi çevreleyen dokuların hasara uğratabildiğini anlattı. Sahte diş hekimlerinin taktığı protezlerin, ağız içini kaplayan mukoza tabakasına da zarar verebileceğini dile getiren Nigiz, uygun olmayan protezlerin zamanla diğer dişleri de iltihaplandırabileceğini söyledi. Nigiz, "Geçtiğimiz gün bize bir hasta geldi. Köprü protezi yanlış takılmıştı. Dişlerinin yanı sıra mukoza ve diş eti zarar görmüştü. Bu gibi vakalar çok fazla." şeklinde konuştu.

Diş yapımını ucuza mal etmek isteyen bazı kişiler, zaman zaman çatal-kaşık yapımında kullanılan malzemelerle imal edilen protezlere yönelebiliyor. Ancak bu tür protezler zamanla kansere sebep olabiliyor. Beslenme zincirini de etkileyen protez dişler, vücutta birçok organın zarar görmesine yol açabiliyor.

Muz çürük yapıyor,

peynir tedavi ediyor

Ağız ve diş sağlığını korumak için dişleri yemekten 1 saat sonra fırçalayın. Yemeklerden hemen sonra dişleri fırçalamak besinlerdeki asitlerin ağızda dağılmasına sebep olduğu için dişleri zayıflatıyor. Diş macununu ıslatmayın. Islanan diş macunu özelliğini kaybediyor. Meyve suları, tatlılar, sert kıvamlı şekerler, karamel ve muz gibi yiyecekler dişlerde çürük oluşturma riskini artırıyor. Tatlı yedikten sonra süt, ayran içmek ve peynir yemek, şekerin ortaya çıkardığı asidin zararlı etkilerini önlüyor. Ph seviyesini kontrol etmesi sebebiyle dişler için koruyucu kalkan oluşturuyor.

'Öksürüktür geçer' diyerek hafife almayın, kronik farenjit olabilirsiniz

Uzun süre geçmeyen öksürük, kronik farenjit habercisi olabilir.



Uzmanlar, boğazda görülen kızarıklık, ödem ve iltihaplanmalara, şiddetli öksürük ve yutkunma zorluğu da eklendiyse, 'farenjit olmuşsunuz' uyarısı yapıyor. Özel Medline Eskişehir Hastanesi Kulak Burun Boğaz Hastalıkları Uzmanı Op. Dr. Ali Şişman, boğaz iltihaplanması olan farenjitin; geçmeyen öksürükler, boğazda gıcıklanma, yanma hissi, yutkunma güçlüğü ve boğaz ağrısı gibi belirtilerle ortaya çıktığını söyledi.

Farenjitin, süre ve yoğunluğuna bağlı olarak ikiye ayrıldığını belirten Şişman, "Akut durumlarda hastalık kısa süreli ve şiddetli seyrederken, kronik farenjitte belirtiler daha az şiddetli fakat çok daha uzun süreli görülüyor." dedi. Üst solunum yolu enfeksiyonlarının sebep olduğu virüslerin akut farenjiti tetiklediğini anlatan Op. Dr. Şişman, kronik farenjitin ise virüslerin yanı sıra yoğun sigara ve alkol tüketimi, alerji, kuru ve kirli hava, burun kemiğinde eğrilik, reflü, sinüzit, diş ve bademcik iltihapları gibi çevresel faktörlerin etkileriyle oluştuğunu dile getirdi.

Türkiye'de farenjit hastalığının çok sık görüldüğünün altını çizen Op. Dr. Şişman, "Akut farenjit virüs kaynaklı olduğundan antibiyotik kürü ile kolayca tedavi edilir. Ancak, kronik farenjit daha uzun ve zorlu bir tedavi süreci gerektirir." diye konuştu.

Deneme sınavına girdim, nasıl analiz etmem gerekir?

Üniversite giriş sınavlarının ilk basamağı olan YGS'ye sayılı günler kaldı.



Hazırlık sürecinde adayların bir kısmı konu tekrarlarını bitirirken bir kısmı ise son tekrarlarını yapıyor. Deneme sınavları hazırlık sürecinde bir boy aynası hükmünde olacaktır. Yapılan her deneme sınavı, işlenen konular ve yapılan çalışmaların yeterliliği veya yetersizliği konusunda önemli ipuçları sağlayacaktır. Deneme sınavlarından daha çok verim elde edilmesi için kurallara uyulması gerekir.

Nitelikli deneme sınavları olun Yalnızca konu bağlantılı uygulanan sınavlar, yalnızca işlenen konuların öğrenme derecesini vereceğinden dolayı adayın gerçek seviyesini yansıtmayabilir. Bundan dolayı tüm YGS konularını içeren, ölçme ve değerlendirme kriterlerine uygun olarak hazırlanmış denemeler tercih edilmelidir.

Sınav uygulama sıklığı ne olmalı? Şu an itibarıyla sınava 1 aylık zaman dilimi var. İlk iki hafta 2 günde bir sınav, sınava 2 hafta kala ise günde bir deneme sınavı olmak daha uygundur. Sınavın uygulamasının sabah saat 10.00'da olması, sınav süresine dikkat edilmesi, mümkünse sonuçların cevap kâğıdına kodlanması, sınav süresine uyulması, sınava ara verilmemesine dikkat edilmelidir. Sınav bittikten sonra bir müddet dinlendikten sonra telafi çalışmalarına başlanmalıdır.

Deneme sınavları gerçekçi analiz edilmeli Yanlış cevaplandırılan sorulara yönelik eksiklikler sınavdan sonra tekrar edilmeli, hata ve eksiklerini giderme yoluna gidilmelidir. Bu konuda pratik olarak önerilen telafi yöntemi şöyle olabilir: Örneğin, adaylar işledikleri halde yapamadıkları veya yanlış yaptıkları her soru için deneme sonrasında bir dahaki deneme sınavına kadar 10 soru çözmeli veya konu tekrarı yapmalıdır. Bu şekilde nokta çalışmalarla az zamanda eksiklikler telafi edilecektir. Ancak deneme sınavı sonuçları iyi bir şekilde değerlendirildiğinde bir anlam kazanır. Eğer böyle bir gayret içerisine girilmezse, belli bir süre sonra aynı deneme sınavını çözdüğünüzde yine benzer hataları tekrarlamak sürpriz olmayacaktır.

* FEM Yayın Merkezi Rehberlik Koordinatörü

Deneme sınavına girdim, nasıl analiz etmem gerekir?

Üniversite giriş sınavlarının ilk basamağı olan YGS'ye sayılı günler kaldı.



Hazırlık sürecinde adayların bir kısmı konu tekrarlarını bitirirken bir kısmı ise son tekrarlarını yapıyor. Deneme sınavları hazırlık sürecinde bir boy aynası hükmünde olacaktır. Yapılan her deneme sınavı, işlenen konular ve yapılan çalışmaların yeterliliği veya yetersizliği konusunda önemli ipuçları sağlayacaktır. Deneme sınavlarından daha çok verim elde edilmesi için kurallara uyulması gerekir.

Nitelikli deneme sınavları olun Yalnızca konu bağlantılı uygulanan sınavlar, yalnızca işlenen konuların öğrenme derecesini vereceğinden dolayı adayın gerçek seviyesini yansıtmayabilir. Bundan dolayı tüm YGS konularını içeren, ölçme ve değerlendirme kriterlerine uygun olarak hazırlanmış denemeler tercih edilmelidir.

Sınav uygulama sıklığı ne olmalı? Şu an itibarıyla sınava 1 aylık zaman dilimi var. İlk iki hafta 2 günde bir sınav, sınava 2 hafta kala ise günde bir deneme sınavı olmak daha uygundur. Sınavın uygulamasının sabah saat 10.00'da olması, sınav süresine dikkat edilmesi, mümkünse sonuçların cevap kâğıdına kodlanması, sınav süresine uyulması, sınava ara verilmemesine dikkat edilmelidir. Sınav bittikten sonra bir müddet dinlendikten sonra telafi çalışmalarına başlanmalıdır.

Deneme sınavları gerçekçi analiz edilmeli Yanlış cevaplandırılan sorulara yönelik eksiklikler sınavdan sonra tekrar edilmeli, hata ve eksiklerini giderme yoluna gidilmelidir. Bu konuda pratik olarak önerilen telafi yöntemi şöyle olabilir: Örneğin, adaylar işledikleri halde yapamadıkları veya yanlış yaptıkları her soru için deneme sonrasında bir dahaki deneme sınavına kadar 10 soru çözmeli veya konu tekrarı yapmalıdır. Bu şekilde nokta çalışmalarla az zamanda eksiklikler telafi edilecektir. Ancak deneme sınavı sonuçları iyi bir şekilde değerlendirildiğinde bir anlam kazanır. Eğer böyle bir gayret içerisine girilmezse, belli bir süre sonra aynı deneme sınavını çözdüğünüzde yine benzer hataları tekrarlamak sürpriz olmayacaktır.

* FEM Yayın Merkezi Rehberlik Koordinatörü

Genç kızların, yaşlarına uygun giysi bulması zor oluyor

Gazi Üniversitesi Sanat ve Tasarım Fakültesi'nden Doç. Dr. Saliha Ağaç ve Dr. Meryem Arga Şahinoğlu, ergenlik çağına gelen kızların giysi tercihlerini ve beklentilerini araştırdı. Çalışmaya göre 13-17 yaş arasındaki kızlara göre, giysiler bol, uzun, rahat değil ve süslemeleri de iyi değil.



Ergenlik döneminde çocuklukta rastlanmayan bir hızla bedende değişiklikler meydana gelir. Ancak vücudun tüm bölümlerinde büyüme hızı aynı olmaması nedeniyle orantısız bir görüntü ortaya çıkar. Ergen, bedeninde meydana gelen bu değişime ayak uydurmakta güçlük çekiyor. Bu dönemde uygun kıyafet de bulmak kolay olmuyor.

Ankara'da ilk ve ortaöğretim kurumlarında öğrenim gören 13-17 yaşları arasındaki 307 kız üzerinde yapılan araştırmada giysi kol ve pantolon boylarının ergenlere uzun geldiği belirlendi. Gazi Üniversitesi Sanat ve Tasarım Fakültesi'nden Doç. Dr. Saliha Ağaç ve Dr. Meryem Arga Şahinoğlu tarafından gerçekleştirilen çalışmada ayrıca ergen kızların her zaman istedikleri renk ve desende giysi bulamadıkları, kullanılan süslemelerden memnun olmadıkları tespit edildi.

Ergenlik dönemindeki kızlar, kendini ifade etme aracı olarak erkeklere göre giysiden daha fazla yararlanıyor. Ancak çocukluğun sonlarında veya ergenliğin başlarında henüz büyümesini tamamlamadığı çağlarda uygun ölçülerde giysi bulmakta sorun yaşıyorlar. Doç. Dr. Saliha Ağaç, bu çağdakiler için üretilen 'garson boy' tipi giysilerin ihtiyaca cevap vermede yeterli olmadığını söylüyor. Ergenlik döneminin ilk yıllarını yaşayan kızlara kıyafetlerin beden, bel ve kalça genişliklerinin bol geldiğinin tespit edildiğini ifade eden Saliha Ağaç, giysilerin ancak daha sonraki yıllarda kız ergenlere uygun olduğunu belirtiyor. Sektörde üretim kapasitesinin artmasına rağmen ergenlerin bedensel gelişimine uygun vücut ölçüleri ve kalıp sistemlerinin hazır giyim üretiminde uygulanmadığını aktaran Saliha Ağaç, "Ergenlik dönemindeki kızların kendilerini daha rahat hissedebilmeleri ve özgüvenlerinin artırılmasına yardımcı olabilmek için işletmelerin ergenlerin fiziksel değişimine uyum sağlayacak giysiler üretmeleri önemli. Böylece ergenlerin vücut yapısına ve hareketlerine uyumda yaşanan problemler giderilmiş olacaktır." diyor.

Yapılan araştırmaya göre 13 yaşındaki kızların yüzde 42'sinin kıyafetlerin beden genişlikleri bol, 14 yaşındakilerin yüzde 35'inin dar, 15 yaşındakilerin yüzde 48, 16 yaşındakilerin yüzde 65, 17 yaşındakilerin yüzde 73'ünün tam geldiği belirlendi. Giysilerin bel ve kalça genişliği, kol oyuntuları 13, 15, 16, 17 yaşa uygun iken 14 yaşındaki kızlara bol geliyor. Ergenlikte, el, ayak, kol ve bacaklar önce uzuyor. Göğüs ve kalça genişliğindeki en hızlı büyüme, genellikle bacak uzamasının en hızlı büyümesinden 4 ay kadar sonra oluyor. Birkaç ay sonra omuz genişliği en yüksek büyüme hızına ulaşıyor ve bunu gövde uzunluğu ve göğüs derinliğindeki artış izliyor. Bulgular ayrıca giysi kol ve pantolon boylarının genellikle uzun geldiğini gösteriyor.

Çalışmaya göre ergenlik dönemindeki kızlar, en fazla giysinin vücuda uygunluğuna dikkat ediyor. Daha sonra ise stilini yansıtması, fiyat, rahatlık ve fonksiyonel olmasına önem veriyorlar. Giysinin kumaşı ise hiç göz önünde bulundurulmuyor. Bunun en büyük nedeni giysilerin temizliği ile daha fazla ebeveynlerin ilgilenmesi, giysi ömrünün yeni modeller çıkması ile sonlanması ve henüz tam olarak bilinçli tüketiciler olmamaları.

Ergen kızlar, genellikle giysi seçiminde kararlarını kendileri veriyor. Sonra sırasıyla ebeveyn, arkadaş, moda dergileri, moda programları ve kardeşlerinden etkileniyorlar.

Tuvalet eğitimi, korkutma veya tehditle başarılı olmaz

Çocukların tuvalet eğitiminde yapılan cezalandırma, duygusal travmaya yol açar.



Adnan Menderes Üniversitesi Aydın SYO Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr. Hüsniye Çalışır, annelerin tuvalet eğitimini kısa sürede tamamlamak için çocuğu zorlaması, tehdit etmesi ya da altını ıslattığında cezalandırması, çocuğun özgüvenini ve cesaretini olumsuz etkiler. 357 anne üzerinde yaptıkları araştırmada, çocuğun gelişimsel özelliklerini dikkate alarak tuvalet eğitimine karar vermenin çocukların altını ıslatma ihtimalini azalttığının ortaya çıktığını söyleyen Çalışır, çocuklarla inatlaşma, idrar ya da dışkısını yapmayı istememe veya dışkısını istemli olarak tutma gibi sorunlar yaşanabileceği uyarısında bulundu. Annelerin zaman zaman yanlış eğitim yöntemleri uygulayabildiğini ifade eden Çalışır, "Çocuğu erken yaşta tuvalete alıştırma, tuvalet yapmaya zorlama, korkutma, tehdit etme, cezalandırma yanlış bir tutumdur." diye konuştu.

EBUBEKİR KORAN ERZURUM

Dilin söylemediğini vücudumuz anlatıyor

Vücudumuz, psikolojik problemlerin aynasıdır. Kendisini ifade edemeyen, sevincini, üzüntüsünü, sıkıntısını içine atanlar, zamanla depresyon, takıntı, kaygı bozukluğu gibi beden kimyasının bozulma durumuyla karşı karşıya kalabiliyor. Bu durum kendini yüzde çıkan sivilce ve yaralarla da gösterebiliyor. Sivilce ve yaraları yolma, psikoloji kaynaklı bir deri hastalığıdır.



Gerçek duygularını, isteklerini dil ile ifade edemeyen veya ifade ettiklerinden daha fazlasını içlerinde veya farkında olmadan bilinçaltlarında saklayan kişilerin kızgınlıkları ve sıkıntıları bedene yansımaktadır. Bir başka deyişle dilin söyleyemediğini beden söylemektedir. Psikolojik problemlerin insanlara ve hayatlarına etkisi farklı şekillerde olmaktadır. Kimisi kişinin iç dünyasını büyük ölçüde etkilerken kimisi ise diğer insanlarla ilişkilerinde, iş veya ders başarısında etkili olmaktadır. Bazı psikolojik problemler ise kişinin bedeninde bazı etkilerini göstermektedir.

Kişi problemden rahatsızlık duydukça kısır, döngü içine girmekte ve problem gittikçe artmaktadır. Ciltte çıkan yaraları yolma, tırnak yeme ve saç yolma problemleri bu süreçte ortaya çıkabilmektedir. Bununla beraber yara yolma yüzde olduğu takdirde çevrenin etkisiyle birlikte sorun daha da artmaktadır.

Hastalığın ortaya çıkmasında ve devamında çevresel şartlar ve kişilik özellikleri birlikte etkilidir. Kişinin kendine güven duygusunun eksikliği, mükemmeliyetçi olması, insanlarla ilişkilerde aşırı duyarlılık, streslerle başa çıkma becerilerinin eksikliği ya da aşırı yük altında olma, bunlar arasında sayılabilir. Depresyon, takıntılar, kaygı bozukluğu beden kimyasının bozulmasına sebebiyet vererek bu tür problemlere yol açmaktadır.

Sıklıkla karşılaştığımız sorunlardan biri ,kişinin yüzünde sivilcelerin çıkmasıdır. Bu sivilcelerin yolunması ya da kaşınması yaralara, mikrop kapması halinde ise yayılmasına neden olur. Cilt bu sebeple giderek bozulur. Kişinin bu davranışını kontrol edememesi ve görünüşünün gittikçe değişmesi, insanların kendisine acıyan gözlerle bakması, o ferdi daha da sıkıntıya sokar. Bu kişiler bazı ilaçlar kullansa da çözüm geçici olabilir. Yüzde çıkan sivilce ve yaraları yolma ve yaralar oluşturma, psikolojik kaynaklı deri hastalığıdır. Tedavinin şekli, sorunun kaynağına göre değişmektedir. Hastanın profesyonel destek almayı kabul etmemesi ya da fayda sağlayacağına inanmaması, kendi kendine çözmeye çalışması, sıklıkla tedaviyi zorlaştırmaktadır. Bunda kişisel nedenler olduğu gibi maddi nedenler de etkili olmaktadır. Tedavinin gecikmesi, kişinin dış dünyadan uzaklaşmasına, kendine güvenini kaybederek öğrenim hayatını ya da iş hayatını yarıda bırakmasına yol açmakta, bu da problemin daha da şiddetlenmesine sebep olmaktadır.



Nasıl bir tedavi yolu izlenmeli?

Kişinin çevresindekiler tarafından anlaşılması, sorumluluklarının paylaşılması bu tür rahatsızlıkların ortaya çıkmasını ya önlemekte ya da iyileşmesini kolaylaştırmaktadır. Birkaç günlük tatil, yakın akraba ya da arkadaş ziyaretleri, spor, sağlıklı beslenme, kişinin gevşeyip rahatlaması problemin hafiflemesini sağlar. Kişinin sevdiği meşguliyetlerle uğraşması, iç enerjisini uygun şekilde kanalize etmesi de yararlı olmaktadır. Zorlama ve kınama, problemin daha çok artmasına sebep olmaktadır. Bu süreçte cilt hastalıkları uzmanının tedavisine de devam edilmelidir.

Huzursuz bacak sendromu en çok uykuda rahatsız ediyor

Huzursuz bacak sendromu, "uyku veya istirahat sırasında genellikle bacaklarda ortaya çıkan huzursuzluk ve bunu takip eden hareket etme ihtiyacı ile kendini gösteren bir hastalık" olarak tanımlanıyor.



Bayındır Hastanesi İçerenköy Ortopedi ve Travmatoloji Bölümü'nden Doç. Dr. Cihangir Yurdoğlu, rahatsızlığın en çok bacaklarda görülmekle birlikte kollarda ve vücudun başka bölümlerinde de görülebileceğini söyledi.

Huzursuz bacak sendromlu hastalarda şikâyetler genellikle yirmili yaşlarda başlar. Arada sessiz geçen aylar hatta yıllar olabilir; ancak zaman içinde rahatsızlık ilerler. İkinci grupta rahatsızlıklar ise 40 yaşından sonra ortaya çıkar ve altta yatan bir başka hastalık bulunur. Bu durumda hekimler daha ayrıntılı tetkikler ister. En sık görülen neden ise demir eksikliğine bağlı kansızlıktır. Ailesinde bu sendrom bulunan kişilerde, hastalığın daha sık görülüyor olması, hastalık sebebinin genetik olabileceğini de düşündürür. Ayrıca diyabeti, böbrek yetmezliği, guatrı olan kişilerde, bazı nörolojik hastalıklarda, bacaklarında varis bulunanlarda da da gözlenir. Cihangir Yurdoğlu, yapılan çalışmaların hastalığın kadınlarda erkeklere göre iki misli daha fazla görüldüğünü aktarıyor. Yurdoğlu, hamileliğin özellikle son üç ayında bu sendromun ortaya çıkabildiğini belirtiyor. Kişiler çoğunlukla şikâyetlerini tarif etmekte zorlanır ve bu durumu "yanma, uyuşma, gerilme, karıncalanma, kaşınma, iğne batması" gibi terimlerle ifade etmeye çalışır.

AİLE-SAĞLIK

12-14 yaş öğrencisi olan öğretmenlere 9 tavsiye

13 yaşındaki Ayşe, annesine, "Sen bana karışamazsın, istediğim diziyi izlerim, istediğim şeyi giyerim, istediğim yere giderim, Face'de de istediğim yorumu yaparım, çocuk değilim artık!" diyor.



Ayşe, ön ergenlik dönemini yaşıyor. Bu dönem Ayşe'nin kendini mutsuz hissedebildiği, 'ben kimim?' diye kendini sorguladığı, 'ben de varım üstelik sizden farklı bir bireyim' düşüncesini ispatlamaya çalıştığı yaşlardır. Bağımsızlığın yanında aslında anne ve babasına bağlılığı ve desteklenmeyi de istediği, kararsız ve kaygılı bir dönemdir bu.

12-14 yaş, ön ergenlik dönemi olarak tanımlanır. Somut düşünceden soyut düşünceye geçildiği, çocuğun anne-babasının değerlerini sorguladığı fırtınalı bir süreçtir. Bu dönemde çocuğun ebeveynlerine karşı gelmeleri, çekişmeleri artar. "Ben bireyim, sizden farklı düşüncelere sahip olabilirim" dediği ve bunu anne-babasına yansıttığı, onlarla çatışma yaşadığı, hem bedensel hem de psikolojik açıdan birçok temel değişikliğin oluştuğu bir dönemdir. Daha çok yalnızlık duygusuna kapılırlar, endişelerini ve isteklerini eskisi kadar ebeveynleriyle paylaşmak istemezler.

Çocuk evde gösterdiği bu huzursuz, kararsız durumu okul ortamında da devam ettirir. Bu zorlanmayı okulda öğretmenler de yaşar. Ergen itiraz edebilir, eleştirebilir, sorgulayabilir, hareketli, kararsız, kaygılı davranabilir. Tüm bu süreç, çocuğun verdiği tepkiler aslında onun gelişiminde önemli bir role sahiptir. Birçok anne-babanın çocuklarına ulaşamadıklarını düşündükleri bu dönemde aslında öğretmenler doğru yaklaşımlarla bu ön ergenlerin dünyalarında ebeveynden daha da etkili olabilirler. Çocuklar, öğretmenlerinin arkadaş gibi yaklaşımlarını ve onları anlama gayret ve çabalarını önemser ve yakınlık gösterirler.

12-14 çocuklarıyla ilgilenen öğretmenlerimize yönelik iletişim önerilerimiz şunlar olabilir;

1. BİLİN: Bu dönemin özelliklerini çok iyi bilin.

2. KABUL EDİN: Öğrencilerinizi olduğu gibi kabul edin. Kabul etmek, onların duygularını anlama ve saygı gösterme çabasıdır. Öğrencilerinizin duygu düşüncelerine saygı gösterin. Öğrenciler saygıyla dinlenilmek ve anlaşılmak isterler. Onlarla göz kontağı kurarak konuşun.

3. İZİN VERİN: Kendilerini ifade etmelerine izin verin. Kabul etmek zor olsa da sizden çok farklı düşüncelere ve duygulara sahip olabileceğini unutmayın. Esnek ve anlayışlı olun. Baskıcı olmayın.

4. DİKKAT EDİN: İletişim becerilerinize dikkat edin. Öğrencilerin saygısızlığından yakınan öğretmenler, çoğunlukla olumsuz değerlendirmelerde bulunan öğretmenlerdir. Yargılamayın, eleştirmeyin, ad takmayın, suçlamayın. Öğüt vermeyin, kendinizi anlatmayın, başka öğrencilerle kıyaslama yapmayın.

5. SORUN: Bir sorun yaşadıysanız, sorunu aramaya kendinizden başlayın. 'Ben nasıl bir öğretmenim, iyi bir dinleyici miyim, öğrencilerimi anlayabiliyor muyum?' diye sorun kendinize.

6. SAMİMİ OLUN: Öğrencilerinizle ilişkinizde samimi olun. Soğukkanlı, esprili, yeniliklere açık, öğrenmeyi seven biri olmaya çalışın ve onların ilgi alanlarını öğrenin. Takip ettikleri güncel film ve oyunlardan haberdar olun.

7. DİNLEYİN: İyi bir dinleyici olun. Onları her defasında öğütlere boğmayın. Gençler de tıpkı yetişkinler gibi bazen güvendikleri birisinin onları sadece dinlemesini isterler.

8. KONUŞUN: Öğrencilerinizle net ve tutarlı konuşun. Sabırlı açıklamalarda bulunun. Mantıklı cevaplar verin. Öğretmen olarak duygularınızı, beklentilerinizi, kabul sınırlarınızı dile getirin ve uzlaşma zemini içinde hareket etmeyi amaç edinin. Onların tavsiyelerinize, samimiyetinize ve desteğinize ihtiyaçları var.

9. SEVGİNİZİ GÖSTERİN: Öğrencilerinizi sevin ve onlara sevgiyle bakın. 'Bu çocuk baş belası, bununla uğraşamam' demeyin. Bu şekildeki bir bakışla çocukta ilerleme sağlayamazsınız. 'Bu çocuğa ne verebilirim, nasıl verebilirim, nasıl yaklaşmam gerekir?' diye dertlenin. Öğrencilerinize sevginizi gösterin. Övülmesi gereken durumlarda onları övün. Alternatif yollar denemeye açık olun ve moralinizi yüksek tutun. Ergen çocuklar, kendilerini olduğu gibi kabul eden, seven bakışlar bulamazlarsa öğretmen ve ailelerinden uzaklaşır.

12-14 yaş öğrencisi olan öğretmenlere 9 tavsiye

13 yaşındaki Ayşe, annesine, "Sen bana karışamazsın, istediğim diziyi izlerim, istediğim şeyi giyerim, istediğim yere giderim, Face'de de istediğim yorumu yaparım, çocuk değilim artık!" diyor.



Ayşe, ön ergenlik dönemini yaşıyor. Bu dönem Ayşe'nin kendini mutsuz hissedebildiği, 'ben kimim?' diye kendini sorguladığı, 'ben de varım üstelik sizden farklı bir bireyim' düşüncesini ispatlamaya çalıştığı yaşlardır. Bağımsızlığın yanında aslında anne ve babasına bağlılığı ve desteklenmeyi de istediği, kararsız ve kaygılı bir dönemdir bu.

12-14 yaş, ön ergenlik dönemi olarak tanımlanır. Somut düşünceden soyut düşünceye geçildiği, çocuğun anne-babasının değerlerini sorguladığı fırtınalı bir süreçtir. Bu dönemde çocuğun ebeveynlerine karşı gelmeleri, çekişmeleri artar. "Ben bireyim, sizden farklı düşüncelere sahip olabilirim" dediği ve bunu anne-babasına yansıttığı, onlarla çatışma yaşadığı, hem bedensel hem de psikolojik açıdan birçok temel değişikliğin oluştuğu bir dönemdir. Daha çok yalnızlık duygusuna kapılırlar, endişelerini ve isteklerini eskisi kadar ebeveynleriyle paylaşmak istemezler.

Çocuk evde gösterdiği bu huzursuz, kararsız durumu okul ortamında da devam ettirir. Bu zorlanmayı okulda öğretmenler de yaşar. Ergen itiraz edebilir, eleştirebilir, sorgulayabilir, hareketli, kararsız, kaygılı davranabilir. Tüm bu süreç, çocuğun verdiği tepkiler aslında onun gelişiminde önemli bir role sahiptir. Birçok anne-babanın çocuklarına ulaşamadıklarını düşündükleri bu dönemde aslında öğretmenler doğru yaklaşımlarla bu ön ergenlerin dünyalarında ebeveynden daha da etkili olabilirler. Çocuklar, öğretmenlerinin arkadaş gibi yaklaşımlarını ve onları anlama gayret ve çabalarını önemser ve yakınlık gösterirler.

12-14 çocuklarıyla ilgilenen öğretmenlerimize yönelik iletişim önerilerimiz şunlar olabilir;

1. BİLİN: Bu dönemin özelliklerini çok iyi bilin.

2. KABUL EDİN: Öğrencilerinizi olduğu gibi kabul edin. Kabul etmek, onların duygularını anlama ve saygı gösterme çabasıdır. Öğrencilerinizin duygu düşüncelerine saygı gösterin. Öğrenciler saygıyla dinlenilmek ve anlaşılmak isterler. Onlarla göz kontağı kurarak konuşun.

3. İZİN VERİN: Kendilerini ifade etmelerine izin verin. Kabul etmek zor olsa da sizden çok farklı düşüncelere ve duygulara sahip olabileceğini unutmayın. Esnek ve anlayışlı olun. Baskıcı olmayın.

4. DİKKAT EDİN: İletişim becerilerinize dikkat edin. Öğrencilerin saygısızlığından yakınan öğretmenler, çoğunlukla olumsuz değerlendirmelerde bulunan öğretmenlerdir. Yargılamayın, eleştirmeyin, ad takmayın, suçlamayın. Öğüt vermeyin, kendinizi anlatmayın, başka öğrencilerle kıyaslama yapmayın.

5. SORUN: Bir sorun yaşadıysanız, sorunu aramaya kendinizden başlayın. 'Ben nasıl bir öğretmenim, iyi bir dinleyici miyim, öğrencilerimi anlayabiliyor muyum?' diye sorun kendinize.

6. SAMİMİ OLUN: Öğrencilerinizle ilişkinizde samimi olun. Soğukkanlı, esprili, yeniliklere açık, öğrenmeyi seven biri olmaya çalışın ve onların ilgi alanlarını öğrenin. Takip ettikleri güncel film ve oyunlardan haberdar olun.

7. DİNLEYİN: İyi bir dinleyici olun. Onları her defasında öğütlere boğmayın. Gençler de tıpkı yetişkinler gibi bazen güvendikleri birisinin onları sadece dinlemesini isterler.

8. KONUŞUN: Öğrencilerinizle net ve tutarlı konuşun. Sabırlı açıklamalarda bulunun. Mantıklı cevaplar verin. Öğretmen olarak duygularınızı, beklentilerinizi, kabul sınırlarınızı dile getirin ve uzlaşma zemini içinde hareket etmeyi amaç edinin. Onların tavsiyelerinize, samimiyetinize ve desteğinize ihtiyaçları var.

9. SEVGİNİZİ GÖSTERİN: Öğrencilerinizi sevin ve onlara sevgiyle bakın. 'Bu çocuk baş belası, bununla uğraşamam' demeyin. Bu şekildeki bir bakışla çocukta ilerleme sağlayamazsınız. 'Bu çocuğa ne verebilirim, nasıl verebilirim, nasıl yaklaşmam gerekir?' diye dertlenin. Öğrencilerinize sevginizi gösterin. Övülmesi gereken durumlarda onları övün. Alternatif yollar denemeye açık olun ve moralinizi yüksek tutun. Ergen çocuklar, kendilerini olduğu gibi kabul eden, seven bakışlar bulamazlarsa öğretmen ve ailelerinden uzaklaşır.

Dâüssıla

Dinliyorum ruhumu gurbetten usanmışım,Ben bu 'dâüssıla'ya dayanırım sanmıştım...



Her yeri vatan saymada meğer aldanmışım,

Herkesle hemdem olacağıma inanmıştım...

***

Yok yaşamanın bu diyarda ölümden farkı,

Sisli-dumanlı geçiyor inadına zaman;

Duyulmuyor hiç hayattan dinlediğim şarkı,

Tın tın nabızlarımda ruhumdaki hafakan...

İç murakabe deyip kendimi dinliyorum,

Gördüğüm çerçevede yapayalnız efkârım;

Bir mum macerası; yanıyor ve eriyorum,

Olsaydı aydınlatmak bari yanarken kârım!..

M. Fethullah Gülen

Bıçak sırtında bir mü'min

Bir insanın, ahiret hesabına korkması ve kendi akıbetinden endişe etmesi çok önemlidir.



Çünkü bu endişe, onu Allah'a yönelmeye ve günahlara karşı tavır almaya sevk eder; gelecekte tehlikeli hallere maruz kalmaması için, teyakkuza geçmesini ve uyanık olmasını sağlar. Akıbetinden endişe etmeyen gafillerin halini, Kur'an-ı Kerim şöyle anlatır: "Binasını, Allah'a karşı gelmekten sakınma ve O'nun rızasını kazanma temelleri üzerine kuran kimse mi hayırlıdır; yoksa yapısını, yıkılmak üzere olan bir uçurumun kenarına kurarak onunla beraber Cehennem'e yuvarlanan mı? Allah zalimler gürûhuna hidâyet etmez, onları umduklarına eriştirmez." (Tevbe, 9/109) Bu âyette geçen "cüruf" kelimesi, her an yıkılmaya hazır bir yar demektir. İşte ameline güvenen ve akıbetinden endişe etmeyen insanların imanı -şayet varsa- tıpkı sel sularının dere kenarında biriktirdiği toprak üzerine yapılan ev gibidir ve onun yıkılması an meselesidir.

Hak dostları "hayatta iken havf kapısını ardına kadar açık bırakmak ve ölüm zamanı da recâya yapışmak" gerektiğini söylerler. Mü'minler, Allah'tan, Kıyamet gününün dehşetinden, Cehennem azabından ömür boyu korkmalıdırlar. Fakat bu korku onları pasifliğe, hareketsizliğe, ümitsizlik ve karamsarlığa itmemelidir. Aksine onları, korkunun sebeplerini ortadan kaldıracak tutum ve davranışlara yöneltmelidir.

Aslında Kur'ân-ı Kerîm, gönüllerimize bütün bir hayat boyu âkıbet-endiş olma duygusunu aşılar ve ayaklarımızı her zaman yere sağlam basmamızı hatırlatır. Cenâb-ı Hak, bizim için çok defa havfı bir kamçı olarak kullanır. Nasıl, annesi tarafından azarlanan çocuk yine onun şefkatli kucağına koşuyorsa; korku ve endişeler de bizi İlâhî rahmetin enginliklerine yöneltir ve Allah'a sığınma duygularımızı tetikler. Ayrıca, sadece Cenâb-ı Hak'tan korkup yalnızca ahiretinden endişe eden bir vicdan, başkalarından korkma ve dünyevî endişelerle titreme belasından da kurtulmuş olur. "Eğer gerçek mü'minler iseniz, onlardan korkmayın, Benden korkun!" (Âl-i İmrân, 3/175) mealindeki ayet-i kerime de, insan mahiyetindeki korku hissinin sağa-sola dağıtılmamasını ve dağınıklığa düşülmemesini vurgular.

Dahası, korku ve ahiret endişesinin derecesi imanın derecesini de gösterir. Hakiki mü'minler hayır ve hasenât adına koşar durur, daima salih amellerde bulunurlar ama amellerinin kabul olup olmadığı hususunda da sürekli endişe yaşar; yapıp ettiklerine asla güvenmezler. Şu kadar var ki, bu endişe onları ye'se atmaz, bilakis, daha çok gayret göstermeye, hayır ardında daha fazla koşturmaya sevk eder.

İman hem nurdur hem kuvvettir

Biz, Cenâb-ı Hakk'ı tanımamız, O'nu tasdik etmemiz ve imanımız sayesinde, bu dünyayı bir zikirhâne, bir eğitim alanı ve bir imtihan meydanı gibi görürüz.



İrademizin yetersiz kaldığı noktada, Allah Teâlâ'nın sonsuz iradesine dayanır; üstesinden gelemeyeceğimiz konularda O'nun kudretine itimat ederiz. Dolayısıyla, kendi acizliğimize rağmen Hakk'ın kudretiyle güçlü olur; fakr u zaruret içinde bulunduğumuz anlarda bile O'nun servetiyle zenginleşiriz. Şu dünyadaki bütün doğumları askerlik vazifesine başlama, ölümleri de askerlikten terhis olma sayarız. Bundan dolayı da bizim nazarımızda kâinattaki herkes ve her şey birer vazifeli memurdur ve her ses birer zikir, tesbih ve şükür nağmesidir.

Eserlerinde sürekli bu hakikati ifade eden Hazreti Üstad, "İman hem nurdur, hem kuvvettir. Hakikî imanı elde eden adam, kâinata meydan okuyabilir ve imanın kuvvetine göre, hâdisâtın tazyikâtından kurtulabilir." der. Evet, kâinata iman nuruyla baktığımız sürece, bizim nazarımızda dünya karanlık değildir. Varlık ve eşyanın ifade ettiği manalar açıktır. Mahlukatın çehresindeki her şeyi çok rahatlıkla okuyabilir; kendi varlığımızın ifade ettiği hakikatleri kolayca anlayabiliriz. Dünyanın ve insanlığın akıbeti mevzuunda da inanç ve kanaatlerimiz nettir; ebedî yokluk olmadığını; Cennet ya da Cehennem'le noktalanan bir yolculukta bulunduğumuzu; Cennet ve Cehennem'in de, belli ölçüde ve şart-ı âdi planında insanların iradelerine bağlandığını; iradesinin hakkını verenlerin –Allah'ın inayetiyle– Cennet'e, hevâ ve heveslerine yenilenlerin de –adl-i ilahîyle– Cehennem'e sevk edileceğini söyleyebiliriz. Sahabe efendilerimizden Hârise b. Mâlik el-Ensârî'nin "Şimdi Rabb'imin arşını ayan-beyan görür gibiyim. Sanki şu an Cennet ehlinin birbiriyle ziyaretleşmelerini görmekteyim. Âdetâ Cehennemliklerin çığlıklarını duyuyorum." dediği gibi diyemesek de; Cehennem'dekilerin gulgulelerini (bağrışıp çağrışma, velvele) ve Cennet ehlinin şevk ü târab içinde neşeli seslerini duyamasak da, bunların bir hakikat olduğuna biz de inanıyoruz. Belki bazen kendimizi az sıksak Cehennem'in velvelesini duyacak gibi oluyor; bir yarım adım daha atsak Cennet koridoruna gireceğimiz hissine kapılıyoruz; yani, Cennet ve Cehennem'i çok yakınımızda biliyor ve varlıklarına kat'i iman ediyoruz. Belli ölçüde bütün varlığın mâhiyetini okuyor ve her şeyin O'na delalet ettiğini görüyoruz. Bu da, içinde bulunduğumuz anı nurlandırdığı gibi gelecek adına da ufkumuzu aydınlatıyor; hiçbir şey bizim için müphem ve muğlâk kalmıyor.

