6 Ocak 2012 Cuma

İman en büyük mükâfattır

Allah'ın kitabı Kur'an ve onun izah ve şerhi olan Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem)'in nurlu beyanları, insanlara bir kısım teklif ve emirlerde bulunurken, aynı zamanda dengeyi koruyagelmişlerdir.



Evet, Allah'ın (cc) emirlerinde her zaman bir denge mevcuttur. Bazı kimselerin zannettikleri gibi dinin emirleri ve yasakları, sadece cennet arzusuyla insanları coşturmak için değil, aynı zamanda nefisleri altında kalıp ezilen insanlara, bütün dehşet ve ürperticiliğiyle cehennemi göstermek içindir de. Kur'an, emirlerinde hem dünyevi, hem de uhrevi mükafat ve mücazat va'deder. Evet, doğru yolda çalışanlara dünyada mükafat verildiği gibi ahirette de verilecektir. Dünyadaki mükafat, mükafatların en büyüğü ve uhrevi bütün saadetlerin kaynağı olan imandır. Şöyle ki, insan iman yolunda azmeder, dişini sıkar ve araştırırsa, Cenâb-ı Hak da, onun içinde sönmeyen bir çıra yakar ve ilelebet bu ışık kaynağı yanar durur da, insan artık karanlık nedir bilmez; bilmez de hep aydınlıkta yürür ve hep aydınlıklara doğru yol alır. İşte bu husus, Allah'ın insana dünyada en büyük ihsanıdır. O'nun dünyada bir başka büyük ihsanı da insanın günde beş defa Allah ile olan ahd u peymânını yenileme vazifesi sayılan namazı eda etmesidir. Eğer bir insan, imanını beş vakit namazla takviye ediyorsa, Cenâb-ı Hak böyle birine en büyük ihsanda bulunmuş demektir. Cenâb-ı Hakk'ın insana büyük ihsanlarından biri de, imanın zevk-i ruhanisinin insan vicdanında kendisini hissettirmesi, cennete gitmeden, cenneti yaşıyor gibi yaşaması ve bir manevi tûba-i cennet çekirdeği olan imanı vicdanında duyup yaşamasıdır. İşte böyle biri öldüğü zaman bir çekirdek gibi toprağa düşer, ötede bir tuba-i cennet şeklinde ortaya çıkar. Bu Allah'ın insana ahiretteki en büyük ihsanlarından biridir.

Küfrün Sonu Hüsrandır

Cenâb-ı Hakk'ın, insanlara karşı gazabının ifadesi olan cezaları da böyledir. Cezaların da tohumları dünyevidir. –hafizanallah- bir insan, gözünü yummuş körler gibi yaşıyorsa, Allah'ın açık seçik ayetlerini görmüyor onlara hep arka çevirip gidiyor ve hidayet yoluna karşı gözünü kulağını kapatıyorsa; dahası, dalalet yolunu gördüğü zaman da süzülüp içine giriyorsa, bu insan kendisine bahşedilen İlahi imkân ve hediyeleri hep suiistimal ediyor demektir. Böyle birinin küfre düşmesi de kaçınılmazdır. Küfre düşünce de bütün âlem onun nazarında bir kaos gibi görünür. Zavallı kendini hep karadelikler ağında görür. Yer yer kabir bütün dehşetiyle onun karşısına dikilir, berzah ürperticiliği ile onu sarsar ve tatlı hayat onun nazarında zindana döner. Ona göre ahiret zaten yoktur. Bu itibarla da hep vicdan azabı çeker ve vicdanında şeytanın tutuşturup üflediği ümit kırıcı şeyleri, ye'si unutmak ve görmemek için çoğu zaman kendisini eğlencelere, süfli zevklere verir; verir de, deniz suyuyla susuzluğunu gidermeye çalışan biri gibi içtikçe yanar ve yandıkça içer. Şehvete ve öfkeye daldıkça dalmak ister. Karanlığa girdikçe girmek ister. Bunun sonunda da ürperten bir fasit daire teşekkül eder ve –hafizanallah- bir daha da kurtulamaz o insan. İşte bu, iman yolunda herhangi bir cehdi olmayan insana dünyada Allah'ın en büyük cezasıdır. Sonuçta, önce uhrevî zakkum-u cehennem, daha sonra alev alev cehennem hep buna dayalı olarak gelir. Bu yüzden Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) sabah-akşam şu şekilde dua ederlerdi: "Allahümme ecirna minennar ve edhilnel cennete meal ebrar – Allahım! Bizi Cehennem azabından koru ve ebrârla beraber cennetine al." Biz de devamlı bu duayla Cenâb-ı Hakk'a teveccüh eder ve O'nun nezd-i ehadiyetinde kabul ümidi yaşarız.

