27 Ocak 2012 Cuma

Sebât

Çark edip durma öyle, maksûda eremezsin;Yerinde kalmayınca, meyveyi deremezsin!



Varan sebâtla vardı, gidip menzile erdi,

Sen sebât etmeyince, Dost yüzü göremezsin!

Yollar uzun ve yaman, yolcuya azık iman,

İnançla gerilmezsen, Cennet'e giremezsin.

Köprü yıkık, yol bozuk, elden tutan kimse yok,

Çözmüşse Hak örgünü, sen onu öremezsin..

Derin dere, sarp yokuş, hak erine hepsi hoş,

Geçmek vazife sana, kimseyi yeremezsin.

Varanlar vardı çoktan, varlığa erdi "yok"tan,

Yok olmayınca sen, huzûra yüz süremezsin!..

M. Fethullah Gülen

Biz de sabır yağmuruna muhtacız...

Bizim, hâlihazırdaki mücadelelerimiz, Tâlût'un ordusunun, Ashab-ı Bedir'in, Uhud kahramanlarının, Malazgirt, Niğbolu ve Çanakkale yiğitlerinin mücahedeleri gibi değildir.



Onlar maddî bir savaşın içindeydiler ve her an ölümle burun buruna, şehadetle karşı karşıya idiler. Doğru, biz öyle zorlardan zor bir duruma düşmedik; ne var ki, bugün de içinde bulunduğumuz zamanın şartlarına göre bazı zorluklar yaşadığımız ve sabra çok muhtaç olduğumuz bir gerçektir.

Evet, bugünün dünyasında da Câlût ruhlu bir sürü tiran var. Bazıları açıktan açığa Allah'a, Peygamber'e, Kur'an'a saldırıyorlar. Dünyanın değişik yerlerindeki Müslümanlara sırf dinlerinden ve diyanetlerinden dolayı zulmediyorlar. İnsanlar arasına fitneler sokuyor, mezhep çatışmalarını körüklüyor, ırkî mülahazalara bağlı kavgaları ateşliyor ve İslam dünyasında kardeş kanı dökülmesine sebebiyet veriyorlar. Bütün bu olup bitenleri görüp muvazeneyi koruyabilme sabr-ı cemilden başka ne ile mümkün olabilir ki? İster ferdî ister ailevî isterse de içtimaî olarak din ve diyanetin gereklerini yerine getirme hakkı tanınmıyorsa, onu bütün erkânıyla yaşama fırsatı verilmiyorsa, inanan kadınların saçıyla, başıyla uğraşılıyorsa, genç kızlara dinin emrini de yerine getirmek suretiyle eğitimlerini özgürce tamamlama imkânı sağlanmıyorsa.. bilakis insanlar dinî kanaatlerinden ve inançlarından dolayı, ayırımlara tabi tutuluyor, hakaretlere uğruyor ve zulüm görüyorsa.. bütün bunlara da ancak sabr-ı cemille katlanılabilir.

Müslümanların bugün maruz kaldığı mazlumiyet ve mağduriyetler karşısında, "Rabb'imiz, bizim başımızdan aşağı da sağanak sağanak sabır yağdır; gönüllerimizi sabırla, cesaret ve metanetle doldur. Bizi öyle sabır kahramanları eyle ki, hep sabır duyalım, sabır düşünelim, sabır görelim ve sabırla gerilelim... Hepimizi din ve diyanet üzere sabit kadem eyle; bize masiyetlere karşı dayanma gücü, musibetlere tahammül kuvveti ver.. kalblerindeki inanç hissini köreltmiş, kâinattaki en aşikâr gerçek olan Ulûhiyet hakikatini göremeyen körlere, mazhar olduğu nimetleri görmezlikten gelen nankörlere karşı bizi zaferyâb kıl." diye sürekli inlesek yine de azdır.

Hâsılı; sabır, kurtuluşa ermenin sırlı-sihirli anahtarıdır; sabreden bir kimse mutlaka aradığını bulur.. ibadet ü taatte sabreden nihayet huzura kavuşur.. mâsiyet karşısında dişini sıkıp günahlardan uzak kalan ve musibetleri takdir-i İlahî bilip onlara güzelce tahammül gösteren sonunda Cennet'e girer. Hasımlarının değişik komplolarına rağmen çizgisini koruyan, durduğu yerin hakkını veren ve hep mü'min karakterinin gereğini sergileyen de er ya da geç zafere erer.

Günahlar karşısında sabır talebi

Hazreti İsa'nın (aleyhisselam) doğumundan yaklaşık olarak 9-10 asır önce Mısır ile Filistin arasında Amalika adlı bir kavim yaşamaktaydı.



Câlût adında bir hükümdar tarafından idare edilen bu kavim, İsrailoğulları'na saldırıp onları perişan etmiş; vatanlarından kovmuş, çoluk çocuklarından ayrı koymuştu. Bunun üzerine İsrailoğulları, peygamberlerine müracaatta bulunmuş, düşmanlarıyla çarpışmak için kendilerine bir komutan tayin etmesini istemişlerdi. "Ne olur, bize bir hükümdar tayin et de biz de Allah yolunda cihad edelim" demişlerdi. İsrailoğulları'nın fıtratını çok iyi bilen o peygamber, "Ya savaşma emri size farz kılınır, siz de savaşmazsanız?" deyince onlar, "Ne diye Allah yolunda cihad etmeyelim ki; vatanlarından çıkarılan biz, çoluk çocuğundan ayrı düşenler de yine biziz." cevabını vermişlerdir. Onlar böyle deseler de, cihad kendilerine farz kılınınca içlerinden çoğu sözlerinden dönüvermiş ve geride ahdine sadık pek az insan kalmıştır. Fakat dönemin peygamberi, bunu önceden bilmesine ve onların daha sonra takınacakları tavrı o anki hallerinden okumasına rağmen İsrailoğulları'nın kumandan talebini geri çevirmemiş, Tâlût'u hükümdar ve başkomutan olarak tayin etmiştir.

Tâlût ve Suyla İmtihan

İsrailoğulları başlangıçta işi zenginlik ve kavmiyetçilik noktasından ele almış ve Tâlût'un hükümdarlığını tasvip etmemişlerdi. Peygamberleri onlara seçimin Allah Teâlâ tarafından yapıldığını ima etmiş, Tâlût'un Hak indindeki yerine dikkat çekmiş ve devamla şöyle demişti: "Onun hükümdarlığının alâmeti, size içinde Rabb'inizden bir sekîne ile Mûsâ ve Harun'un manevî mirasından bir bakiyye bulunan ve meleklerce taşınan bir sandığın gelmesidir. Eğer iman etmeye niyetli iseniz bunda, elbette sizin için delil vardır." İşte, İsrailoğulları ancak o zaman Tâlût'un hükümranlığına razı olmuşlardı.

Tâlût, Câlût'a karşı sefere çıkmak üzere ordusunu harekete geçirince askerlerine şöyle demişti: "Allah sizi, bir ırmakla imtihan edecek. Onun suyundan kana kana içen benden sayılmayacak; sadece avucuyla aldığı miktar muaf olmak üzere, kim o sudan içmezse o da benden sayılacak." Böylece, Tâlût onları uyarmıştı; fakat onlar, -pek azı hariç- suyun başına varır varmaz ondan avuç avuç içmişlerdi. İçmiş ama içtikçe daha bir susamış, bir türlü suya kanmamış ve imtihanı kaybederek yolda kalmışlardı. Tâlût ve zaruret miktarı bir avuç suyla iktifa eden sâdık müminler ise ihtiyaçlarını görüp ırmağın diğer tarafına selametle geçmişlerdi. Suyun öbür yakasında kalanlar, yeis ve inkisar şurubu içmişçesine "Bugün bizim Câlût ve ordusuna karşı duracak tâkatimiz yoktur" demiş, geri çekilmişlerdi; ama ölümden sonra diriltilip Allah'ın huzuruna çıkacaklarını bilen diğerleri, "Nice küçük topluluklar vardır ki, Allah'ın izniyle, büyük cemaatlere galip gelmiştir. Doğrusu Allah, sabredenlerle beraberdir." diyerek yollarına devam etmişlerdi.

Evet, mü'minler, ahde vefa göstererek Hak yolunda şehid veya vazifesini yapmış gazi olmaya karar vermişlerdi. Onlar, Câlût'u ve onun yüreklere korku salan ordusunu görünce ürküp kaçma yerine Tâlût'un etrafında daha bir kenetlenmiş ve Allah'a teveccüh edip sabra sarılmak gerektiğine inanarak şöyle niyaz etmişlerdi: "Ya Rabbenâ, üstümüze gürül gürül sabır yağdır, ayaklarımıza sebat ver ve kâfir topluluğa karşı bizi muzaffer eyle!" (Bakara, 2/250)

İşte, İsrailoğulları'ndan çoğunun onca hır-gür çıkarmalarından, ahde vefasızlık yapmalarından ve inananları yüz üstü bırakıp geri dönmelerinden sonra, sadıkların o kadarcık bir teveccühünü Cenâb-ı Hak cevapsız ve mükâfatsız bırakmamıştı. Allah'ın izni ve inayetiyle Dâvud (aleyhisselam) Câlût'u öldürmüş ve Tâlût ordusu düşmanlarını bozguna uğratmıştı.

Neye Karşı Sabır?

Sabır, bir zaviyeden diyanetin yarısını teşkil eden çok önemli bir kalbî ameldir; o sadece belalara münhasır değildir, onun pek çok çeşidi, derinliği, yanı vardır. Hazreti Üstad, belli başlı sabır çeşitlerini üç kategoride toplamış; hususiyle masiyetten uzak durmayı, musibetlere katlanmayı ve ibadet ü taatte devamlı olmayı nazara vermiştir. Bununla beraber, sabredilen hususlar itibarıyla sabır çeşitlerini çoğaltmak da mümkündür: Dünyanın cezbedici güzellikleri ve nefsi gıcıklayan nimetleri karşısında istikameti koruma adına sabır, belli bir vakte bağlı işlerde zamanın çıldırtıcılığına karşı sabır, ermiş insanların can ü gönülden cemâl-i İlahi'yi arzu etmelerine rağmen dine hizmeti kendi nefislerine tercih ederek burada kalıp vazifeye devam etmeleri, her anı "Refik-i A'la" hülyalarıyla geçirdikleri halde O'nun takdirine rıza göstererek ölümü değil O'nun hoşnutluğunu istemeleri şeklindeki vuslata karşı sabır... bunlardan bazılarıdır.
Bu itibarla, bilhassa sokakların birer kanal haline gelip gözlerden gönüllere günah akıtıp durduğu günümüzde masiyetten kaçma ve ibadet ü taate sarılma adına sabır talebi çok önemlidir. Her mü'min hemen her zaman "Allah'ım! Kalbime ibadet ü taati şirin ve günahları da çirkin göster; kulluğu bana sevdir, günahlara karşı içimde tiksinti hissi uyar. İbadetlerde devamlı olma, kötülüklerden uzak durma konusunda beni sabırlı kıl!" mülahazalarıyla oturup kalkmalıdır.

1- Hazreti Üstad, belli başlı sabır çeşitlerini üç kategoride toplamış; hususiyle günahlardan uzak durmayı, musibetlere katlanmayı ve ibadet ü taatte devamlı olmayı nazara vermiştir.

2- Sokakların birer kanal haline gelip gözlerden gönüllere günah akıtıp durduğu günümüzde, günahlardan kaçma ve ibadet ü taate sarılma adına sabır talebi çok önemlidir.

El, ayak ve dudaklardaki çatlakları önemseyin

Sakarya Üniversitesi (SAÜ) Tıp Fakültesi Deri Hastalıkları Anabilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Mustafa Teoman Erdem, kış mevsiminde en çok görülen deri hastalıklarından birisinin el, ayak ve dudaklardaki çatlamalar olduğunu söyledi.



Erdem, zaman zaman kanayabilen çatlamaların çok fazla önemsenmediğini, ancak bu çatlakların vücuda önemli ölçüde mikrop girişine sebep olduğu uyarısında bulundu. Bilinenin aksine, kışın cilde daha çok önem gösterilmesi gerektiğini dile getiren Erdem, "Eldeki çatlaklardan vücuda yoğun şekilde mikrop girişi oluyor. Bu da hastalanmamıza yetiyor." dedi.

DURAN SAVAŞ SAKARYA

Zor bir eş, muhabbetle değişebilir

"Eşim zor bir insan. Evde ne yapsam memnun olmuyor. Bardağın hep boş tarafını görüyor." "İşten çıkınca eve gitmek istemiyorum. Eşim kapıdan girer girmez başlıyor, 'Annen şöyle yaptı.' diye söylenmeye."



Kadın ve erkekler böyle dert yanıyor. Kimse kendisinde hata görmüyor. Tabii olan, ne zaman sinirleneceği belirli olmayan biriyle yaşayan eşe oluyor. Bunalıyor, canından beziyor. Bu durumda eşler nasıl davranmalı? Zor biriyle yaşayan eş "Ben niye böyle biriyle evlendim?" diye hayata küsmemeli, çözüme yoğunlaşmalı. Diyaloğu kesmek, problemi kördüğüme döndürür. Bunun yerine "seni seviyorum ama şu, şu davranışların beni rahatsız ediyor." diye rahatsızlığı söz ve davranışlarla anlatmalıdır. Bazen kişi davranışının eşini rahatsız ettiğinin farkına varmayabilir. Mesajı alan eş de; "Bende problem yok sen yanlış algılıyorsun" deyip işin içinden çıkmamalıdır.

Eşini mutlu eden, kendisi de mutlu olur

Nefsi müdafaada bulunmak kolaydır. Ama vicdanî muhasebe yapmak ve eşi incitmemek için çalışmak bir erdemdir. Kendisine emanet edilen eşin hukukunu korumaktır. Eşini mutlu eden kendisi de mutlu olur. Şu gerçek hiçbir zaman unutulmamalıdır; aile bir fabrika, eşlerse o fabrikanın çarkları gibidir. O fabrikada "mutluluk kumaşı"nı dokumak için çarklar ters hareket etmek yerine birbirine güç vermelidir

Üstün zekâlı çocuklar, özürlü çocuklar kadar ilgi istiyor

Üstün yetenekli çocukların birçoğu, erken yaşlarda okuma ve yazmayı öğreniyor. Aile gerekli ilgiyi göstermez ise çocuk içine kapanıyor ve yetenekleri köreliyor. Onları yetiştirmedeki kilit nokta saygı. Bu çocuklar farklılık, fikir ve hayallerine saygı gösterilmesini istiyor.



Araştırmalara göre dünyada her 100 çocuktan en az ikisinin üstün yeteneklere ve hünerlere sahip olduğu biliniyor. Uzmanlar, çocuklardaki üstün yeteneğin yaratılıştan gelen bir özellik olduğunu söylüyor. Üstün yetenekli insanların en önemli özelliği, öğrenme hızlarıdır. Bu tür çocuklar, diğerlerine göre daha erken yaşta konuşma, okuma ve yazmayı öğreniyor. Doymak bilmez meraklarıyla sürekli yeni şeyler öğrenme azmi taşıyorlar. Eğer anne-babaları, öğretmenleri ve arkadaşları, bu çocuklara gerekli ilgiyi gösterir, sabırla onları dinler ve motive ederlerse ruhi krizlere düşmeden kendilerinden beklenen performansı gösteriyorlar. Aksi takdirde ilgisizlik, hor görülme ve baskı gibi sebepler nedeniyle yetenekleri köreliyor.

Kılıçaslan Eğitim Kurumları Akansu Koleji Psikolojik Danışman ve Rehber Öğretmeni Adem Şat, üstün zekâlı çocukların, özürlü çocuklar kadar ilgiye muhtaç olduklarını ifade ediyor. Şat, "Eğer aile ilgilenmezse bu çocuklar içine kapanarak körelir yok olurlar." diyor. Şat, üstün zekâlı çocukların, bitip tükenmek bilmeyen enerjileri sebebiyle yanlış olarak bazen kendilerinin hiperaktif olduğunun söylendiğini belirtiyor. Üstün yetenekli bir çocuğun yetişmesindeki kilit noktanın saygı olduğunu aktaran Şat, "Bu çocuklar farklılığına saygı, fikirlerine saygı, hayallerine saygı isterler. Kabiliyetlerin yeşermesi için özel müfredatlar, hususi yazılımlar ve özel programlar yanında huzurlu, emin ve sıcak bir aile ve okul ortamı da gereklidir. O nedenle özürlü bir çocuğa aileler ne kadar ilgi gösteriyorsa üstün yetenekli çocuklarına da ilgili olmak zorundalar. Bazen anne ve baba, bu çocukların talepleri, istekleri, bitmek bilmeyen enerjileri nedeniyle zor durumda kalabilir. Bu durumda ailenin diğer fertlerinden yardım talebinde bulunulmalı." şeklinde konuşuyor.



Yetişkinlerle iletişimlerinde olgun davranırlar

Üstün yetenekli çocuklar, aileleri tarafından keşfedilmeyen birçok olumlu özelliğe sahiptir. Hızlı ve kolay öğrenirler. Muhakeme ve problem çözme yetenekleri gelişmiştir. İdrakleri derindir, ilgi ve dikkat süreleri uzundur. Hafızaları güçlü olduğu için önemli detay, kavram ve prensipleri unutmazlar. Hayalleri güçlüdür. Ritim ve hareket kontrolleri gelişmiştir. Farklı konularla ilgilenirler. İnsana, hayata ve kâinata yakın alaka duyarlar. Gözlemleme güçleri fazladır. Esnek ve sıra dışı düşünürler. Meseleleri farklı perspektiflerden ele alırlar. Yetişkinlerle kurdukları iletişimde oldukça olgun bir karakter sergilerler.

Anne, çocukların sorunlarını babaya nasıl aktarmalı?

Anneler çocuklarının sorunlarını ilk elden çözmeye çalışır. Babaya birçok sorun aktarılmaz. Babanın haberdar ol-duğu sorunlar ise kimi zaman aşılamayacak bir hale dönüşmüş olabilir. Psikolog Ayşe Handan Özkan, annelerin üs-tesinden gelemedikleri problemi abartmadan, felaket senaryosuna dönüştürmeden babaya aktarmasını öneriyor.



Ailede çocuğun sorunları ile genellikle anne ilgilenir. Kimi anne bu durumu babaya yansıtmadan çözmeye çalışır. Bu da ilerleyen günlerde problemin daha da büyümesine sebep olabilir. Kimi de babayı hemen haberdar eder, netice olarak anne-çocuk ilişkisi zedelenir, çocukta anneye karşı bir güvensizlik oluşur. Sorun karşısında iki ara bir derede kalan anne, nasıl bir yol izlemeli ki, iki tarafı da memnun etsin? Öncelikle olayın mahiyetine bakmak gerektiğini söyleyen psikolog Ayşe Handan Özkan, "Büyük bir problem ise abartmadan, felaket senaryosu oluşturmadan, uygun bir dille babaya aktarılmalı ve olumsuz durum birlikte aşılmalı." tavsiyesinde bulunuyor.

Özkan, toplumda her problemi annenin çözmesi gerektiği algısının yanlış olduğunu ifade ediyor. Bu durum da babanın kendisini sorunlardan soyutlanmış hissettiğini belirten Özkan, ayrıca bir problemle yüzleştiğinde ne yapacağını bilemez hale geldiğini söylüyor. Ayşe Handan Özkan, "Bir baba, daha küçük yaşlarında çocuklarının basit sorunları olduğunda ne yapılacağına dair bir tecrübe edinmez ise büyük problemler karşısında ya tepkisiz kalabilir veya aşırı tepki gösterebilir." diyor.

"Çocukla ilgili sorunları baba da bilmeli" diyen Özkan, ancak öncelikle sorunun mahiyetine bakılması gerektiğini belirtiyor. Özkan, babaya aktarılacak hususun 'Büyük bir problem mi? yahut değil mi?' olduğuna dikkat etmek gerektiğini aktarıyor. Bazı sorunlar karşısında baba haberdar edilmemiş ise bu durumun aile içinde büyük kavgalara sebep olabildiğini belirten Özkan şöyle konuşuyor: "Bu, birkaç kez tekrar etmiş ise eşler kendi aralarında tartışıp, problemin gidişatını saptırabiliyor. Mevzu, çocuğun problemi olmaktan çıkıyor, sorunlu durumu kendi geçmişte yaşadıkları sıkıntıların bir örüntüsü olarak değerlendirerek birbirlerine şiddet uygulayabiliyorlar. Baba bu sorunlardan haberdar olduğunda problemi daha çok büyütüp, evde huzursuzluk oluşmasına neden olacak şekilde davranabiliyor. Çünkü kendini aileden soyutlanmış veya dışlanmış hissediyor. Bu nedenle babaya lisanî hal ile de olsa konular aktarılmalı."

Özkan'a göre annenin tek başına aşabileceği bir durumu, bir tür felaket senaryosu ile babaya aktarması aile içinde huzursuzluk oluşturuyor. Örneğin çocuk ,arkadaşının silgisini çok beğenip izinsiz almış ise anne bunu kendi başına çözebilmeli, çocuğa bunun yanlış olduğunu, arkadaşından özür dilemesi gerektiğini bir şekilde anlatmalı. Fakat arkadaşının cebinden harçlığını veya bisikletini izinsiz aldıysa, bu durum ertelenmeden baba ile konuşulmalı, problem hep beraber aşılmalıdır.

Bilgisayara saat ayarı konulabilir

Anne, çocuk için en güvenli internet ortamını oluşturmalı ve gerekirse internetin kapatılması ile alakalı her gün konuşmalı, neden kapatılması gerektiği anlatılmalı. İnternetin açık kalacağı zamandan ayrı olarak annenin 15-20 dakika fazladan süresi olabilir. Fakat bunu sadece anne bilmeli. Çocuk, bu ekstradan süresini aşmış ve hâlâ kapatmamakta ısrarcı olmaya devam ederse, konunun babası ile konuşulacağı bildirilmeli. Eğer devam ediyorsa anne, eşi ile konuşup ortak bir çözüm arayışına girmeli. Mesela internetin bir süreliğine kaldırılması, bilgisayara saat ayarı koyulması gibi. Hâlâ devam ederse çocuğun çok sevdiği bir şeyden mahrum bırakılması iyi sonuç verebilmektedir.

Kızları, örnek olacak

ablalarla bir araya getirin


Ebeveyn, kızlarının giyimini tasvip etmiyorsa, durumdan hem annenin hem de babanın bilgisi olmalı. Bu mevzu ile baş etmek anne için çok zordur. Çünkü bazen babalar olup bitenle ilgili anneyi suçlama yoluna başvurabilmektedir. Eşler, birbirlerini suçlamadan çözüm arayışı içine girmeli. Kızlarını, bir kaç yaş büyük bir abla ile sık sık bir araya getirmeleri iyi bir çözüm yoludur. Ona örnek olabilecek nitelikteki kişinin eleştiren pozisyonda olmaması gerekir. Çünkü eleştiri, inatlaşmasına yol açar. Baba ile annede sürekli ilişkilerini korumalı, bunun geçici bir dönem olduğunu bilmeli. Fakat gençlik özentisi diyerek boş da bırakmamalı.

Çocuk, annesine herşeyi anlatabilmeli

Çocuk, annesini her zaman her şeyi rahatlıkla anlatabilir pozisyonda bulmalı. Bu da onu yanlış yapmaktan korur. Anne konuya vâkıf olduktan sonra babasına da konu hakkında bilgi vermek için kızından izin istemeli. Bu, kız çocuğunun annesine olan güvenini artırır.

Tuvalet eğitimine hazır mısınız?

Çocukların bezden kurtulup tuvalet eğitimi alması süreci zordur. Anneler, kimi zaman bir sinir harbine dönen bu mücadelede çocuklara tekrar bez bağlamaya dönebiliyor. Çocuğunuza tuvalet eğitimi vermeniz gerektiğinde şu üç şeyin de hazır olması gerekir: Siz psikolojik olarak hazır mısınız? Çocuğunuz buna hazır mı? Çevreniz buna müsait mi?



2 yaşındaydı. Geceleri ağlayarak uyanıyor, annesinin yanında yatmak istiyor, gündüzleri de huysuzluğu devam ediyordu. Anne tam bir aydır tuvalet eğitimi vermeye çalışıyordu. Ama o sürekli altını ıslatıyor, tuvalete gitmeyi reddediyordu. Anne tekrar bezini bağlama kararı almıştı. Zihinsel ve bedensel olgunluğa sahip bir çocuk ne yazık ki yanlış metotlarla tuvalet eğitimini alamamıştı. Annemiz çok titiz ve sabırsızdı. Çocuğunu etrafı kirletecek korkusuyla her 15 dakikada bir olmak üzere yaklaşık 20-25 kez tuvalete götürüyor, kirlettiğinde de ona bağırıp vuruyordu. Bu süreç anne ve çocuk için bir kâbus haline gelmişti. Çocuğun korkuları artmış, annesine de öfke duymaya başlamıştı. Annenin deyimi ile de sanki onun inadına altını ıslatıyor, öğle uykusuna da, tuvalete gitmeyi de reddediyordu. Peki çocuğumuza doğru ve kalıcı tuvalet eğitimi/alışkanlığı nasıl kazandırabiliriz? Öncelikle üç şeyin hazır olması gerekir. Bunlar anne, çocuk ve çevrenin hazır olmasıdır.

Siz hazır mısınız? Bu dönem zor ve sabır isteyen bir dönemdir. Çocuk ilk temel eğitimini almaktadır. Beden ve zihin etkileşim içinde kontrol sağlama mekanizması geliştirmektedir. Bu da çok da kolay olmayacaktır. Anne kararlı, zamanı yeterli ve enerjik olmalıdır. 'Yapamayacağım' diye tekrar bezi bağlamak doğru değildir. Geri dönüş olmamalıdır. Bu yüzden de kendisinin de ruhsal açıdan rahat olduğu bir dönemde bu alışkanlık kazandırılmaya çalışılmalıdır.

Çocuğunuz hazır mı? Her çocuğun tuvalet eğitimine başlama hazırlık olgunluğu değişebilir. Ama normal gelişim seyrindeki bir çocuğun 1,5-2,5 yaş arasında tuvalet eğitimini alması gerekir. Daha önce ya da daha sonra verilen eğitim ileriki dönemlerde çocuklarda uyum ve davranış bozukluklarına yol açabileceği gibi bu eğitimi almasını da zorlaştırır. Çocuğunuz 2 saat kuru kalabiliyor, altı kirlendiğinde rahatsız oluyor ve öncesinde de bunun sözel ve bedensel işaretlerini (yüz, mimik, duruş) verebiliyor ve ara ara öğle uykularından da kuru kalkmaya başladı ise tuvalet eğitimine hazır demektir.

Ortamınız hazır mı? Yeni bir kardeş, kreşe başlama, taşınma, boşanma zamanlarında çocuk kendini güvensiz hisseder. Bu zamanlarda eğitim ertelenmelidir. Aynı zamanda çocuğun aniden anneden ayırılıp başka bir kişinin (anneanne, babaanne veya bakıcının) eğitimine verilmesi ruhsal açıdan çocuğu olumsuz etkiler.

NASIL YAPACAĞIZ?

Klozet üzerine oturtulabilen merdivenli bir çocuk klozeti alın. Bu klozetle 1 hafta evin içerisinde oynamasına izin verin.

Çocuğunuzla konuşun. Ona artık büyüdüğünü, bezini çıkaracağınızı, sizin gibi, ağabeyi, ablası gibi tuvaleti kullanacağını anlatın. Ailenin diğer fertlerinden de destek alın. (Anneanne, babaanne, dede de onu teşvik etsinler.)

Gece gündüz bezi tek aşamada çıkarın, asla gece bezlemeyin. Gece bezlemek çocuğa gece altını ıslatabilirsin şeklinde mesaj verir. Böyle bir yaklaşımla da gündüz de tuvalet alışkanlığını kazanması zorlaşır.

Onunla birlikte tuvalete gidin. Yanında bekleyin. Süreci tekrar anlatın.

Çocuğunuzu 1,5-2 saatte bir tuvalete götürün. Özellikle beslenmeden sonra. Yaptığında onu ödüllendirin.

Gündüz tuvalette 5 dakikadan fazla durmayın. Yapmadığında gülümseyerek "Daha gelmemiş!" diyerek onunla birlikte tuvaletten çıkın.

Gece yattıktan 1 saat sonra muhakkak kaldırın. Korkmayın, tekrar uykuya dalacaktır. Dalma esnasında onun yatağında isterse elini tutarak bekleyin.

Kendini rahat hissettiğinde sizi bırakacaktır, tuvalette yalnız kalabilecektir. Bir süre sonrada kendi kendine gidecek, kapıyı da kapatacaktır.

Unutmayın, zamana ihtiyacınız var. En fazla 6-8 ay içerisinde çocuğunuz tuvalet eğitimini öğrenip, kalıcı alışkanlığı kazanacaktır.

5 yaşına kadar alışkanlığın kazanılamaması durumunda muhakkak klinik destek alın.

20 Ocak 2012 Cuma

Binalardaki manyetik alanlar, ağrı ve yorgunluk yapıyor

İçeride veya dışarıda oluşabilecek değişimlere göre kendini ayarlayabilen akıllı binalar, sağladıkları rahatlık kadar çeşitli rahatsızlıkları da beraberinde getiriyor. İlk bakışta çekici gibi görünen bu tür binalar, diğer geleneksel binalara göre daha fazla elektrik ve manyetik alan oluşturuyor.



Bu da orada yaşayan ve çalışanlarda baş ağrısı, stres, yorgunluk, uyuklama gibi şikâyetlere sebep oluyor. Dicle Üniversitesi Tıp Fakültesi Biyofizik Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Süleyman Daşdağ, akşam ılık bir duş veya çıplak ayakla toprağa basmanın gün boyu vücutta biriken elektrik yüklerinden arınmayı sağlayacağını belirtiyor.

Akıllı binalarda, merkezi bir bilgisayar sistemi bulunuyor. Bu sistem, binadaki elektrik, elektronik, enerji, bilgisayar, internet, iletişim, ısıtma, soğutma, havalandırma, ses, sulama, güvenlik, yangın, asansör düzeneklerinin en iyi şekilde çalışmasını sağlıyor. Herhangi bir yerde işlev bozukluğu varsa tespit ediyor. Daşdağ, akıllı binaların yapılmasının amacının enerjinin en verimli şekilde kullanılması, çeşitli elektriksel ve elektronik sistemler yardımıyla ideal bir çalışma veya yaşam ortamı sağlamak olduğunu belirtiyor. Akıllı binalardaki iç düzenin kanal içine yerleştirilmiş sistemlerde gizli olduğunu ifade eden Daşdağ, "Diğer sistemleri yerleştirmek için, bu tür binalarda döşeme yükseklikleri, diğer geleneksel binalara göre yüksek olmak zorundadır. Çünkü güncel teknoloji için gerekli kablolama hacmi, yani zeminin altından geçen kablolama düzeyi, bu tür binalardaki zemin yüksekliğinin 25-50 cm arasında değişmesine neden olmaktadır." şeklinde konuşuyor. Daşdağ, zeminin altından enerji taşıyan birçok elektriksel ve elektronik sistemlerin geçtiğini aktarıyor. Daşdağ, "Bu, diğer bir ifadeyle şehirlerdeki enerji nakil hatlarının yer altına alınması gibidir." diyor.

Prof. Dr. Süleyman Daşdağ'a göre kablosuz iletişim gibi sistemlerin yoğunluğu da elektromanyetik alanlar oluşturuyor. Bu tür alanlarda yaşayan ve çalışanlar da elektrik, manyetik ve elektromanyetiğe maruz kalıyor. Bu durum kişide yorgunluk, halsizlik, baş ağrısı, stres, uyuklama oluşturuyor. Daşdağ, yaptıkları araştırmalarda, kişilerin akıllı binalardan uzaklaştıklarında bu şikâyetlerinde de azalma olduğunu gözlemlediklerini belirtiyor. Daşdağ, ayrıca, gününün önemli bir kısmını bu tür alanlarda geçirenlerin güneş ile etkileşimlerinin de sınırlandığını aktarıyor. Daşdağ, "Bu da D vitaminine ilişkin rahatsızlıklara davetiye çıkarabilir." diyor.



El ve yüz sık sık yıkanmalı


Akıllı binalarda çalışanlar, iki veya üç saatte bir 15-20 dakikalığına bina dışına, açık havaya çıkmalı. Bina dışında el ve yüzlerini yıkayabilecekleri sistemlerden yararlanmalı. Yemek, mümkünse açık alanlarda yenilmeli. Akşam mutlaka ılık bir duş yapılmalı. Zira su, gün boyu vücutta biriken statik elektrik yüklerinden arındırır. Çıplak ayakla toprağa basarak yahut en azından bir iletkene dokunarak da elektrik yükleri boşaltılabilir.

Manyetik alanlar engellenmeli

Prof. Dr. Süleyman Daşdağ'a göre, akıllı binalarda kabloların geçtiği borular, elektromanyetik alanların dışarı sızmasını engelleyen kalitede olmalı. Elektrik, manyetik veya elektromanyetik alan oluşturan araç ve gereçlerin konumlandırılması da çok önemli. Bu hatlar veya araç gereçler, genellikle kişilerin yoğun olarak ve uzun süre kaldıkları bölgelerden uzakta olacak şekilde planlanmalı. Zeminler, elektrik, manyetik ve elektromanyetik alanları engelleyecek bir malzeme ile örtülmeli. Yani gerekli yerler, bu tür alanların insanlarla etkileşimini asgari düzeye düşürecek şekilde planlanmalı.

Yarıyıl tatili, eksikleri tamamlamak için fırsat

Yarıyıl tatili ve ara karneler, çocuklarımızın ders başarısını tekrar gözden geçirme vebir durum değerlendirmesi yapma adına bize bir fırsat sunar. Tatil, aynı zaman-da bir toparlanma zamanıdır. Bu dönemde sonuç ne olursa olsun gevşememe-li, vazgeçmemeli, yılmamalı. Nerede hata yapıldığı ayrı ayrı değerlendirilmeli...



-Yorucu bir yarı dönem sonrasında öğrenciler de, veliler de hem dinlenme hem de gelinen başarı seviyesini değerlendirme mevsimine gelmiş bulunuyor. Bu dönemde anne-baba olarak hem kendimizi hem çocuğumuzu anlamaya çalışır ve eksiklerimizi tamamlamaya gayret ederiz. Bu, bir "durum değerlendirme zamanı"dır. Birinci dönemde anne-babanın yoğun meşguliyetler içinde zamanını iyi yönetememesi ve çocuğunu bire bir dinlemeyi ihmal etmesi sonucunda kaçan fırsatı lehe çevirmenin tam zamanıdır. Anne-babalar, günlük hayatta daha çok işleriyle, hayat meşguliyetleriyle, eğlenceyle, kendi işleriyle uğraşırlar. Hatta çocuklarıyla ilgilenmek yerine aile içi ve dışı iletişim problemlerine daha çok zaman ayırırlar. Bu durumda ailelerinden yeterli desteği görmeyen çocuklar, ilgilerini arkadaşlarına, internete, cep telefonuna, boş şeylere yönlendirirler. Boşluk, kötülüklerin arkadaşıdır. Boşluk (boş zaman) çalışmanın zıddıdır. Boş zaman, gerçek insan olma yolunun yol kesenidir. Önce boşluktan kurtulmak, zamanı iyi değerlendirmek gereklidir.

Bazen çocuklarımızın karnesindeki başarısızlıklar anne-babaları kızdırır. Aslında kendilerine de ait olan hataların tümünü çocuklarına yüklerler. Şüphesiz ki her anne-baba, okulda çocuğunun başarılı olmasını ister. Çocuklarımızın karneleri, aslında anne-babaların da karneleridir. Bu yarıyıl tatili, aynı zamanda bir toparlanma zamanıdır. Bu dönemde sonuç ne olursa olsun gevşememeli, vazgeçmemeli, yılmamalı, tekrar yeniden bir kere daha başarı mücadelesindeki saflarımızı almalıyız. Bu dönemde anne-babalar ve çocuklar neler yapmalıdır:

1. Çocuğunuzun karnesi aynı zamanda anne-babaların da karnesidir. Çocuğunuza kızmayın. Kızacaksanız önce kendinize kızın. "Neden çocuğum böyle?" diye kendinizi eleştirin ki; güzel bir sonuca varabilesiniz.

2. Anne-babalar, çocukla olan iletişimi artırmalıdır. Çözüm eleştirmekten değil, yakınlaşmaktan geçer. Paylaşımcı bir iletişim kurun. Çocuğunuzla aranızı düzeltin. Ona, okumanın önemini anlatın. Birlikte geçirdiğiniz zamanı artırın.

3. Çocuğunuzun öğrenme güçlüğü, dikkat eksikliği, hiperaktivite bozukluğu, özel öğrenme güçlüğü, aile içi sorunlara bağlı mutsuzluk olabilir. Bu hastalıklar, kısmen veya tamamen tedavi edilebilecek problemlerdir. Bu tip bozukluklar başarıyı düşürür.

4. Çocuğun, öğretmeni ile iletişim sorunu ya da arkadaşlarıyla problemleri olabilir. Öğretmeninden istediği ilgi ve takdiri görmeyebilir. Dikkatli ebeveyn, çocuğunu dinleyerek bu gibi olumsuz sebeplerin olup olmadığını anlar ve öğretmenle etkin bir diyalog içinde bu tür sorunlar genelde kolaylıkla çözülebilir.

5. Arkadaşları ile sorunlar yaşayabilir. Arkadaşlık, okulda çocuğun uyumunu olumlu olumsuz etkileyen en önemli nedenlerdendir. Çocuğun okulda neler yaptığını gün sonunda dinleyin. İkinci dönem, çocuğunuzun okuluna en azından iki kere gidin.

6. Çocuğun kaygıları, geçirdiği korkular, üzücü olaylar kişiliğini olduğu kadar dikkat, ilgi ve öğrenmesini, dolayısıyla ders başarısını da etkiler. Küçük sorunlar anne-baba, aile desteği ile kolaylıkla aşılabilir. Aşırı stresli ortam, anne-baba geçimsizliği, anne-baba ayrılığı, boşanma, olumsuz anne-baba tutumları, kardeşlerle ve diğer aile üyeleri ile sorunlar da ders başarısızlığının en önemli nedenleri arasındadır.

7. Çocuklara bir hedef oluşturmalarında yardımcı olunmalıdır. Hayatta gayelerinin olması, derslere ilgisini ve başarısını artırır. Ebeveynler, okumaya ne kadar önem verdiklerini çocuklarına hissettirmelidirler.

Çocuklar nasıl tatil yapmalı? Çocukların, tatilin başlamasıyla birlikte önce dinlenmeleri gerektiğini vurgulayan Anadolu Sağlık Merkezi'nden Uzman Klinik Psikolog Sevil Usanmaz, ders tekrarı gerekiyorsa bunun okul açılmasına yakın dönemde başlatılmasının daha yararlı olacağını vurgulayarak, çocukların tatilin sadece dinlenmek ve eğlenmek için değil, hoş vakit geçirirken öğrenmeyi geliştirmek amaçlı kullanmalarını öneriyor. Satranç öğrenmek, fotoğraf çekmeyi öğrenmek, basket oynamak, bahçede olmak, kitapevi ya da markette çalışmak, basit ev işlerine yardımcı olmak, gibi hayatı öğrenme biçimi de okul eğitiminin iyileşmesinde önem taşıyor.

17 Ocak 2012 Salı

Bazı durumlarda yalan söylenebilir mi?

Hazreti Üstad'a, "Bir maslahata binaen yalan söylemenin caiz olacağı yerler de var mıdır?" şeklinde bir sual tevcih edilince, o "Evet, kat'î ve zarurî bir maslahat için mesağ-ı şer'î vardır.



Amma zaman onu neshetmiş." diyerek meseleyi kesip atmıştır. Aslında, bazı alimler haddi aşmamak ve zaruret sınırında durmak şartıyla, dargınları barıştırmak, hanımla beyinin arasını bulmak ve savaşta düşmanı şaşırtmak maksadıyla söylenen hilâf-ı vaki beyanların mubah olduğunu ve yalan sayılmayacağını söylemişlerdir. Fakat, Bediüzzaman hazretleri, bazı alimlerin maslahat ve zaruret için verdikleri o fetvanın zamanla sınırlı olduğunu ve geçerliliğini yitirdiğini ifade etmiştir.

Evet, günümüzde yalan çok revaçtadır ve insanlar hiç olmayacak meselelerde bile yalana başvurmaktadırlar. Bir sürü kezzâbın, müthiş yalanlarıyla yeryüzündeki asayişi ve umumi emniyeti mahvettiği zamanımızda, bu kötü ahvâlden mü'minler de etkilenmişlerdir ve maalesef çokları hemen her şeye bir bahane uydurur hale gelmişlerdir. Böyle bir dönemde öyle net bir ifadeyle ve kesin bir hükümle radikal tedbirler alınmazsa, o muvakkat fetvanın sû-i istimalini engellemek mümkün olmayacaktır.

Hâsılı, şayet biz, dava-yı nübüvvetin kapı kulları sayılan birer hak eri olmayı arzuluyorsak, tıpkı Nebiler Serveri gibi, sıdk ve sadakat hususlarına çok dikkat etmek zorundayız. Yalanın revaç bulduğu ve herkesin yalan söylemede rahat olduğu günümüzde doğruluğu bir abide gibi başımızda taşımaya, inanılır ve güvenilir insanlar olma durumunu namusumuz gibi korumaya mecburuz. Özellikle de başka toplumlar içinde yaşıyorsak ve kendi öz değerlerimizi onlara da anlatmayı düşünüyorsak her halimizle doğru olmaya daha da özen göstermeliyiz. Büyük-küçük hiçbir meselede en ufak bir hilâf-ı vaki beyana tenezzül etmemeli ve asla "Müslümanlar da yalan söyleyebiliyor" dedirtmemeliyiz. Yalanı çağrıştıran tek bir söz ya da halimizin, bütün inananlar hakkında "bunlar da yalan söylüyor" kanaati oluşturabileceğini ve ondan sonra -farz-ı muhal- gökten kitap indirip o insanların önüne koysak yine de onlara müessir olamayacağımızı unutmamalıyız. Evet, bizim için yol ikidir, ya doğru söylemek ya da sükût etmek. Ne kadar doğru varsa hepsini bir anda söyleme gibi bir mükellefiyetimiz yok; fakat, illa konuşacaksak, doğru sözlü olmadan başka yolumuz da yok.

Sadıkların sözüdür dinlenen

Sıdk dendiğinde daha çok doğru söz ve hakikate muvafık beyan akla gelmektedir.Fakat aslında sıdk; doğru sözün yanında doğru davranışı da ihtiva eden, her türlü uydurma beyan ve tavırlardan arınmış olmayı da çağrıştıran ve insanın iç-dış, gizli-açık her halini aynı çizgide götürmesi, hilâf-ı vaki her şeye kapanıp, hayatını doğruluğa göre planlaması manalarına gelen daha şümullü bir tabirdir.

Sadakat ise; söz ve tavırlarla beraber duygu, düşünce, tasavvur ve niyetlerde de doğru olma, hak ve hakikate yürekten bağlı kalma, dostlarına karşı hep vefa hisleriyle dolu bulunma, şartlar ne olursa olsun hainlik ve döneklik yapmama, gönül verdiği kapıdan asla ayrılmama ve riya, tasannu, maddî-manevî çıkar hesabı gibi kötülüklerden arınarak halis bir niyetle Allah yoluna bağlanma manalarının hepsini ifade eden muallâ bir kelimedir.

Söz ve davranışlarında doğruluğu tabiatının bir parçası haline getirip, insanlarla olan muamelele-rinde hep dürüst davranan; günlük konuşmalarından mizahlarına, dost meclislerindeki muhaverelerinden tebliğ adına yaptığı konuşmalarına kadar bütün söz ve davranışlarında doğruluktan ayrılmayan ve dostluğun gerektirdiği vefayı hep muhafaza eden, sözünün eri ve güven timsali insanlara "sadık" denir.

Sıdk ve sadakatte zirveyi tutan, hayal, tasavvur, duygu, düşünce, hatta mimiklerine kadar bütün hal ve tavırları itibarıyla doğruluğa kilitlenmiş olan hak erleri ise "sıddîk" unvanıyla anılmaktadır. Özü sözü bir, her haline güvenilir bu kahramanlar, çok samimi, pek hâlis ve olabildiğine sadık insanlardır. Resûl-i Ekrem Efendimiz'i (sallallahu aleyhi ve sellem) ve onun getirdiği her şeyi tasdikte kemale erişen, kendisine sunulan mesajlara -aksine ihtimal vermeyecek şekilde- iman eden ve i'lâ-yı kelimetullahı hayatının gayesi bilen sıddîkların pîri Hazret-i Ebu Bekir'dir (radiyallahu anh). Aslında Ashâb-ı Kirâm'ın hepsi birer sıddîktır; ne var ki, onların en önünde yer alan ve sadakat sancağını taşıyan zat Ebu Bekir efendimizdir. Nitekim, Allah Teâlâ, "Sıdk mesajıyla gelen, hak ve gerçeği getiren ve O'nu gönülden tasdik eden var ya, işte her türlü fenalıktan korunanlar, takva üzere olanlar onlardır." (Zümer, 39/33) mealindeki ayet-i kerimeyle daha din-i mübînin başlangıcında, hem onun tebliğcisini hem de bu ilâhî mesaja ilk defa "evet" deyip ona koşanı sıdk u sadakatle tavsif ve tebcil buyurmuştur. Bazı müfessirlere göre; bu ilahî beyan, sıdk sesinin, sıdk sözünün, sıdk düşüncesinin sesi soluğu olan Hazreti Sadık u Masdûk efendimiz (aleyhi ekmelü't-tehâyâ) ile O'na inanıp mesajını tasdik eden ve İslam'a gönülden bağlananların ilki, rehberi Ebu Bekir (radiyallahu anh) hazretlerini nazara vermektedir.

O'nun Hayatı Mesajının Doğruluğuna Şahitti

Nur Müellifi, "Müseylime'yi esfel-i sâfilîne düşüren kizb olduğu gibi, Muhammedü'l-Emin Aleyhissalâtü Vesselâmı âlâ-yı illiyyîne çıkaran sıdktır ve doğruluktur." der. Evet, sıdk bir peygamber sıfatıdır. Güzel ahlakın kapısı doğrulukla açılır; en makbul ve seçkin kullar mertebesine, cennetin zirvesine sadakatle ulaşılır. Sıdk, aynı zamanda Allah elçilerinin vazifelerini yaparken kullandıkları bir kredidir. Onların doğruluğa kilitlenmiş bulunmaları arkalarındaki istidatlı insanların hidayetine vesile olmuştur.

Sıdk sarayının sultanı Resûl-i Ekrem Efendimiz de doğruluk ve güvenilirliği sayesinde pek çok gönlün kilidini rahatlıkla açmıştı. Ebû Cehil, Utbe, Şeybe ve Ümeyye gibi küfrün temsilcileri bile "Vallahi biz bu adamın yalan söylediğine hiç şahit olmadık." demek zorunda kalmışlardı. Muhbir-i Sadık, Mekkelileri Ebû Kubeys tepesinde toplayıp "Ey Abdulmuttalip oğulları! Ey Fihr oğulları! Ey Lüeyy oğulları! Ben şimdi şu dağın öbür yamacında düşman ordusunun bulunduğunu ve size saldırmak üzere olduğunu söylesem bana inanır mısınız?" diye sorunca, oradakilerin hepsi tereddütsüzce "evet inanırız" diye bağırmışlardı. Çünkü, o güne kadar O'nun hiçbir hilâf-ı vâki beyanını duymamışlardı. Dünya adına hiçbir beklentisi olmayan bir insanın kırk yaşına kadar çok basit meselelerde bile hilâf-i vaki beyanda bulunmayıp o yaştan sonra hakikate muhalif sözler söylemesi zaten düşünülemezdi. O zamana değin öyle müstakim bir çizgi takip etmişti ki, ahlâk-ı âliyeye bağlı o gidişatı ondan sonra söyleyeceği, göstereceği, sunacağı ve temsil edeceği her şeyiDolayısıyla, düşmanları dahi O'nu yalancılıkla itham edemiyor, -hâşâ yüz bin defa hâşâ- 'şair, sâhir, mecnun' yakıştırmalarında bulunarak işin içinden sıyrılmaya çalışıyorlardı. Hakikatini inkâr edemedikleri mucizelerine de 'sihir' deyip geçiştiriyorlardı. O'nun risaletini kabule yanaşmayan müşrikler bile, "Muhammed doğru söylüyor" demekten kendilerini alamıyor; fakat peygamberliğin O'na verilişini kibir ve gururlarına yediremeyip, "Risalet neden eşraftan birine değil de bir yetime verildi?" demek suretiyle O'na teslim olmamak için kendilerince mazeret uyduruyorlardı.

Özümüzle Sözümüz Bir mi?

Selef-i sâlihîn efendilerimiz, peygamberlerin vasıflarından üçünü sıralarken önce sıdkı, daha sonra emaneti, akabinde de tebliğ aşkını saymışlardır. Tebliği sıdk ve emanetten sonra zikretmeleri çok manidardır. Demek ki tebliğ vazifesinin eksiksiz ve kusursuz yapılabilmesi için mübelliğin önce sıdkla, sonra da güvenilir, inanılır ve itimat edilir bir insan olma manasına gelen emanetle muttasıf bulunması gerekmektedir. Tebliğ aşkı ancak peygamberane sadakat ve peygamberane emanetle beraber bulunursa bir kıymet ifade etmektedir. Bu iki kanattan yoksun bir tebliğ adamı hem hizmet adına yapıp ettiklerini başka beklenti ve mülahazalara bağlamaktan kurtulamayacak hem de sunacağı mesaja kimseyi inandıramayacaktır.

Öyleyse, bu noktada biraz durmak, derin derin düşünmek ve kendi durumumuzu gözden geçirmek düşer bize!.. Sahiden sıdk ve emniyet üzere yaşıyor muyuz? Gizli-açık her halimizde sıdk u sadakatin rengi var mı? Özümüzle sözümüzü bir kılabildik mi? Çevremize emniyet telkin edebildik mi; güvenebiliyor mu insanlar bize? Yanlarında anıldığımız zaman hemen "Onun elinden, dilinden hiç kimseye zarar gelmez" diyebiliyorlar mı? İşte, bütün bu ve benzeri soruların cevabı müspet olmadan yapacağımız tebliğ hem dünya hem de ahiret hesabına akim kalmaya mahkumdur.

1- Sadakat; söz, tavır, duygu, düşünce, tasavvur ve niyetlerde doğru olma, hak ve hakikate yürekten bağlı kalma, vefalı davranıp hainlik ve döneklik yapmama demektir.

2- Resûl-i Ekrem Efendimiz'e düşman olan insanlar bile ona -hâşâ- 'şair, sâhir, mecnun' yakıştırmalarında bulunuyorlar ama asla O'nu yalancılıkla itham edemiyorlardı.

3- Tebliğ vazifesinin eksiksiz ve kusursuz yapılabilmesi için tebliğcinin önce sıdkla, sonra da güvenilir bir insan olma manasına gelen emanetle muttasıf bulunması gerekmektedir.
n referansı olmuştu.

Sağlıklı bir tartışma kavgaya dönüşmez

Çiftler arasındaki tartışmalar, evliliğin tuzu biberidir. Tartışmanın dozu yükseldiğinde ise bu biber, eşleri adeta yakar.



Konuşma bir anda kavgaya dönüşür, silahlar çekilir, karşı tarafı alt edebilmek haklı olunduğunun ispatı için her yol denenir. Galip kim olursa olsun iki taraf da yapılan bu güç savaşından ağır yaralı çıkar. Hele ki her tartışma kavgayla sonlanıyorsa o evlilik çekilmez olur. Antalya'da bir çiftin tartışmasının ardından yaşananlar acı sonla bitti. Deniz-Sabit Dumlupınar çifti şiddetli dalgaların arasında kayboldu. Şimdi tartışmaya ya da kavga etmeye değer miydi diye düşünüyoruz.

Dikkat edilecek birkaç nokta ile konuşmalar kavgaya dönüşmeden ortadan kalkabilir aslında. Öncelikle kişi kendini çok iyi tanımalı. Çaresizlik, sevilmeme ve değersizlik düşüncelerinin hangisinin kendisinde olduğunu fark etmeli. Sonra rahatsız olunan durum, karşı tarafa uygun bir zamanda söylenmeli. Eşe 'sorumsuz adamın tekisin', 'çok dağınık kadınsın' gibi etiketlemelerde bulunulmamalı. Eski defterler açılarak geçmişin hataları ortaya saçılmamalı.

Psikolog Nedime Kekeçoğlu, yapılan hatalarla çiftler arasındaki konuşmaların bir anda kavgaya dönüşmesinin evliliği yıpratacağını söylüyor. Kekeçoğlu, eşlerin rahatsız oldukları mevzuyu söylemeden önce eşin uygun bir anının kollamasını önerirken, "Eşin çok sevdiği bir televizyon programı veya uykusu olduğunda, çok mutlu bir anında konunun açılması doğru değildir." diyor. "Doğru zaman bulunduğunda söze onun olumlu bir özelliğini veya bizim için değerli olduğunu söyleyerek başlamalıyız." diyen Kekeçoğlu, övgü veya sevgi sözcüklerinin karşı tarafın mesajı dinlemesini ve önemsemesini sağladığını ifade ediyor. Kekeçoğlu, sonra da rahatsız olunan hususun söylenmesini ancak ben dili kullanılarak aktarılması gerektiğini belirtiyor. Konuşmanın sonunu da yine sevgi veya övgü sözcükleriyle bitirmeyi tavsiye eden Kekeçoğlu, yapmacık ifadelerden de kaçınılması gerektiğini aktarıyor.

Kavgayı başlatan başka bir faktör de içte biriktirilen öfke. Bu öfkeyi boşaltmak için geçmişin sıkı sıkı deşildiğini belirten Psikolog Kekeçoğlu, "Karşımızdakinin zayıf yanlarına basarak onu sinirlendirmeye çalışırız. Geçmişte biriktirdiklerimizi karşı tarafı kırmadan 'Bana şöyle yaptığında ben şunları hissettim' tarzında ben diliyle bir seferde anlatıp karşı tarafı affetmeliyiz. Affetmemek en çok bizi yaralar. Affetmek süreç ister ve affetmek karşı tarafın doğru bir şey yaptığını onaylamamız anlamına gelmez. Eşimizle olan konuşmalarımızın tartışma boyutunda kalıp kavgaya dönüştürmemek için eşin düşünce yapısını etiketlememeli ve affetmeliyiz. Unutmamalı ki her kavga önce evliliğimizi sonra da çocuklarımızın ruhsal dünyalarını derinden etkileyecektir." diyor.

Etiketlemek de kavgayı başlatıyor. 'Sorumsuz adamın tekisin', 'Çok dağınık bir kadınsın' gibi yaftalamalar, karşı tarafı sinirlendirip kavga ortamı oluşturuyor. 'Sorumsuzsun' demek yerine, 'Evin eksiklerini almadığında sıkıntı yaşıyorum, misafirimiz geldiğinde mahcup oluyoruz' denilebilir. 'Dağınıksın' yerine de 'aradığımı bulmakta zorlanıyorum bu sefer de işe gecikiyorum' ifadeleri kullanılabilir. Durumun kendisinden bahsedilmeli, kategorize etmek sadece zarar veriyor.

Tartışma nasıl kavgaya dönüşüyor?

Kadın: Elektrik süpürgesi bozulmuş x marka almanı istiyorum.

Erkek: O marka çok pahalı onu alamam.

Kadın: Ama ben o markayı istiyorum. (Erkeğin yetersizlik inancı tetikleniliyor ve sinirleniyor. Erkek de karşı atağa geçiyor.)

Erkek: Sen karışma, bana ne yapacağımı söyleyemezsin, istediğimi alırım. (Kadına 'sen önemsiz birisin, senin fikirlerinin bir kıymeti yok' mesajı veriliyor. Tartışma alevleniyor.)

Olması gereken konuşma:

Kadın: Elektrik süpürgesi bozulmuş. Acaba hangi marka alsak?

Erkek: Bilmiyorum ki bir soruştur bakalım.

Kadın: İyi bir şey alalım ki sık sık değiştirmek zorunda kalmayalım, x markasının iyi olduğunu söylediler. Çok pahalıysa başka bir marka da alabiliriz.

Koca: Tamam ben bir bakayım. (Tartışma bir fikir alışverişi boyutundan çıkmadan, karşı tarafın zayıf yönlerine dokunmadan çözülüyor.)

Bebeğinize işitme testi yaptırın

Ailenizde kalıcı veya ilerleyen işitme kayıpları varsa, bebek çevreden gelen seslere gerektiği gibi tepkiler vermiyorsa ve 3 aydan uzun süren kulak enfeksiyonu geçirmişse mutlaka işitme testi yapılmalı.



ENT Tıp Merkezi kulak burun boğaz uzmanlarından Op. Dr. Mustafa Üzeyir, annenin hamilelik sırasında ateşli bir hastalık geçirmesi (kızamıkçık vb.), yanlış ilaç kullanması, hamilelik sırasında sigara ve alkol kullanımı, bebeğin doğum kilosunun 1.600 gramdan düşük olması, bebeğin antibiyotik kullanmasını gerektirecek kadar ağır bir enfeksiyon geçirmesi, bebeğin yoğun bakımda 5 günden fazla kalması, menenjit olması ve nörolojik bir hastalık geçirmesi durumunda işitme kaybı yaşanabileceğini söyledi. AİLE-SAĞLIK

Başarıda teşvik mi, övgü mü olmalı?

Bir öğretmenin öğrencileriyle iletişiminde teşvikin önemi nedir? Anne-baba çocuklarını teşvik mi etmeli, yoksa övmeli mi? Teşvik eden öğretmen, ebeveyn heyecan verir ve yeni durumların oluşmasına vesile olur.



Ama bu çok kolay bir eğitim tekniği değildir. Aslında teşvik bir tutumdur ve davranıştır. Çünkü teşvik içinde inanç ve umudu barındırırken, yarış ve akıl ötesi yüksek beklentileri de ortadan kaldırır. Teşvikte öğrenciyi kendi konumunda kabul etmek vardır. Bir öğretmen, "Tam beni anlatıyor. Ben öğrencilerimi teşvik ederken başarıları var ise onları övüyorum. Onları teşvik edecek notlar paylaşıyor, puanlar veriyorum." diyebilir. Övgü, bir başka kişiyi memnun etme davranışının artmasına sebep olabilir. Teşvik ise memnun etmeden öte kendi sorumluluğunda olan bir şeyi yapmanın farkındalığına erişmektir.

Çevremizde var olan başarılı öğrenciler sürekli övülürler. Bu da aynı seviyede başarı gösteremeyen heterojen sınıflarda sorun oluşturur. 'YGS' sınavına girecek öğrencileri örnek olarak inceleyelim: Ali, 160 soruluk 'YGS' denemesinde 80 net yapmış olsun. Bir önceki denemede ise 65 net yapmıştı. Ali'nin durumu çok iyi değildir; ancak Ali bir önceki denemeye göre yüzde 12,4 bir başarı göstermiştir. Ali, 160 soruda yaklaşık 140 net ve üzeri soru cevaplayabilirse ancak övgü alacağını biliyorsa bu yükselişine devam etmeyebilir. Ve istikrarsız bir grafik ortaya koyabilir. Bu durum öğrencide ümitsizliğe sebep olabileceği gibi eğitim sistemine ve eğitimcilere olan güvenin azalmasına da sebep olabilir.

Peki, şimdi ne yapacağız? Ali sizden teşvike yönelik bir yaklaşım görürse sonuçlarından hep beraber memnun oluruz. Ali teşvik edildiği zaman gelişmeyi ve ilerlemeyi fark eder. Siz de yarışma yerine ortaya konulan çabayı vurgulamış olursunuz. Bu da öğrencinin kendini bir önceki durumuna göre daha iyi hissetmesini sağlayacaktır. O zaman şu ifadelere dikkat etmeliyiz:

"Çok iyi bir iş ortaya koydun!" ifadesi, hatasız olmanın gerektiği ve biz söylediğimiz zaman yapılan işin "iyi" olduğu sonucunu çıkarmaktadır.

"Seninle gurur duyuyorum." ifadesi, yapıp ettikleri bizi memnun etmezse öğrencinin suçlu bir duruma geleceği hissini oluşturur. Her zaman 'iyi' olması gerektiği öğrenciye dayatılmış olur.

"Sen iyi bir öğrencisin." ifadesi de öğrenciye her zaman 'iyi' olması gerektiği sorumluluğunu yükler.

"Sınıfta en yüksek neti sen yapıyorsun." ifadesi gereksiz bir yarışmaya sokabilir.

Övgü, içinde ilerlemeyi barındırmaz ve eskiye odaklanmayı salık verir. İleriyi görebilmeyi sağlamaz. Öğretmenin iyi düşüncesi, öğrencinin o anki durumu, önceden belirlenmiş değerler gibi görünen dışa dönük unsurlar öne çıkarır. Teşvik içten yanmalı bir motordur. İçten bir motivasyon sağlar. Bireysel başarıyı ve etken davranışı onaylar ve destekler.

Övgüde bir bitmişlik vardır. Ödül sonuca verilir. Teşvik ise çabayı öne çıkarmaktır. * Fatih Üniversitesi Rehberlik Uzmanı/Eğitimci Sosyolog

Kayınvalideler, yeni evli çocuklarıyla dengeyi iyi kurmalı

İlk defa kayınvalide olan annelerin, gelinleri ve damatlarıyla sınırları iyi çizmesi, onlara evlilik hayatında mutlu olmaları için zaman tanıması gerekiyor. Kayınvalideler, onların da bir aile olduğunu kabullenip, tek başlarına çözmeleri gereken sorunlara müdahale etmemeli. Gelininizle olan sorununuzu oğlunuza anlatmayın, kendiniz çözün.



Daha dün kucağınıza aldığınız, sokaklarda koşturan evladınız bir bakıyorsunuz evlenmiş. 'Ne de çabuk büyüdü?' sözleri içerisinde yuvasını kuruyor. Anne-baba da böylece yeni bir unvan kazanıyor; kayınpeder- kayınvalide. Bir kez daha anne ve baba olunuyor. Onların yeni evlatlarına iyi bir kayınpeder ve kayınvalide olmaları, yeni evli çiftin evliliğini de olumlu etkiliyor. Özellikle evlilik hayatında önemli bir yer teşkil eden kayınvalideler, tavır ve tutumlarına çok dikkat etmeli.

Psikolog Yasemin Salihoğlu, ilk defa kayınvalide olacak kişinin öncelikle oğlu veya kızının evinin kendi evi olmadığını kabullenmesi gerektiğini belirtiyor. Yeni çiftin evlilik sahasında tecrübe kazanması için onlara zaman tanınmasını söyleyen Salihoğlu, kız annesinin kızı üzülmesin diye her konuda yardımına koşması ve mahremini çok fazla sorgulamasının doğru olmadığını ifade ediyor. Salihoğlu'na göre erkek annesi de oğlunun evlendikten sonra yaşamını başka bir kadınla sürdürmesini kabullenmeli.

İlk defa kayınvalide olacak bir anne, farklı duygular içerisine giriyor. Erkek annesi, kaygı, sevinç, şüphe, çatışma duygularını bir arada yaşıyor. Salihoğlu, "Anne gibi kutsal bir kavramın yerini toplumsal olarak zihinlerde nahoş bir imge olan 'kaynana' kavramına bırakıyor olması, erkek anneleri için hiç de kolay bir durum değil." diyor. Salihoğlu, annenin 'kayınvalide' sıfatının kazandırdığı kimliğe bürünerek anne ve oğul ilişkisini korumak için fazla korumaya geçerek gelinine yönelik daha baştan negatif duygulara sahip olabileceğini belirtiyor. Salihoğlu, oğlunun mürüvvetini göreceği ve ileride de torunlara sahip olacağı için de sevinçli olacağını söylüyor.

Herkesin yetki alanı kendi evinin sınırlarıdır

Kız annesinin duygularında genellikle belirsizlik hâkim oluyor. Kız annesinin, erkek annesi kadar şüphe ve kaygılar barındırmadığını aktaran Salihoğlu, "Kız annesi, kızının iyi bir evlilik yapıp yapamayacağına dair kaygılar yaşar. Kıskançlık duygusu daha azdır. Zira damat adayları, anne ve kızın ilişkisine çok da fazla karışmak istemez. Ayrıca kızlarının şehir dışı ya da ülke dışı evliliklerinin üzüntüsü hâkimdir." diyor.

Psikolog Yasemin Salihoğlu, annelerin yanlış tutumlarının yeni evli çiftin evliliğine de zarar verdiğini belirtiyor. Özellikle erkek annelerinin oğlunun evliliği ile birlikte yetki sahasını genişleteceği yanılgısına düştüğünü aktaran Salihoğlu, yeni yuvaya sürekli karışmaya başlayabildiğini söylüyor. Bu durumun doğru olmadığını belirten Salihoğlu, şöyle konuşuyor: "Herkesin yetki alanı kendi evinin sınırlarıdır. Erkek annesi, oğlunun kendisini sık sık aramasını ifade etmemeli. Çünkü bu, sonradan kazanılacak bir durum değildir. Annesini gerektiği kadar arayan bir evlat evlenince de devam edecektir. Gelininin olumsuz yanlarını oğluna söylememeli. Geliniyle arasında sorunu varsa bunu oğluna aktarmamalı, kendisi çözmeye çalışmalı. Kendi söylemek istediği bir cümleyi ya da bir arzuyu kayınpeder söylüyor gibi ifade etmemeli."

Salihoğlu'na göre kız annesi de bazı mevzulara dikkat etmeli. Kızı üzülmesin diye her konuda onun yardımına koşmamalı. Kızının tek başına çözmesi gereken sorunlarında yalnız bırakmalı ve problem karşısında deneyim kazanmasına izin vermeli. Her şeyini anlatması istenmemeli. Eşlerin mahremiyetlerinin olması gerekiyor. Yeni kurulan yuvanın dinamiklerini ne kadar çok kişi bilirse o kadar da karışan olur. Böylece yuvada denge sağlanamaz.

Oğlunuzun ve kızınızın evine müdahale etmeyin

Anneler, oğlunun evlendikten sonra hayatını başka bir kadınla sürdürmesini kabullenmeli. Anne unutmamalı ki; o her zaman oğlunun annesidir, yeri ayrı ve önemlidir. Gelinin sizi annesi gibi sevmesini beklemeyin. Gelin, sizi sevebilir ancak annesi gibi asla sevemez. Oğlunuzun sınırlarına eskisi kadar müdahale etmeyin, karışmayın.

Kızınıza çocuk gibi davranmayın

Damattan kızı kadar ilgi ve şefkat beklememeli. Zira damadın göstereceği öncelik saygıdır. Her gün kızıyla telefonda konuşmamalı. Konuşacaksa da damat işteyken konuşmalı. Kızının mahremini çok fazla sorgulamamalı. Evlerinin iç işlerine karışmamalı. Kızının büyüdüğüne kanaat getirmeli, ona çocuk muamelesi yapmamalı.

Kadınların çoğu egzersiz yapmıyor

80 yıldır Türkiye'de faaliyet gösteren Hollanda kökenli Royal Philips Elektronik, 12 şehirde yaptığı araştırmayla kadınların mevcut sağlık durumu ve meme kanserine yönelik farkındalık düzeylerini tespit etti.



Geçen yıl "Sağlık ve İyi Yaşam Haritası"nı geliştiren Philips, araştırmayı 400'den fazla kadınla telefon ile yaptığı görüşmelerle gerçekleştirdi. Günümüzde kadınların sağlık hizmetleriyle ilgili kararlarda ve harcamalarda çok büyük bir etki sahibi olduğunu söyleyen Türk Philips CEO'su ve Philips Sağlık Türkiye Genel Müdürü Willem Rozenberg, bunun esas sebebinin kadınların aile fertlerinin sağlık hizmetlerini de yürütmesinden kaynaklandığını ifade etti. Görüşmeler kadınların çoğunun (%62) fiziksel sağlık durumundan memnun olduğunu ortaya koyuyor. Diğer taraftan kadınların %65'i yeterli düzeyde fiziksel egzersiz yapmıyor. Kadınların %78'i düzenli olarak mamografi çektirmenin meme kanseri teşhisinde etkisinin önemli olduğunu düşünüyor. Fakat buna rağmen kadınların yarıdan fazlası kanserden korunmak için bir şey yapmıyor. Görüşülen kişilerin % 38'i ilk mamografi için önerilen yaş hakkında bilgi sahibi değil. RAHİME SEZGİN İSTANBUl

Çocuk iki yaşına gelmeden ayakkabı derdine düşmeyin

Yanlış ayakkabı seçiminin çocukların ayak sağlığında geri dönülmez sorunlara neden olabileceğini söyleyen Medical Park Bahçelievler Hastanesi Ortopedi ve Travmatoloji Uzmanı Op. Dr. Ahmet Doğan, "Ayakkabı çocuğun ayağına büyük de olmamalı küçük de!



Ayakkabının ucuna başparmağınızla bastırarak, çocuğunuzun ayağına tam oturup oturmadığını anlayabilirsiniz. Ayakkabı alışverişine öğleden sonra çıkın, ayakta ve çoraplı denetin." dedi. Annelerin bebeğin yaşı iki olmadan 'ilk ayakkabı' telaşına düşmemesini öneren Ahmet Doğan, bu yaşlarda çocuklar için patik ve çorabın yeterli olacağını söyledi. Çocuklara rastgele alınan ayakkabıların, çocuğun ayak sağlığını ve gelişimini olumsuz yönde etkileyebileceğini ifade eden Ahmet Doğan, "Çocuklarda cilt altı yağ dokusu fazla olduğu için iki yaşına kadar her çocuğun ayağı düztaban izlenimi verir. Ancak, çocuğa erken dönemde, bilhassa sert tabanlı ayakkabı giydirilmesi; ark dediğimiz ayak kavislerinin fizyolojik gelişimini engeller ve düztabanlığın oluşmasını kolaylaştırır." şeklinde konuştu. Doğan, yürümenin başlangıç aşamasında, lastik spor ayakkabı yerine normal ayakkabı kullanılmasının daha uygun olacağını aktardı. AİLE-SAĞLIK

Denemeden almayın

Çocuğunuz yanınızda olmadan ayakkabı almayın.

Aldığınız ayakkabı için asla 'zamanla açılır' diye bir düşünceniz olmasın. Ayakkabısını ucundan bastırarak ayakta deneyin.

Çocuğunuzun ayakkabı alışverişini sabah saatlerinde değil, öğleden sonra yapın. Çocukların ayaklarında tıpkı büyüklerde olduğu gibi gün içerisinde hafif bir şişme olur.

Ayakkabıyı denerken o ayakkabı ile birlikte giydirmeyi düşündüğünüz çorap ile deneyin (kışın kışlık çorap, yazın yazlık çorap).

Çocuğunuza ayakkabı alırken tercihiniz bot tipi olsun.

Tabanı yarı yumuşak ve esnek, tercihen de bağcıklı olmalı (bağcıklarını kısa tutun).

Anne-babasını kaybedeceğini düşünen çocuğu özenle dinleyin

Aile bireylerinden birinin vefatı, anne-babanın aşırı ölüm korkusu ya da ebeveynin hayattan bezmiş hali çocuklarda kaybetme korkusuna yol açar. Eğer anne, "Beni üzerseniz çekip giderim, hastalanırım, ölürüm." gibi sözler söylüyorsa bu durum çocuklardaki ölüm kaygısını artırır. Aşırı kaygı duyan çocukları özenle dinleyin. Sakin olun ve ona sevginizi hissettirin.



Korku, kişinin tehlikelere karşı hazırlıklı olması ve kendisini koruması için gerekli tabii bir duygudur. Çocuklar, yetişkinlere göre daha fazla şeyden korkarlar. Yaşları ilerledikçe korkuları bir yandan değişir, bir yandan da onlarla baş etmeyi öğrenirler. Çocukların ölüm gerçeğinin farkına varmalarıyla birlikte baş etmekte zorlandıkları korkulardan biri de yakınlarını bilhassa anne-baba ve kardeşlerini kaybetme korkusudur. Diğer korku çeşitleri gibi bu duygu da belli bir seviyede olmak kaydıyla sevgi ve bağlılıkla ilişkili tabii bir duygudur. Bununla beraber aşırı olduğu takdirde çocuğun hayatını, gelişimini büyük ölçüde etkiler, uyku düzenini bozar, yükselen kaygıyla beden ve ruh sağlığı bozulmaya, ders başarısı düşmeye başlar. Şiddetli kaybetme korkusu ile kendini gösteren kaygı bozukluğu tedavi gerektirir. Çocuğunuzun sizi ya da başka yakınlarını kaybetme korkusuyla baş edemediğini düşünüyorsanız bunu anlamak için onu dinleyin. Nedenlerine göre çözüm üretmeye ve onunla konuşmaya çalışın. Çocuğun ilk çocukluk çağında kazanması gereken güven duygusunu yeteri kadar kazanamaması da yakınlarını kaybetme korkusuyla baş edememesinde etkilidir.

Çocuğu ölümle ilgili olarak travmatik bir şekilde etkileyen bütün olaylar, hatta izlediği film ve haberler bile çocuğun o anki ruhsal ve fizyolojik durumuna bağlı olarak kaygı bozukluğuna yol açabilir. Çocuğun yakın çevresindeki bilhassa çocukluk ve gençlik çağındaki kişilerin, ciddi ölümcül hastalık geçirmesi veya kaza, hastalık vb. nedenlerle vefatı, yakınlarını kaybetme korkusunu artırmaktadır. Yine birçok çocuk, büyük annesinin veya büyük babasının vefatı ile derinden sarsılmaktadır. Anne-babanın ölümden aşırı korkması ve bunu çocuğun yanında ifade etmesi, model olma yoluyla çocukların ölümle ilgili kaygılarını artırır. Tam tersi anne-babanın depresif bir durumda oluşu, hayattan bezmiş şekilde davranması, sağlık sorunlarını çok fazla abartılı bir şekilde ifade etmesi de çocuklarda kaygı bozukluğu meydana getirir.

Anne-baba disiplini sağlamakta zorluk çektiklerinde kaybetme korkusunu bir disiplin aracı olarak kullanmamalı, çocukları bir konuda uyarırken korkutmamaya önem vermelidir. ("Beni üzerseniz çekip giderim, hastalanırım, ölürüm" gibi sözler, yapılan hatalardan birkaçıdır.)

Çocuk, korkularından bahsettiğinde sözü kesilmeden dinlenilmelidir. Cesaret verme amacıyla da olsa sözünün kesilmesi, çocuğun duygularını akıcı bir şekilde ifade etmesini engeller. Çocuk duygularını rahat bir şekilde ifade edebildiğinde genelde kaygının temelinde yatan nedenleri anlamak mümkündür.

Çocuğun korkularını ifade ederken anne-babanın bakışlarındaki sakin ve anlayışlı ifade çocuğu rahatlatır. Onu dinledikten sonra yerine göre, sıkıca sarılmak, okşamak da rahatlatıcı bir etki yapar.

Anne-baba, çocuğun korkularını birdenbire gideremeyeceğinin bilincinde olmalıdır. Bu, zaman ister. Anne-baba kendi tutumlarını gözden geçirerek yanlışlarını tekrarlamamaya çalışmalıdır. Ölüm kadar hayatın, sağlık kadar hastalığın, hayatın bir parçası olduğunun bilincinde olarak ölüm, hastalık ve tehlikeler karşısındaki tepkilerinde kontrollü olmaya özen göstermelidir.

Anne-babanın ölümü algılama biçimleri, ebedi âlem hakkındaki duygu ve düşünceleri, endişelendiklerinde veya sevdiklerini kaybetme korkusu duyduklarında tedbir almakla kalmayıp dua etmeleri ve ettikleri duaların anlamını çocuklarıyla paylaşmaları da kaybetme korkusuyla baş etmelerini kolaylaştırır.

Bebeklere tuz vermeyin

Bebeklerin ilk 4-6 aylarına kadar sadece anne sütüyle beslenmeleri, ardından da mutlaka ek besinlere başlamaları öneriliyor.

Ancak ek besinlere 4. aydan önce kesinlikle başlanmaması gerekiyor. International Hospital'dan Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Uzmanı Dr. Şebnem Ersoy, bebeklerin beslenmelerinde yapılan en sık hatalardan birinin tuzlu besinler yedirmek olduğunu söylüyor. Ersoy, Türkiye'de bebeklerin yüzde 60'ının 1 yaşından önce evde yetişkinler için yapılan salçalı, tuzlu ve baharatlı yemekleri yediğine dikkat çekiyor. Ersoy, bebeklik döneminin aşırı sodyum, dolayısıyla tuz tüketimine bağlı ileri yaşlarda oluşacak tansiyon hastalığı yönünden hassas ve belirleyici bir dönem olduğunu aktarıyor. AİLE SAĞLIK

Kendinizle konuşmanın farkındaysanız sorun yok

İnsan kendi kendine konuşurken farkındaysa bunun bir sakıncası yok. Bu bir stres azaltma tekniğidir, eğer farkına varamıyorsa hastadır ve tedavi gerekir.



NP İstanbul Nöropsikiyatri Hastanesi Yönetim Kurulu Başkanı Prof. Dr. Nevzat Tarhan, farkında olmadan kendi kendine konuşan kişinin aslında toplumdan kendini soyutladığını ve kendine yeni bir dünya kurduğunu ifade etti. Tarhan, "Bunlar aslında psikoz dediğimiz akıl hastalığı grubunda olan kişilerdir. Burada kişi ayrı bir dünyada yaşadığı için kendisine özel bir yaşam alanı oluşturuyor. Bu bir yerde dış dünyadan kopuk bir alan. O alanda hayalindeki objeler, insanlar ve nesnelerle konuşarak bir bakıma psikolojik olarak kendini ayakta tutuyor." dedi. Bu durumda olan kişilerin tedaviye ve ilaç kullanımına ihtiyacı olduğunu vurgulayan Tarhan, "Hayatta kalma dürtüsünü devam ettirmek ve gerçek toplumla bu ihtiyaçlarını gideremedikleri için onun yerine kendi dünyasında sosyalliği arıyor. " dedi. Kendi kendine konuşmanın diğer nedeninin ise stres giderme için yapıldığını ve bunun bir hastalık olarak kabul edilemeyeceğini belirten Tarhan, her insanın hayatının bazı dönemlerinde kendi kendine konuşarak sesli hayaller kurabileceğine, bu durumun daha çok aceleci ve hiperaktif kişilerde görüldüğüne işaret etti. Tarhan, şunları söyledi:

"İnsan beyni sosyal bir varlık olarak kodlanmış. Yalnızlık insana bir işkence gibi geliyor. Örneğin, bir insanı 15 gün hücrede bıraktığınızda akıl sağlığı bozulabiliyor. İnsanın kendi kendine konuşarak rahatlamaya çalışması psikolojik rahatsızlık olarak görülemez. Özellikle sosyal zekası yüksek kişilere en büyük işkence yalnız kalmalarıdır. İnsan kendi kendine konuşurken farkındaysa bunun bir sakıncası yok. Bu bir stres azaltma tekniğidir, eğer farkına varmıyorsa hastadır." TRABZON AA

Saman nezlesi, alerjiye yatkın insanlarda daha çok görülüyor

Alerjik rinit (saman nezlesi) burun akıntısı, hapşırma, burun tıkanıklığı, göz yaşarması, gözlerde kaşınma, başağrısı, halsizlik gibi belirtilerin aralıklarla tekrarlanmasıyla kendini gösteren bir hastalıktır.



Belirtiler haftanın birkaç günü, yılın belirli dönemleri ya da bazı ortamlarda ortaya çıkabilir. Yapılan çalışmalar toplumun yüzde 10'dan fazlasının alerjik rinite yatkın olduğunu ortaya koymaktadır. Tanı hastanın şikâyetlerinin değerlendirilmesi, muayene ve testlerle konur. Temel olarak mevsimsel ve yıl boyu olarak iki farklı tipe ayrılır.

Bağışıklık sistemimizin yabancı bir maddeyi, vücudumuz için tehlikeli gibi algılayarak aşırı reaksiyon göstermesi sebebiyle olur. Yabancı maddeye gösterilen reaksiyon vücudumuzun bazı maddeleri salgılamasına yol açar. Sonuçta alerjik nezleye ait belirtiler kendini gösterir. Yabancı maddeler (alerjenler), solunum yolu ya da besinlerle alınabilir. Vücudumuzun en fazla tepki gösterdiği maddeler polenler, otlar, ev tozu akarları, hayvan tüyleri ve bazı besinlerdir.

Alerjiye sebep olan yabancı maddeden korunma alerjik nezlenin temel tedavi yöntemidir. Gıda alerjilerinde; söz konusu gıdayı diyetten çıkarmak, polen alerjilerinde; polen mevsimini bilerek bahçe vb. alanlardan uzak durmak, ev tozu akarları alerjilerinde; ev ortamında nemi düşük tutmak, yatak nevresim, çarşafların 60°de yıkanmasına dikkat etmek gerekiyor.

* Sema Hastanesi KBB Uzmanı

Saman nezlesi, alerjiye yatkın insanlarda daha çok görülüyor

Alerjik rinit (saman nezlesi) burun akıntısı, hapşırma, burun tıkanıklığı, göz yaşarması, gözlerde kaşınma, başağrısı, halsizlik gibi belirtilerin aralıklarla tekrarlanmasıyla kendini gösteren bir hastalıktır.



Belirtiler haftanın birkaç günü, yılın belirli dönemleri ya da bazı ortamlarda ortaya çıkabilir. Yapılan çalışmalar toplumun yüzde 10'dan fazlasının alerjik rinite yatkın olduğunu ortaya koymaktadır. Tanı hastanın şikâyetlerinin değerlendirilmesi, muayene ve testlerle konur. Temel olarak mevsimsel ve yıl boyu olarak iki farklı tipe ayrılır.

Bağışıklık sistemimizin yabancı bir maddeyi, vücudumuz için tehlikeli gibi algılayarak aşırı reaksiyon göstermesi sebebiyle olur. Yabancı maddeye gösterilen reaksiyon vücudumuzun bazı maddeleri salgılamasına yol açar. Sonuçta alerjik nezleye ait belirtiler kendini gösterir. Yabancı maddeler (alerjenler), solunum yolu ya da besinlerle alınabilir. Vücudumuzun en fazla tepki gösterdiği maddeler polenler, otlar, ev tozu akarları, hayvan tüyleri ve bazı besinlerdir.

Alerjiye sebep olan yabancı maddeden korunma alerjik nezlenin temel tedavi yöntemidir. Gıda alerjilerinde; söz konusu gıdayı diyetten çıkarmak, polen alerjilerinde; polen mevsimini bilerek bahçe vb. alanlardan uzak durmak, ev tozu akarları alerjilerinde; ev ortamında nemi düşük tutmak, yatak nevresim, çarşafların 60°de yıkanmasına dikkat etmek gerekiyor.

* Sema Hastanesi KBB Uzmanı

Kur'an ve dua öğrenirken yanlış telaffuz kalıcı olabiliyor

Çocuklara Kur'an öğretirken zorlanmasınlar diyetecvit ve telaffuza çok dikkat edilmez. Doç. Dr. Mu-hittin Akgül, çocuklara sure ve duaların öğretilmesi-nin doğru olduğunu ama yanlış telaffuzların düzel-tilmesinde zorlanılabileceğini söyledi.



Çocuklara sure ve Kur'an öğretirken genellikle mahreç ve tecvit kurallarına göre öğretmeye çok riayet edilmez. 'Çocuğun dili bu kadarına dönüyor, ne yapsın' ya da 'bu kadarını öğrendi ya buna da şükür' diyerek genellikle hoş görülür. Hoşgörü yaklaşımı doğru olmakla birlikte zamanla kanıksanmış bir hale dönüşür. Böylece çocuğun yanlış telaffuzlarını zamanla düzeltmesine yardımcı olunmaz. Birçoğumuz Kur'an ve duaları bu şekilde dilimiz döndüğünce öğrenmiş ve uzunca bir süre ilk öğrendiğimiz haliyle okumuşuzdur. Düz bir okuyuşla mahreç ve tecvit kurallarına göre okuma arasındaki anlam farklılığını öğrendiğimizde ise yanlış telaffuzlarımızı değiştirmemiz bir hayli zaman ve uğraş almıştır. Bu nedenle Kur'an ve dua öğrenirken ilk andan itibaren tecvit ve mahreç kurallarına göre öğrenmek önemlidir. Doç. Dr. Muhittin Akgül, Kur'an-ı Kerim öğrenirken ilk öğretilen harflerin ve okuma şekillerinin kalıcılık özelliğine sahip olduğuna, bu nedenle yanlış telaffuzlu öğrenmelerin sonradan sıkıntı doğurduğuna ve çoğu zaman mahreç hatalarının kalıcı olabildiğine dikkat çekiyor. Bu kuralları sonradan öğrenmenin imkânsız olmamakla birlikte çoğu zaman daha zor olduğunu belirten Akgül, Kur'ân talimini yapacak kimselerin, bu hususa dikkat etmeleri gerektiğini vurguluyor. Akgül, yanlış öğrenimlerle ilgili olarak ise çocukları bunaltmadan, yanlışları düzeltmeyi eğlenceli bir hale getirerek kolaylaştırılması gerektiğinin üzerinde duruyor.

Çocuklara kaç yaşında dua ve sure öğretmeye başlanması gerektiğiyle ilgili Akgül'ün tavsiyesi öğrenme kabiliyeti her çocukta farklılık göstermekle birlikte, 5-6 yaşlarından itibaren başlanmasında faydalı olacağı yönünde. Ancak Akgül, çocuğa ezberleyecekleri dua veya sureleri cazip bir hale getirmeye dikkat edilmesi gerektiğini belirtiyor. Çocuğa ezberlediği dua ve sureleri okuması için vesileler aranmalı, aşırı abartmamak şartıyla küçük hediyelerle mükâfatlandırılmalı ve evde sesli okumasına imkânlar aranması önerisinde bulunuyor. Ancak çocuk ezberleyemediğinde veya hemen kavrayıp öğrenemediğinde asla cezalandırma yollarına başvurulmamalı. Akgül, böyle bir yöntemin çocuğun dinden ve dine ait şeylerden soğumasına sebep olacağını belirtiyor.

Akgül, 'Kur'ân okuma, sadece yaz aylarında gençlerin veya çocukların ihtiyacı değil, o her zaman onların muhtaç oldukları önemli bir gıda mesabesindedir.' diyerek sadece yazın değil her zaman Kur'an'ın öğretilmesi gerektiğini söylüyor.

Kaç yaşında Kur'an öğretilmeli?

Çocukların bir şeyleri dinleyip ezberleyebilecek yaşa geldiklerinde onlara Kur'ân'dan bazı sureler ezberletilebilir. Her çocuğun farklı kabiliyetleri olabilir. Ama genel olarak çocuklara, 5-6 yaşlarında Kur'ân'ı yüzünden okuma öğretilebilir. Çocuklara 4-5 yaşlarından itibaren, Fatiha, Fil Suresi'nden aşağısı ile Sübhaneke, Allahümme Salli-Barik, Rabbi Yessir, yemek duası gibi kısa dualar ezberletilebilir.

Yemek yemek, hayatın gayesi haline gelmemeli

Peygamberimiz (sas), ümmeti hakkında korktuğu durumları göbek bağlamak, çok uyku, tembellik ve iman zayıflığı olarak zikrediyor. Yeme içmeyi hayatta amaç haline getirmeyi ve şişmanlamayı endişe verici bir hal olarak görüyor.



Peygamberimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) ümmetinin zayıf noktalarını çok iyi bildiğinden, zaman zaman çeşitli ikaz ve tembihlerde bulunmuşlardır. Bu hususta dikkat çeken ikazlardan biri de şu hadis-i şeriftir: "Ümmetim hakkında korktuğum şeylerin en korkuncu (tehlikelisi) şunlardır: Karın büyüklüğü (göbek bağlamak), çok uyku, (maddi ve manevî) tembellik ve yakîn (iman) zayıflığıdır." (Suyuti, Fethu'l-Kebir, I, 58.)

Yeni Ümit dergisinin son sayısında Dr. M. Selim Arık imzasıyla yayımlanan 'Mü'mindeki zaaf' makalesinde bu hadisle Müslümanların, gaflete, tembelliğe ve iman zayıflığına karşı devamlı uyanık tutulmaya çalışıldığı belirtiliyor. Peygamber Efendimiz'in (sas) ifade ettiği 'Karın büyüklüğü'nün şişmanlık değil, "göbek bağlamak" anlamındaki oburluk olduğunu ifade eden Selim Arık, "Dolayısıyla karın büyüklüğü ile, kendini gaflete salıp çok yiyen, yeme ve içmeyi hayatın gayesi edinen belki böylece şişman olan insanlar kastedilmektedir. Zira Peygamberimiz böyle yaşayan kimseler için dünya ve ahiret hayatları adına endişe duymuşlardır." deniliyor.

Bir insanın hayatında yeme ve içme gaye olmuşsa, onda ahiret hayatı adına bir hazırlık beklemek de zordur. Nitekim Peygamberimiz "Ademoğlu karnından daha kötü bir kap doldurmamıştır. Oysaki Ademoğlu için belini doğrultacak birkaç lokma yeterlidir. Şayet mutlaka yemesi gerekiyorsa, o zaman (midesinin) üçte birini yemek, üçte birini su, üçte birini de nefes için ayırsın." (Tirmizi, Zühd, 47) buyurmuşlardır. Hz. Ali (ra) de "Eğer karnın doymuyor ve obur isen, kendini müzmin hastalardan say." (Mâverdî, Edebü'd-dünya ve'd-din, s. 533) demiştir.

Peygamberimiz "İki kişinin yiyeceği üç kişiye, üç kişinin yiyeceği de dört kişiye yeter." (Buhari, Etıme, 11) buyurarak, Müslümanların obur olmaması gerektiğine işaret etmişlerdir. Görüldüğü gibi çok yemek ve içmek, kâmil bir mü'minin sıfatı değildir. O halde insan midesinin altında kalıp ezilmemeli, yemesini-içmesini disipline edebilen bir irade insanı olmalıdır. Zira Peygamberimiz "Kişinin her iştahını çekeni yemesi israf olarak yeter." (İbn Mace, Et'ime, 51) buyurmuşlardır. AİLE-SAĞLIK

Çok uyumak

Cenâb-ı Hak, "Uykunuzu bir dinlenme vesilesi kıldık." (Nebe 78/9) buyurarak, uykunun istirahat olarak nimet olduğuna işaret etmekte. Hadiste "müdâvemetü'n-nevm" kelimesiyle uykuyu seven ve uykudaki sınırı aşanlar uyarılmıştır.

Tembellik

"İki günü eşit olan zarardadır." (Aclunî, Keşfü'l-Hafa, II, 323) buyrulmuştur. İslâm, insanları üretime ve dağıtıma teşvik etmiştir. Köşeye çekilip miskin bir şekilde oturmak veya başkalarına yük olmak, İslam'da hoş karşılanmamaktadır.

Yakîn zayıflığı

İnsan Allah'a, peygamberlere, kitaplara, haşre ve imanın sair unsurlarına olan inancını ilimle besleyememiş ise yakîni zayıftır. Çünkü yakînin başlangıcı ilimdir.

Bebeklere, bir yaşından önce verilmeyecek gıdalar

Bebeklere bir yaşından önce bazı gıdalar verilmemeli.



Onlar şunlar:

Bal: Kabızlık, emme ve yutma güçlüğü, solunum durması, kas zayıflığı gibi belirtilerle ortaya çıkan ve ölüme neden olabilen botulizm hastalığına yol açabiliyor.

Yumurta akı: Alerjiye neden olabiliyor.

İnek sütü: Alerji, kabızlık ve demir eksikliğine yol açabiliyor.

Kakao, çikolata ve çilek: Alerjik reaksiyon oluşturabiliyor.

Şarküteri ürünleri: Aşırı tuz ve nitrat içerdikleri için kalp damar ve böbrek hastalıklarına zemin hazırlayabiliyor.

Kuruyemiş gibi sert taneli ürünler: Nefes borusuna kaçma riski var.

Öğrencilere tatil tavsiyeleri

Öğrenciler, bu hafta sonu karne alacak. Yarıyıl tatili dört gözle bekleniyor. Peki tatil gece geç saate kadar oturup ertesi gün geç kalkmak, günü TV, bilgisayar başında geçirmek midir? Böyle bir tatil öğrenciyi yorar. Onun için düşük yoğunluklu bir tatil planı hazırlayın, hem ders çalışma olsun, hem gezi ve eğlence.



Öğrenciler tatili, gece geç vakitlere kadar oturulan, ertesi gün de öğleye kadar uyunan, ardından kalkıp kahvaltı yapılan ve eğer dışarı çıkmak planlanmıyorsa bilgisayarda oyun oynanarak, internette boş boş gezinerek ya da televizyonda amaçsızca kanallar arasında gezinerek vakit geçirilen bir zaman dilimi olarak algılayabiliyor. Gerçekten de yarıyıl tatili böyle bir şey midir? Kış aylarına denk geldiği için evde uyuyarak, bilgisayar karşısında ya da televizyona bağlı bir halde geçirilecek kadar değersiz bir zaman dilimi midir yarıyıl tatili? Aslında böyle bir düşünce ve yaşayış, öğrenciyi tatilde dinlendirmekten çok yoracaktır. Dönem başından itibaren alışılan düzenin birdenbire bu kadar keskin bir şekilde bozulması vücudun uyum sağlamasını zorlaştıracak, ardından tembellik oluşacak, ikinci dönemin başlamasıyla birlikte bu tembelliği öğrencinin üzerinden atması kolay olmayacaktır.

Düşük yoğunluklu çalışma planlayın. Tatilin kişinin kendini geliştirmesi, etkin bir şekilde dinlenebilmesi için çok basit bir planlama ile daha rahat stressiz bir öğrenme süreci olarak değerlendirilmesi öğrenci başarısı açısından daha olumlu sonuçlar doğuracaktır.

Kendinize mutlaka bir tatil planı hazırlayın. Tatil ajandanız hazır olsun. Yarıyıl tatilinde nasıl bir yol izleyeceğinizi önceden belirlemek sizi rahatlatacaktır. Birinci dönemde okulda ve dershanede gördüğünüz konulardan hangilerinden eksikleriniz olduğunu belirleyin ve daha çok o konulara yoğunlaşın. Tüm konularla boğuşmak yerine kendinize daha özel hedefler, spesifik konular belirleyip zamanınızı onlara ayırın. Yapacağınız sosyal faaliyetlerin, gezilerin zamanını da önceden tasarlayın.

Kitap okudukça anlama kabiliyetiniz gelişir. Ders çalışmayla birlikte kitap okumayı tatilde sakın ihmal etmeyin. Çünkü hangi yaşta olursa olsun toplumdaki her bireye kazandırılması gereken özelliklerden biri etkili okuma alışkanlığıdır. Kişinin kendisini, çevresini ve dünyayı doğru biçimde algılayıp yorumlaması, yaşadığı sosyal çevreye uyum sağlaması, akademik başarısının artması kitap okumayla doğrudan ilişkilidir. Kitap okumak hem sınav başarınızı olumlu etkileyecek, hem kendinizi geliştirmenizi sağlayacak hem de sizi dinlendirecektir. Kitap okudukça anlama, yorumlama, fikir yürütme gibi özellikleriniz gelişecek, yepyeni dünyalarla tanışacaksınız.

Aileler, çocuklarıyla nitelikli vakit geçirmeli. Bu süreçte aileler de çok dikkatli olmalı, öğrencinin tatil sürecini çok iyi planlamasına ve değerlendirmesine yardımcı olmalıdır. Bu konuda yapılabilecek en güzel şeylerden biri, öğrencinin özellikle şiddet içeren oyunlar oynamasına izin vermemektir. Yapılabilecek en güzel şey, öğrenciye alternatifler sunabilmektir. Tatilde evde geçirdiği vakitte kendisine bilgisayar oynamaktan başka yapacak bir şey bulamayan bir öğrenci bilgisayarda çok daha fazla oyun oynama eğiliminde olacaktır. Tatilde çocukla birlikte nitelikli vakit geçirilebilecek programlar organize edin. Tatiller aile içi ilişkileri geliştirme ve birlikte geçirilen zamanı artırma yönünden de önemli bir fırsat olarak görülebilir.



*Anafen Yayınları Rehberlik Sorumlusu

8 Ocak 2012 Pazar

Sağlık-Bilim-Teknoloji

Prof.Dr. İ. Hakkı İHSANOĞLU

Düşük Vücut Ağırlığı Alzheimer Hastalığının Erken Bir Bulgusu Olabilir
Orta yaşlarda kilolu olmak artık Alzheimer hastalığı için bir risk faktörü kabul ediliyor. Buna karşılık, hayatın sonraki dönemlerinde kilolu veya şişman olmak yaşla alâkalı hafıza azalması açısından düşük riskle beraberdir. Hafıza problemleri ve diğer belirtiler ortaya çıkmadan çok önce Alzheimer hastalığında meydana gelen değişikliklerden biri olarak vücut ağırlığının kaybedilebildiğini ortaya koyan yeni bir çalışma bu durumu açıklayabilir. Neticeleri Neurology dergisinde yayımlanan bu çalışmaya hafıza problemi olmayan, hafif hafıza problemi olan ve Alzheimer hastalığı bulunan 506 kişi katıldı. Hafif hafıza kaybı bulunanlardan normal kilolu veya zayıf olanların beyin görüntülerinde % 85 nispetinde (Alzheimer hastalığının anahtar bulgusu olan) beta amiloid plâklarına rastlandı. Hafif hafıza kaybı bulunanlardan kilolu olanlarda ise plâk nispeti % 48 idi. Benzeri irtibat hafıza problemi olmayanlarda da vardı. Alzheimer yakın zamana kadar bir beyin hastalığı kabul ediliyordu; ancak görülüyor ki durum böyle değil. Vücut ağırlığının düşük olması Alzheimer hastalığının çok erken bir bulgusu olabilir. (WebMD Health News 21.11.2011)

Meşrubatlarda Çocuklar İçin Çok Fazla Şeker Var
Yale Üniversitesi tarafından yapılan bir çalışmada 14 şirket tarafından imal edilen yaklaşık 600 içeceğin muhtevası incelendi. Neticeleri Washington D.C.'de düzenlenen bir kongrede takdim edilen bu araştırmaya göre, diyet içeceği olmayan 250 gramlık ortalama bir meyve suyunda 110 kalori ve yedi çay kaşığı şeker vardı. Çoğu meşrubat, sekiz yaşındaki bir çocuğun bir günde tüketmesi gereken miktarda şeker ihtiva ediyordu. Şekerli içecekler gençler için başlıca enerji kaynağıdır. Anne-babalar bu içeceklerin sağlıklı olduğunu düşünebilirler; ancak ihtiva ettikleri ilâve şekerlerden dolayı bu doğru değildir. (WebMD Health News 31.10.2011)

Germanyumla Başlayıp Pamukla Devam Eden Elektronik Eleman: Transistör
Transistör, elektroniğin bugünkü seviyeye ulaşmasında önemli rolü olan mühim bir elemandır. İcadından (1947) bu yana sürekli geliştirilmesine yönelik çalışmalar yapılmıştır. Önce fabrikasyon teknikleri geliştirildi; bu teknikler, entegre devre (çip) teknolojisinin başlangıç noktası oldu. İlerleyen yıllarda bilgi işleme ve enformasyon teknolojileri, bu çip teknoloji-lerinin mahsulü olarak ortaya çıktı. Tam bir doğurgan süreç yaşandı, yaşanıyor: çip teknolojisi geliştikçe bilgisayar, bil-gisayar teknolojileri geliştikçe de çip teknolojileri gelişti. İcat, germanyum malzeme ile yapılmıştı; ancak silisyumun daha kararlı çalışan transistörleri netice vermesi, silisyumu zamanın malzemesi hâline getirdi. Bu sebeple bir dönem 'si-lisyum toplumu' sosyal bilimlerde tartışılır oldu. Zamanla ortaya çıkan yeni ihtiyaçlar, farklı malzemelerle daha farklı karakteristiklere sahip transistörler îmal edebilir mi sorusunu gündeme getirdi. Zîrâ başlangıçta daha hızlı çalışan ve az yer kaplayan transistörlere ihtiyaç duyulurken, zamanla bunlara transistörlerin daha ucuz ve esnek olması da eklendi. 1990'ların ortalarında tek atomun varlığına bağlı anahtarlama yapabilen transistör lâboratuvarda yapılırken, 2000'li yılların başında iletken polimer adı verilen plâstik ile lâboratuvarda yapılan plâstik transistör, ticarî bir ürün olarak 2010'a yaklaşırken esnek, bükülebilen elektronik kitap okuyucu (e-reader) cihazında yer buldu (http://www.geek.com/articles/chips/plastic-logic-teases-que-e-reader-for-january-7th-premiere-20091019/). Yine plâstik tabanlı transistörlerle tasarlanmış işlemci ve bilgisayar hafızalarının basit bir bilgisayarda kullanıldığı 2011 Mart'ında duyuruldu (http://www.technologyreview.com/computing/37126/).

Bugün ise pamuk liflerinden yapılan transistörler gündemde. Uzun süredir konuşulan ve bazı uygulamaları hayata ge-çirilen giyilebilir elektronik, bu transistör ile plâstik tabanlıların da mevcut gelişmişliğinin üzerine farklı uygulamalarıyla yakın zamanda hayatımıza daha da girecek gibi görünüyor. Pamuk tabanlı transistörü geliştiren araştırmacılar, 'yeni nesil giyilebilir elektronik' kavramını şimdiden telâffuz etmeye başladılar. Mevcut uygulamalar, bazı sebeplerle -meselâ gömlek üzerine entegre edilmiş kalb izleme monitörleri, teller ile vücut üzerinde taşınan cihazlara bağlantı sağlama mec-buriyetinden dolayı- pratik olmaktan uzaktır. Yeni nesil elemanlarla bu olumsuzluk giderilmiş olacak. Pamuk aslında iletken değildir. Transistör yapımında kullanılabilmesi için pamuk lifleri, iletken polimer nanopartiküllerle kaplandı. İletken lif yarıiletken polimer ile kaplanarak transistörü meydana getiren tabakalar elde ediliyor. Bu şekilde elde edilen transistör, pamuk ipliği olarak dokuma içinde kullanılabilecek hususiyette. Bu transistör, silisyum transistörler kadar hızlı değil. Yani bunların veri işleyen devrelerde kullanılmaları söz konusu değil. Ancak bu transistörler, halılarda odadaki insan sayısını algılayıp sıcaklık kontrolünü sağlamada ve vücuttan çeşitli değerleri algılayacak giyilebilir sensörlerde kullanılabilecek. Konu ile alâkalı gelişme Organic Electronics adlı ilmî derginin Kasım 2011 sayısında yayımlandı.

Hoşgörü Medeniyetinin Kaynağı

Osman Nuri SUZEN

13-14 yaşlarındaydım. Ortaokul yıllarımdı. Evimizin karşısında neşeli, orta yaşlı bir manav vardı. Komşu esnaflarla iyi geçinir ve mahalleli tarafından sevilirdi. Herkes onu "Ermeni Dursun" diye tanırdı. Hoş, yüzüne karşı kimse öyle demezdi; ama gıyabında öyle söylenirdi. Dursun Amca Ermeni olmasına Ermeni'ydi, onun hâricinde her şeyiyle bizdendi. Müslüman'dı ve dini bütün bir insandı. Ermeni bir ailede doğmuş, çocuk yaşında yetim ve öksüz kalmıştı. Yaşadığı topraklardan göç başlayınca, ailesi onu götürememiş; Müslüman bir aileye emanet etmişti. Teslim alan aile onu kendi çocuklarından ayırmamış, miras kalan mallarına da hiç el sürmemişti. Dursun Amca'yı büyütmüşler, onu bir Müslüman Türk kızıyla evlendirmişler, ne kadar malı varsa kendisine iade etmişlerdi. Yanında büyüdüğü ailenin çocuklarını kardeş bilirdi. Birbirleriyle irtibatı hiç kesmemişlerdi. Yaşadığı bu beldede, ne onu büyüten aileden, ne ahaliden baskı görmüş ve ne de bir ayrıma tâbi tutulmuştu. Nihayet bu şirin Karadeniz sahil kasabasının sevilen bir esnafı olarak hayatını devam ettirmişti.

Aynı kasabada "Ermeni Cemil" lakabıyla bilinen bir de manifaturacı vardı. Onun da hikâyesi Dursun Amca'yla benzerdi. Kasabanın en zenginleri arasında olduğundan, Cemil Bey'in nüfuzu yüksekti. Cemil Bey, şimdi yaşadığı kasabaya yakın bir köyde Ermeni bir ana-babadan dünyaya gelmiş. Daha üç-dört yaşlarında iken, hem annesi hem de babası ölmüş. Köyden Ermeni göçü başlayınca çocuğu götüremeyip, oradaki bir Müslüman-Türk aileye bırakmışlar. Gidenlerin çocuğa bıraktığı arazilere ve mirasa hiç dokunulmamış. Köyün ileri gelenleri verimli fındık bahçelerini, ileride vermek üzere, hiç eksiltmeden muhafaza edip imarını yapmışlar. Aile ve köyün sakinleri, Cemil'i kendi çocuklarından ayırmamış, bütün ihtiyaçlarını temin etmişler. Yıllar sonra yetişkin bir adam olduğunda, Cemil kasabaya inme arzusunu dillendirmiş. Kırklı yıllarda hâmilik yapan aile, harçlığını cebine koyup, şehirde küçük bir iş kurmasına vesile olmuş. Cemil bu yıllardan sonra ticarete başlamış ve her geçen gün işini genişletmiş. Evinde büyüdüğü ailesi ve köyündeki herkes ona destek olmuş, koruyup kollamış. Kimi fındık bahçesinin bakımını yapmış, fındığını toplamış; kimi aile kurması için gayret sarf etmiş. Benim akrabalarımdan biri de, ona kendi soyadını aldırmış. Genç Cemil artık "Cemil Bey" olmuştur. Kasabanın eski müftülerinden birinin kızıyla evlenir. Hatırladığım kadarıyla altmışlı yıllarda, en büyük manifatura mağazası onundu. Ben o yıllarda Cemil Bey ailesine ayrım yapıldığını görmedim, duymadım. Onlar da vatan olarak orayı seçmişlerdi, onca varlığa rağmen bir başka yere gitmeyi düşünmemişlerdi. Şehrin gelişmesine, imarına katkı yapar, hayır işlerine destek verirdi.

Kasabada bir de "Lion" vardı. O da Ermeni'ydi. Kasabanın en büyük eczanesi onundu. Dinini ve Ermeni kimliğini muhafaza ediyordu. Lion'un hikâyesi biraz farklıydı. Onun ailesi şehrin varlıklı kimseleriymiş. Varlık ve esnaflık aileden intikal etmiş. O gidenlerle gitmemiş; tercihini kalmaktan yana kullanmıştı. İyi bir esnaf, itibarlı bir kişiydi. İtimat edilir ve saygı duyulurdu. Biz çocuklar "Ermeni Lion" demezdik, "Lion Amca" derdik. Ona hürmet ederdik. Kendi dininde ibadet eder, o civarda açık olan kiliseye giderdi. Bundan dolayı da kınanmaz, en ufak bir ima dahi yapılmazdı.

Büyüklerimizden öğrendiğimize göre, geçmişte burada yaşayan Ermenilerle aramızda kavga yaşanmamış, aynı köyün ve beldenin ayrı mahallelerinde, herkes örf ve inancını koruyarak, komşuluk münasebetlerini sürdürmüş. Birbirlerinin yardımına gelir, ödünç alıp verirlermiş.

Biz asırlarca aynı coğrafyada gayrimüslimlerle böyle iç içe bir hayat yaşadık. Bu misâllerin onlarcası, yüzlercesi yaşanmıştır bu topraklarda. Müsamaha ve hoşgörü kültürünü biz ecdadımızdan bir hayat tarzı olarak miras aldık. Hâkimiyet kurduğumuz topraklarda, cebir ve güç kullanmadık. Onları Allah'ın birer emaneti saydık ve himaye ettik. Yan yana yaşarken komşuluk hukukunu Efendimiz'in (sallallahü aleyhi ve sellem) emrettiği gibi gözettik. Hattâ Müslim-gayrimüslim olduğuna bakmaksızın yönetime ortak ettik. Tıpkı yukarıdaki misallerin yaşandığı o Karadeniz beldesinin geçmişte idare edildiği gibi. Sözkonusu beldenin Osmanlı dönemindeki idarî yapısı incelediğinde, bugün medenî ülkelerin ulaşamadığı bir seviyede olduğu görülecektir. İlçe 1872 yılında Canik sancağına bağlı bir kaza olduğu dönemde, Belediye Reisi İsmail Efendi; Azalar Ahmet Efendi, Mustafa Efendi, Kostantin Ağa, İsador Ağa, Nilot Ağa, Yimon Ağa, Kâtip Nuri Efendi tarafından idare ediliyordu.1

Bu millet nice çaresize, mağdura, zulme uğrayana kucak açtı. Gücü, Hakk'ın rızası ve insanlığa hizmet için kullandığımız sürece "ulu sancağın gölgesi" mazlumların sığınağı ve adalet terazisinin otağı olmuştur. İspanya'da Yahudiler zulme uğradıklarında, akıllarına ilk gelen kurtarıcı, Devlet-i Âliye idi. Hâlbuki etraflarında, coğrafî olarak daha yakın bir düzine devlet vardı. Ama onlar merhametin ve adaletin ana kucağını tercih etmişlerdi. Çığlıkları karşılık bulmuş ve hiç tereddütsüz, âdeta bir refleks gibi Yahudilere hem gönül kapıları, hem de vatan kapıları açılmıştı. Sultan 2. Bayezid İspanya'daki Yahudilere, Katolikler tarafından engizisyon mahkemelerinde uygulanan zulüm ve işkence karşısında Kemal Reis'i göndererek, onları Selanik ve İstanbul'a taşıdı.2

Katolik İspanyol hükümdarı, bir ferman yayımladı. 200 bin Yahudi dört ay içinde ya Hristiyan olacak veya İspanya'yı terk edecekti. Her şeylerini bırakıp gideceklerdi. Yahudiler, Portekiz'e göçtüler. Ancak beş yıl sonra, Portekiz kralı da aynı doğrultuda bir ferman yayımlayarak Yahudilerin topraklarından ayrılmasını istedi. Bunun üzerine Yahudiler, Osmanlı coğrafyasına geldiler. Bunların 14 yaşından küçük çocukları kendilerine verilmedi, Hristiyan yapılarak Portekiz'de alıkonuldu.3 1397 yılından sonra, Fransa'dan kapı dışarı edilen Yahudilerin de adresi, Osmanlı toprağı Edirne olmuştu. Bu hâdise karşısında Haham İzak Sarfati şöyle yazıyordu: "Türkiye huzur bulabileceğiniz bereketli bir ülke. Burada her insan, kendi dikili ağacının gölgesinde huzur içinde hayatını yaşayabilir."4

Milletimizin bu şefkat ve merhametinin beslendiği bir kaynak vardır. Bu millet, şırıl şırıl akan bu arı duru kaynaktan bin yıldır beslenmektedir. Zîrâ iman ettiği Rabb'inin rahmet ve merhameti, gazabının önündedir. Cenâb-ı Hakk, Yüce Beyan'ında mealen; "...Çünkü Allah insanlara karşı pek şefkatlidir, çok merhametlidir."5 buyurmaktadır. Bu millet, Yüce Beyan'daki "Allah başkalarına adaleti, hattâ adaletten de fazla olarak ihsanı, en güzel davranışı, muhtaç oldukları şeyleri yakınlarına vermeyi emreder. Hayâsızlığı, çirkin işleri, zulüm ve tecavüzü yasaklar. Düşünüp tutasınız diye size öğüt verir."6 mealindeki âyeti hayatının gayesi yapmıştır. Çünkü bu millet, âlemlere rahmet olarak gönderilen Yüce Rehber'den (sallallahü aleyhi ve sellem): "Rahman, şefkat sahiplerine merhamet eder, yeryüzü ehline rahmet edin ki sema ehli de size merhamet etsin." talimatını almıştır.

İşte Anadolu'nun bir köyünde veya beldesinde, ilmi olmayan, belki ekseriyetle okuma yazması da olmayan insanların kendilerine teslim edilen emanetleri koruyup kollamaları, bu kaynağın beslediği sevgi, şefkat ve merhametin ifadesidir. Zaten böyle bir kaynaktan beslenen bir millet, merhamet, şefkat ve adaletten mahrum kalabilir mi?

Dipnotlar
1. 1872 Yılı Trabzon Vilâyeti Salnâmesi, Trabzon ili ve ilçeleri Eğitim, kültür ve sosyal yardımlaşma vakfı yayını, Cilt: 4. Şafak matbaacılık Ltd. Şti. Ankara 1993.
2. Salih Gülen, Osmanlı Padişahları, Yitik Hazine yay. İzmir 2009.
3. Yılmaz Öztuna, Büyük Türkiye Tarihi, cilt:1, Ötüken, İst. 1994.
4. Mustafa Armağan, Adülhamid'in Kurtlarla Dansı. Ufuk yay., İst. 2006
5. Bakara/143, Suat Yıldırım, Kur'ân-ı Hakîm ve Açıklamalı Meali, Feza Gazetecilik,1998.
6. Nahl/90, Suat Yıldırım, Kur'ân-ı Hakîm ve Açıklamalı Meali.

TECRİD

Soymak, soyulmak, yalnız bırakmak ve her şeyden el-etek çekmek mânâlarına gelen tecrîd; enfüsî olarak cismanî ve bedenî arzulardan bütün bütün sıyrılmak, âfâkî olarak da kalben, Allah'tan gayrı (mâsivâ) her şeyden yüz çevirip, sadece ve sadece O'na yönelme; yönelip zâhirini mal ü menâlden, bâtınını da O'ndan başkasına gönül verme dağınıklığından, O'na gönül verirken de karşılık bekleme gibi garazlardan-ivazlardan pak tutmaktır ki, işte bu mülâhazaların kahramanına da "ehl-i tecrîd" denir.

Ehl-i hakikat, tecrîdi, Tâhâ sûre-i celilesindeki فَاخْلَعْ نَعْلَيْكَ "Şimdi çıkar nalınlarını."1 mealindeki âyetle işârî olarak irtibatlandırıp, "beyt-i Hudâ" dedikleri gönüllerini dünyevî ve uhrevî mülâhazalardan temizleyerek Hazreti Sultan'ın nüzûlüne –bu da bir müteşâbih– müsait hâle getirme şeklinde anlamışlar. Bir kadem daha ötede diğer bir zümre ise onu, sâlikin, kalbî görüş, kalbî duyuş ve kalbî sezişleriyle bütün bütün Hazreti 'Nûru'l-Envâr'a yönelip, duygu dünyasında O'ndan başka her şeyi –tabiî istidadı ölçüsünde– ifnâ ederek, sadece ve sadece O'nunla kalma hâlinden ibaret görmüşlerdir. Diğer bir açıdan tecrîd, enfüsî olarak nefis, beden ve cismaniyete; âfâkî olarak da dünya ve içindekilere karşı tavır alma şeklinde yorumlanmıştır ki, bu dört şeyden tecerrüdle tecrîde ermeyen hak yolcusu, hakikî halvete ve halvetteki zevk-i ruhanîye de ulaşamaz.

Tecrîddeki bu latîf işareti ifade sadedinde Minhâc sahibi:
دَر حَرَمِ حَرِيم دُوست نَگردِي مَحرَم
تَا زِ اَندِشَهءِ اَغيَار مُجَرَّد نَشَوِي
"Bütün bütün ağyâr endişesinden sıyrılmadıktan sonra / Yâr hareminin harîmine mahrem olamazsın." der ki, İbrahim Hakkı Hazretleri'nin:
"Dil beyt-i Hudâ'dır ânı pâk ey-le sivâdan,
Kasrına nüzûl eyleye Rahmân gecelerde"
mazmunuyla tam bir mutabakat arz etmektedir.

Seyyid Şerif'in ifadesiyle, kalb ve sırdan mâsivâ paslarını silmenin bir unvanı olan tecrîd; müşâhede erbabının zevken ve hâlen görüp duydukları her şeyden sıyrılarak, Hazreti Şâhid-i Ezelî'nin envâr-ı vücuduyla müstağrak yaşamaktan ibarettir ve bunun âsâr-ı feyzi, duyuluş ve hissedilişi de sâlikin istidat ve kabiliyetine göre farklı farklıdır.

Bir mübtedî gönlünde mârifet inkişafının ilk belirmesi esnasında, "ilm i yakîn" diyeceğimiz kesbî malûmat renk renk solar, matlaşır, sönükleşir ve derken hak yolcusuna yer yer eşyanın perde arkası ses vermeye başlar; başlar da bütün cismanî ihtiyaçlar veya zaruretler, hattâ bütün dünya ve içindekiler yavaş yavaş zatî değerlerini yitirerek, hakikate mücellâ birer ayna veya onu aksettiren, ifadelendiren sırlı, buğulu birer aksesuar hâline gelirler. Bu mazhariyetin duyulmasıyla bazen sâlik, Fuzûlî gibi:

"Meslek-i tecrîddir ferâgat evi
Terk-i mal ile hânümandan geç!"
diye haykırır, bazen de Yunus Emre gibi: "Ballar balını buldum, varlığım yağma olsun!" der inler...

Seyr u sülûk-i ruhanî sayesinde bir müntehînin bütün benliğinden varlık endişesi silinip gidince, Hazreti Mâlum'dan gayrı artık ne bir iz ne de bir eser kalır. Böyle bir mazhariyete eren bir hak yolcusu, şayet seyr-i ruhanîsini Hz. Sahib-i Şeriat'ın minhacına muvafık sürdürmüyorsa, pek çok sâlikin müvelleh ve hayran yaşadığı böyle bir mertebede bazen "hakaik-i eşya"yı nefyetme gibi kaymalar da söz konusu olabilir. Seyr u sülûk-i ruhanîlerinde "Mirsadü's-Sünne"yi esas alanlar ise, her yerde yalnız Bir'i görür, Bir'i bilir, Bir'i söyler, Bir'i çağırır ve bin bir şafak emareleri içinde Bir'e yönelir ve O'ndan başkasına da iltifat etmezler.
Ahmedî, bu mertebeyi kendi idrak ve zevki açısından şöyle seslendirir:

Vârımı ol Dost'a verdim, hânumânım kalmadı,
Cümlesinden el yudum, pes dû cihânım kalmadı.
Çünkü hubbullah erişti çekti beni kendine,
Açtı gönlüm gözünü, artık humârım kalmadı.
Ayn-ı tevhid açılıp hak-ka'l-yakîn gördüm ânı,
Şirki sürdüm aradan, şekk ü gümânım kalmadı.

Müntehîler üstü müntehîlerin hâline gelince o, ifadelere sığmayan, tecerrüdün tamamen tecrîde inkılâb ettiği ve sâlikin bir mânâda tam bir inhilâle girdiği öyle derin bir zevk hâlidir ki, tatmayan bilmez, bilenler ifade edemez, ifade edebilenler de çok defa iltibastan kurtulamazlar. Zevken ve hâlen bu ölçüde inkişaf eden bir sâlikle Cenâb-ı Hak arasındaki böyle bir münasebet, Hakk'ın has kullarına bir sır armağanı olsa gerek.. bize de bu sır armağanına saygı duymak düşer.

اَللّٰهُمَّ أَرِنَا الْحَقَّ حَقًّا وَارْزُقْنَا اتِّبَاعَهُ
وَأَرِنَا الْبَاطِلَ بَاطِلًا وَارْزُقْنَا اجْتِنَابَهُ
وَصَلَّى اللّٰهُ عَلٰى سَيِّدِنَا مُحَمَّدٍ۽ الْهَاد۪ي إِلَى الرَّشَادِ وَعَلٰى اٰلِه۪ وَأَصْحَابِهِ الْبَرَرَةِ الْكِرَامِ

* Bu yazı, Sızıntı dergisinin Temmuz 1998 tarihli 234. sayısından alınmıştır.

Dipnot
1. Tâhâ sûresi, 20/12.

Vücuttan Gelen Alarm: Hapşırma

Adem ARIKANLI

Kokuları algılama ve havayı akciğerlere hazır hâle getirmede vazifeli olan burunda, hikmetli bir yaratılış vardır. Burnumuz, bütün vücudu koruma ve vücudun ahenkli çalışmasına yardımcı olma işlerinde de vazifelidir.

Hayatımızın devamı için nefes alıp vermemiz gerekir. Bizim için olmazsa olmaz olan oksijenin, vücudumuzun ihtiyacını karşılamaya hazır hâle gelmesi için, burnun dar kanallarından türbülansla geçerken, temizlenip ısı ve nemi ayarlanır. Böylece soluduğumuz hava, soluk borusu ile akciğerlerdeki alveollere servise hazır hâle getirilir. Burunda bu şekilde günlük ortalama 23.000 defa alınan nefesle yaklaşık on beş metreküp hava işlenir. Bir araştırmacı, burundaki kusursuz yaratılışa duyduğu hayreti şöyle ifade etmektedir: Burun deliklerinin ardındaki alan, kimyacıların açıklamada zorlandıkları harikulade duyarlılığa sahip bir iklimlendirme sistemiyle donatılmıştır.1 Bu sistem, sadece havanın sıcaklık ve nemini ayarlamaz, aynı zamanda havanın muhteviyatındaki zararlı molekülleri algılayıp alarm veren bir mekanizmaya da sahiptir. Bu alarm mekanizması, burun mukozasının uyarılmasıyla, akciğerlerdeki havanın burun ve ağızdan kasırga hızıyla dışarıya boşaltılması şeklinde faaliyet gösterir ki, bu durum hapşırma olarak adlandırılır. Hapşırma neticesinde, solunan havayla vücuda giren zararlı maddeler dışarı atılır.

Nasıl ve neden hapşırırız?
Vücudumuza her gün milyonlarca mikroorganizma daha çok teneffüs ettiğimiz hava ile girmesine rağmen, sık sık hasta olmamamız bir İlâhî lütuftur. Teneffüs ettiğimiz hava ile burnumuza giren mikroplar, tozlarla birlikte buradaki silya adı verilen tüycüklere takılır. Buradan kurtulanlara burnun içini döşeyen epitelden salgılanan antibakteriyal mukus salgısı tarafından âdeta parola sorulur. Koku moleküllerinin sinir hücrelerince algılanabilmesi, mukusun kalınlığının 0,06 mm. civarında olmasına bağlıdır. Mukus tabakası daha kalın olsaydı kokuları algılamamız azalacaktı, daha ince olsaydı savunma sistemi zayıflayacak ve koku tüycükleri kolayca tahrip olacaktı. Ayrıca muhtevası ve yoğunluğu ile bu salgı, hava içindeki yabancı partikülleri filtre etmek ve havayı tam kıvama gelecek tarzda nemlendirmekle vazifeli kılınmıştır. Bu noktanın geçilmesi tehlike arz ettiğinden, vücudun hapşırma dediğimiz alarmı devreye girer ve mikroplar bu yolla defedilir. Hapşırma, üst solunum yollarının en mühim savunma mekanizmalarından biridir. Burundaki hususi sinir hücreleri eşik değerinin üzerinde uyarılınca sinyaller, beyne ulaştırılır ve hapşırma refleksi devreye girer. Mukus bezleri uyarılıp, mukus salgılanır ve kılcal damarlar genişler. Bu sırada burunda bir kaşıntı veya karıncalanma hissedilir. Beyinden gelen ikaz neticesinde baş, boyun ve karın kasları uyarılırken, ses tellerinin olduğu bölüm kapanarak, akciğerlerde hava basıncı iyice artar. Daha sonra da âniden açılıp, hava yüksek bir sesle dışarıya verilirken, burun ve solunum yolundaki yabancı maddeler de dışarı atılır. Hapşırmada vazifeli sinirler, aynı zamanda gözle de irtibatlı olduğundan hapşırma sırasında genellikle gözyaşı salgılanır ve bu esnada gözler gayriihtiyarî kapanır.

Grip, nezle, bronşit gibi rahatsızlıkların yanında, burun polipleri, uçuşan polenler, tozlar, parfümler, hayvan tüyleri ve hattâ âniden ışığa bakma gibi faktörler, hapşırmaya sebep olabilir. Bazı insanlar, bazı faktörlere karşı hassas olduklarından, daha çabuk etkilenip hapşırır. Bir kısmı da belirli dönemlerde hapşırmaya daha yatkındır. Meselâ, hamilelerin hormon miktarındaki değişiklikten dolayı, hapşırmaya daha meyyal oldukları tespit edilmiştir. Nesiller boyu bazı ailelerin fertlerinin arka arkaya belli sayılarda (3–5 defa) hapşırdığı tespit edilmiştir, bu durum hapşırık nöbetinin kalıtımla alâkalı olabileceği fikrini desteklemektedir. Erkeklerin kadınlardan, beyazların zencilerden daha çok hapşırdıkları bilinmektedir. İnsanların beşte biri karanlıkta ilerlerken, parlak bir ışığa baktığında hapşırır. Işığın âni yansımasından dolayı, gözbebekleri küçülür ve gözyaşı salgısı artar. Bu salgı, gözyaşı kanalıyla burun boşluğunun üst bölümüne ulaşır ve burun içindeki mukoza dokusunu uyararak hapşırmayı tetikler. Soğuk algınlığı gibi rahatsızlıklarda burun mukozası, daha hassas olduğundan, hapşırma çabuk tetiklenmekte ve gerçekleşmektedir.2

Misket bombalarına dikkat
Hapşırma, vücudun tabiî işleyişinin çok farklı bir durum arz ettiği nadir anlardan biridir. Mukoz bağın parçalanmasına yetecek güçte havanın hareketlenmesine yol açan hapşırma ve öksürme neticesinde damlacıklar meydana gelir. Bu esnada ağızdan çıkan havanın ve içindeki partiküllerin çıkış hızının yaklaşık 150 km/saat olduğu tespit edilmiştir. Grip vb. hastalıkların virüsünü taşıyanlar, hapşırma esnasında etrafa yüz milyon civarında mikroorganizmayı misket bombası gibi saçar. Meydana gelen bulutçukta 2.500–5.000 civarında damlacık çekirdeği havada saatlerce kalabilmektedir. Damlacık çekirdeklerinin çapı azaldıkça havada kalma süreleri artar. Uzun süre havada kalarak hastalıkların yayılmasına sebep olan damlacık çekirdeklerinin çapı, bir ilâ beş mikrondur.

Tüberküloz, yiyecek ve içeceklerden ziyade hapşırma, öksürme gibi derin solunum hareketlerinde basil yüklü damlacıkla; havaya dağılıp buharlaşarak daha küçük partiküller hâline geçen damlacıkların sağlam kişiler tarafından solunum yoluyla alınmasıyla bulaşır.3 Bu sebeple hapşıran kişinin, mikropları çevreye yaymamak için eliyle veya mendille ağzını kapatması gerekir. Peygamber Efendimiz'in (sallallahü aleyhi ve sellem) 'hapşırdığı zaman, yüzünü elleriyle veya bir bezle örttüğü, sesini kıstığı'4 rivayet edilmiştir. Kendisinden sonra gelenlerin bir Sünnet olarak bunu yapacağını bilen Âlemlerin Rehberi (sallallahü aleyhi ve sellem), bu davranışıyla muhtemelen ümmetine mu'cizevî bir mesaj vererek, bu hususa dikkat çekmiş olabilir. Çünkü bu sayede hapşırma sırasında ağız ve burundan çıkan taneciklerin etrafa yayılmasına mâni olunacak, sesin kısılması ile de kimse rahatsız edilmeyecektir.

Viral bir enfeksiyon gerekli korunma sağlanmadığı takdirde, bir ay içinde dünyaya yayılabilir. Çünkü virüs taşıyan damlacıklar, ağız yoluyla hapşırıkta kırk metre, öksürükte altı metre, konuşmada iki metre uzağa gidebilmektedir. Bu yüzden kış aylarında grip gibi damlacıklarla bulaşan hastalıklar sık görülür. Çünkü insanların toplu bulunduğu yerlerde, bir kişinin birkaç defa hapşırması, virüsün yüzlerce kişiye birkaç dakika içinde bulaştırılması demektir.

Hapşırma faydalı mıdır?
Üst solunum yolunda bulunan tüycüklerin hareketi, akciğerlerin sağlığı açısından çok mühimdir. Bu tüycükler hava ile gelen zararlı maddeleri tutar, hapşırma refleksini harekete geçirir ve mukus ile birlikte, akciğerlere gitmesini engelleyerek, çok ehemmiyetli bir koruma vazifesi görür. Vücuda zarar vermesi muhtemel maddelerin, akciğerlerdeki hava ile birlikte dışarı atılması, kişiye büyük fayda sağlayan bir nimettir. Bundan dolayı hapşırabilmek için eskiden enfiye olarak bilinen karabiber gibi nebatî tozlar burna çekilmiştir. Hapşırdığımızda, beyin ve kalb damarları genişlerken, gözyaşı ve sinüs kanalları açılır, böylece akciğerlerden normalde atamadığımız ölü hava dışarı atılır.

Bir uzman; "Hapşırırken karın bölgesi ve beyin ağırlıklı olmak üzere vücutta büyük bir basınç ortaya çıkar. Bu basınç sebebiyle kalp damarlarına çok kan gider ve hattâ hapşırık nöbeti tutması hâlinde bayılmalar gibi ciddi durumlar ortaya çıkabilir. Ancak hapşırma sağlıklı kalp için faydalıdır."5 açıklamasını yapmaktadır. Hapşırırken ağzın tamamen kapatılarak, nefesin tutulması durumunda akciğerlerde patlama veya yırtılma meydana gelebilir. Çok şiddetli ve dengesiz bir hapşırma ile kaburgalar bile kırılabilir. Kişi, hapşırma refleksi başladıktan sonra ağzını ve burnunu tıkayarak hapşırmayı bastırmaya çalışırsa, beyne zarar verip felç geçirebilir veya beyin damarlarında basınç arttığından, kanama olabilir. Bu durumda hususiyle ameliyatlı kişiler, ciddi zarar görebilir. Ayrıca göz damarları şişerek çatlayabilir. Onun için hapşırma tetiklendiğinde kişi kendisini rahat bırakmalı ve hapşırmaya mâni olmamalıdır.

Hapşırma, solunum sistemine giren zararlılardan korunmayı sağlamanın yanında, vücudun rahatlamasına, ferahlamasına ve dinçleşmesine vesile olan bir reflekstir. Bu refleks vücuda yerleştirilmeseydi, rahatsızlık verecek pek çok zararlıdan kurtulmak zor olacaktı. Hapşırma sırasında kalbin diyastol (gevşeme) sonu dinlenme süresi artar. Muhtemelen hapşıran birine 'Çok yaşa!' denmesinin bir sebebi de budur. Güzel nimetlerden birisi olan hapşırmadan sonra "Elhamdülillah!" demek, verdiği nimetler dolayısıyla Allah'a (celle celâlühü) şükrün bir ifadesidir. Bu şükrü işitenin de "Yerhamükellah!" demesi Sünnet'tir. Bunun üzerine hapşıran "Yehdikumullah ve yuslihu balekum!" (Allah size hidayet etsin ve işlerinizi düzeltsin) diyerek mukabelede bulunur.6 "Müslüman'ın Müslüman üzerindeki altı hakkından birisinin de hapşırdığı zaman dua etmesidir."7 ve "Duanın kabul olduğu yerlerden biri de hapşırma ânıdır."8 şeklindeki Kutlu Nebi'ye (sallallahü aleyhi ve sellem) ait beyanlar, Allah'ın (celle celâlühü) hapşırma ile bize âdeta yeniden bahşettiği sıhhatimizin kıymetini bilmek ve hayatımıza devam ettiğimiz için, bir defa daha verilen onca nimete şükretmek mânâsına da gelir. Hapşırma, sadece kendimizin değil, bu âna şahitlik edenlerin de duaya katılmasına, şükür hislerine ortak olmasına vesile olacak kadar rahmet buutludur.

Dipnotlar
1. John Lenihan, Human Enginerring, s. 94, New York, John Braziller Inc.1974.
2. Gerald Legg, New Scientisfe
3. Hacıevliyagil S. Tüberkilozda Bulaşma. Malatya, İnönü Üniversitesi Göğüs Hastalıkları Ana bilim Dalı.
4. Ebu Davut, Edeb, 98.
5. Gürbüz M. Kalp Sağlığı. Bursa, Bahar Hastanesi Kardiyoloji Uzmanı 6.04.2010.
6. Buhari, Edep,125.
7. Mecmau'z-Zevaid, 8/186.
8. Mecmau'z-Zevaid, 4/181.