Ayrıca, O'nun gönderdiği rehberler sayesinde vazife ve sorumluluklarımız da artık bâriz ve beyyin; onlar da bir aydınlık içinde. Namaz kıldığımız zaman ne yaptığımızı biliyoruz. Onu mü'minin miracı, kalblerin nuru ve sefine-i dinin dümeni olarak görüyoruz. Onunla Allah'a yaklaştığımıza ve başımızı yere koyduğumuz an O'na en yakın hâle geldiğimize inanıyoruz. Oruç tuttuğumuz zaman, "Oruç Benim içindir; sevabını da bizzat Ben veririm" vaad-i sübhânîsiyle ümitleniyor; sevabını sadece Allah'tan bekliyor ve mükafâtını alacağımız hususunda da asla şüpheye düşmüyoruz. Hacca giderken, yeniden bir doğuş ve diriliş yaşama, günahların ağırlığını Arafat'ta döküp yüklerden kurtularak geri dönme duygularıyla dopdolu olarak yola koyuluyor ve Rahman'ın misafirlerinin mutlaka misafirperverlik göreceklerine itimad ediyoruz. İşte bütün bu inanç, ümit ve uhrevî beklentiler, hem sorumluluklarımız, hem mesuliyetlerimiz ve hem de umduğumuz mükafâtlar adına bize gayet açık, oldukça net ve çok güzel manalar fısıldıyor. Bunlar sayesinde, Bediüzzaman Hazretleri'nin ifade ettiği, "İman bir mânevî tûbâ-i Cennet çekirdeğini taşıyor. Küfür ise mânevî bir zakkum-u Cehennem tohumunu saklıyor." hakikatini vicdanlarımızda duyuyoruz. O tûbâ-i Cennet çekirdeği sayesindedir ki, gam ve keder sâikleriyle kuşatıldığımız zamanlarda bile hep huzur içindeyiz ve asla ne devamlı gam çekiyor ne de kederin süreklisini biliyoruz. Bazı anlarda gam ve keder tatsak bile, hemen Allah'ı zikrediyor, O'nun güç ve kuvvetine dayanıyor, İlahî merhamete sığınıyoruz. Böylece sıkıntıların arka yüzündeki uhrevî güzellikleri görerek elemleri lezzetlere çeviriyor ve korku, endişe, gam ve kederleri "hüzn-ü mukaddes" renkleriyle beziyoruz.

Mukaddes Hüzün

Tabiî ki, inanan bir insan da bazı korkular yaşayabilir, bazen bir kısım endişelerin ağına düşebilir. Fakat onun korku ve endişeleri dünyevîlikten çok uzaktır ve mukaddes bir hüzün çerçevesindedir. Çünkü o korku ve endişelerin arkasında, mücerred, kuru bir imana güvenmeme duygusu ve imanı daha sağlam bir teminat altına alma ihtiyacı vardır. İnsanın kendi ameline güvenmemesi, imanını koruma altına almak için emin yollar araması ve her an düşebileceği endişesiyle Cenâb-ı Hakk'ın rahmetine iltica etmesi de yine imandan kaynaklanan bir hâldir. Eğer iman etmişseniz, mutlaka Cennet'i ümit edecek ve Cemâlullah arzusuyla öteleri gözleyeceksiniz. Aynı zamanda, "Allah korusun, attığımız yanlış bir adımdan ötürü ya Cennet kapısından geriye dönersek ne olur bizim halimiz? Müslüman doğduk, Müslüman yaşadık; fakat, hafizanallah, ya devrilir gider ve hayatın sonunda bir çukura yuvarlanırsak ne yaparız?" şeklinde endişeler de duyacaksınız. İşte, ahiret hesabına böyle bir korku ve endişe içinde olma da imanın gereğidir. Bir insan, burada kendini rahat hissediyor, "Buldum, erdim, kurtuldum" diyorsa, onun akıbetinden endişe edilir. Fakat, ebedî hayat adına hâlinden endişe duyuyor, ahiret korkularını burada yaşıyorsa, ötede endişelerden âzâde hâle gelir.


1- Biz, Cenâb-ı Hakk'a imanımız sayesinde, irademizin yetersiz kaldığı noktalarda, Allah Teâlâ'nın sonsuz iradesine dayanır; O'nun yüce kudretine itimat ederiz.

2- Kâinata iman nuruyla baktığımız sürece, bizim nazarımızda dünya, karanlık ve vahşetle dolu bir yer değildir. Varlık ve eşyanın ifade ettiği manalar apaçıktır.

3- İnanan bir insan da bazı korkular yaşayabilir. Fakat onun korku ve endişeleri dünyevîlikten değil uhrevilikten doğar ve mukaddes bir hüzün çerçevesindedir.