Cennetle Cehennem Birer Kamçıdır

Burada cennet arzusunun yanında cehennem korkusu Cenâb-ı Hakk'ın lütuflarıyla beraber gazabını da görmenin bir ifadesidir. Bunların ikisi de bizi ibadet ü taata sevk edici, orada sabit tutucu ve bir bakıma müspetin cazibesi yanında, menfinin de gözümüze sû-i âkibeti göstermesiyle, o müspete karşı biraz daha şevk ve iştiyak veriyor olma mahiyetindedir. Bu durum bir temsil ile gösterilebilir; şöyle ki: Biz bir tepenin zirvesine doğru tırmanıyoruz ve tırmanırken de yer yer başımızı kaldırıp, tepenin yamaçlarını bağların, bahçelerin, meyveliklerin ve çimenlerin sardığını görüyoruz; görüyor ve ciddi bir arzu ve bir iştiyakla bir an önce oraya çıkmayı düşünüyoruz. Bu, bizim için itici ve çekici husus oluyor. Zirveleri gözümüzde tüttürüyor ve içimize bir kıvılcım atarak bizi hep kamçılıyor. Adeta bize, "Buyurun.. tırmanın.. aşın bu yamaçları" diyor!.. Diğer taraftan da yer yer aşağıya bakıyor ve korkunç bir bataklık görüyoruz; öyle ki, içine düşenler çıkamıyorlar.. çırpındıkça batıyor, battıkça çırpınıyorlar. İşte bu manzara karşısında biz, o yamaçları daha hızlı aşmak için biraz daha gayrete geliyor ve daha bir hızlanıyoruz. Evet, bir tarafta güzelin şevki, diğer tarafta da o fenanın içimize saldığı dehşet ve korku ile ne pahasına olursa olsun, hep bir küheylan gibi çatlayıncaya kadar koşma gayreti içine giriyoruz da, "Nerede ölürsek; orda kalırız" diyoruz. O bakımdan cennetin bir tergîb (teşvik) manası taşımasının yanında, cehennemin de bir terhîb (sakındırma) keyfiyetiyle, bizim ibadet-ü taattaki devamımızı ve kulluğumuzu tam eda etmemizi sağlama yolunda müspet bir katkısı oluyor. İşte böyle bir durumdaki insan her zaman: "Aman ya Rabbi! Sen bizi muhafaza buyur!" diye hep duaya koşar ve mahrumiyet korkusuyla tir tir titrer. İşte Hz. Muhbir-i Sadık'ın sabah-akşam bu duayı tekrar edip durmasındaki espri...
1 - Dinin emir ve yasakları, sadece cennet arzusuyla insanları coşturmak için değil, aynı zamanda, bütün dehşet ve ürperticiliğiyle cehennemi göstermek içindir de.

2 - Kâfirin nazarında bütün âlem bir kaos gibi görünür ve o hep vicdan azabı çeker. Bu azabı unutmak için ise çoğu zaman kendisini eğlencelere ve süfli zevklere verir.

3 - Cennet arzusunun yanında cehennem korkusu, bizi ibadet ü taata sevk edici, orada sabit tutucu ve güzelliklere karşı biraz daha şevk ve iştiyak verici olma mahiyetindedir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder