15 Haziran 2011 Çarşamba

KÜÇÜK HAFIZ KIZ

"Azrail, söylediğinden de güzelmiş"

İlkokulu bitirip kursa gelmişti. Ailesi kendi isteğiyle geldiğini söylemişti. Kayıt için adını sorduğumda: "Fatma", dedi. Hiç de çekinmeyen bir tavırla... Ve ekledi: "Eğer hafız yaptırmazsanız kayıt yaptırmak istemiyorum". Böyle tehdit edercesine konuşması onu yaşından daha olgun gösteriyordu. Tebessümle:"Korkmayın küçük hanım siz isteyin hafız da yaparız, hoca da..." O küçük gözlerinin içi parıldadı birden. Annesi: "-Hoca hanım kusuruna bakma hele sen, ille de hafız olcam der de başka bir şey demez. Bizim köyün hocasından duymuş. Peygamberimiz hafız olanlara cennette tac giydirilecek demiş herhalde. Siz daha iyi bilirsiniz ya köylü kafası, biz de bu kadar duyduk anladık. Bu da çocuk işte". "-Tabi teyze ne demek, keşke herkes sizin gibi duyduklarından etkilense de teslim olsa... Siz hiç merak etmeyin kızınız önce Allah'a sonra bize emanet." Kadıncağız elime yapıştı, öpecekken geri çektim, utandım. Tuttum, ben onun elini öptüm. Gözleri yaşardı. "-Hoca hanım bu eller, gözler hep günahlı, asıl sizinkiler öpülmeye layık". "-Estağfirullah teyze", dedim . O ahirette belli olur.

Bu konuşmadan sonra kaydını yaptığımda Fatma'nın Erzurumlu olduğunu öğrendim. Bir an düşündüm. "Küçük nasıl kalacak bu kadar buralarda"... Zaman ilerledikce Fatma'nın edepli tavırları daha da çok etkiledi beni. Azimliydi. Geceleri uykusunun arasında ayetleri sayıklarken görüyordum çoğu kez. Böyle devam ederken arada bir bana gelip soru soruyordu. Bir gün: -"Hocam hafiz olmak için Kur'an'ı bitirmek mi lazım" diye sordu. Bende: -"Tabii ki hepsini ezberleyeceksin ki "hafız" adını alacaksın". Bu cevabıma çok üzülmüş gibiydi. Bir şey demek istiyordu sanki... Teşekkür etti ve döndü arkasına gitti. Derslerim arasında onlara sürekli Kur'an ezberlemekle işin bitmeyeceğini mutlaka içindekileri uygulamanın gerektiğini hatırlatıyordum. Talebelerden biri: -"Hocam" dedi. "Fatma'nin annesi ona abdestli olmayanın hafizlara dokunamayacağını söylemiş doğru mu?" diye sordu. Çok ilginç doğrusu. Maşallah dedim. "Osmanlı zamanında atalarımız Kur'an'a ve hafıza kıymet verdiklerinden öyle yaparmış" dedim. Çok hoşlarına gitmişti bu iş. Hepsi adeta kendilerini ulaşılması zor, kasa içindeki altın gibi görüyorlardı. "Görsünler" dedim içimden, bu yaşta buralara gelmişler. Allah'ın kelamını ezberliyorlar,onlara fazla görmem bunu.

Bu arada Fatma ara sıra rahatsızlanıyor ve revirde yatıyordu. Zaman geçtikçe Fatma'nın morali ve sağlığı daha da çok bozuluyordu. Bir gün dersini 2 kez aksatınca sordum. "Ne oldu yoksa anneni mi özledin?" -"Hayır", dedi. -"Neden moralin bozuk? Sık sık ta hasta oluyorsun" dedim. "-Yanlış anlamayın, inanın ki annemi özleyipte gitmek istediğim yok. Burayı çok seviyorum. Allah'ımdan çok korkuyorum. Buraları terk edersem bana ahirette hesabını sormaz mı? " Bir şey diyemedim. Suçlu bile hissettim kendimi. O küçük kalpte bu ne imandi Ya Rabbi! Onu hayranlıkla izliyordum. Bir gün çok rahatsızlandı. Doktora götürmek zorunda kaldık. Bir çok tahlillerden sonra arkadaşim olan doktor hanım: -"Hoca hanım derhal bu talebeyi ailesinin yanına gönder " dedi. Şaşkınlıkla:"Neden?" diye sordum. Bana: -"Belki üzülecek hatta inanmayacaksin ama, bu talebe "KANSER". Adeta başımdan aşaği kaynar sular dökülmüştü. Sanki her tarafımı şefkat sarmıştı. Hastahaneden ayrılırken Fatma'ya hiç bir şey diyemedim. Oysa anlamış gibi bana sorular sorup dikkatimi dağıtmaya çalışıyordu. Kulağıma egilerek "hocam" dedi. "Azrail insanların canını alırken nasıldır?" Ağlamamak için zor tutum kendimi: -"Güzel bir surettedir, mü'min kullara", dedim Sevindi, sanki mırıldandı: "-Belki hafız olamam ama Elhamdulillah mü'minim." diye. Şimdi anlamıştım, bana önceden sormuş olduğu soruyu. Demek ki hastalığını biliyordu. Hafız olmak için Kur'an'ı bitirmek gerektiğini söylediğimde neden üzüldüğünü şimdi anlamıştım.

Bir kaç gün sonra eşyalarını hazırlamaya başladık. Çünkü dayanılmaz acılar içinde olduğunu görüyorduk. Evine gitmesi gerekiyordu. Ailesi geldi. Fatma yanıma gelerek: -"Bana kızmadınız değil mi? Eğer söyleseydim belki kursa almazdınız", -"Ne demek! nasıl kızarım sana: dedim. "Hem sonra, sakın üzülme hafızlığımı bitiremedim diye. Bu yola girdin ya, Rabbim seni hafızlar zümresinden yazmıştır inşallah", dedim, Öyle sevindi ki! sarıldı boynuma: -"Gerçekten ben şimdi hafız sayılırmıyım? Anne bak duydun değil mi?" Ya Rabbi bu ne aşktı. Rabbimin hikmeti tecelli etse de iyi olsaydı şu Fatma, ne güzel bir kul olurdu. Böylece Fatma'yı gözyaşları ile Erzurum'a uğurladık. Çok geçmedi. Bir iki hafta sonra ailesi ağırlaştığı haberini verdi. Bu bir iki hafta içinde ondan iki mektup almıştım. Bana hep hafızlık tacını merak ettiğini, rüyalarına bile girdiğini yazıyordu.

Bir gün sabah namazından sonra telefon çaldı. Fatma'nin annesiydi karşımdaki ses. Ağlamaklı bir sesle:-"Hoca hanım Fatma'yı uğurladık. Rica etsem bir hatim okurmusunuz?" deyince ben de dayanamadım ağlamaya başladım. Annesi beni teselli edercesine telefonu kapatmadan: -"Size ölmeden önce şunu söylememi istedi", dedi. Hıçkırarak: "Anneciğim hocama söyle, Azrail söylediğinden de güzelmiş.". "Ey Rabbim; senin kelamın için yanıp tutuşan, yoluna yapışıp kelamına SIMSIKI sarılan kulunu, sen son nefesinde yalnız bırakır mısın hiç?"

14 Haziran 2011 Salı

OYUNLAR

YENİLİKLER

Yakında Oyunlarda Ekleyeceğiz! Bizleri takip etmeye devam edin...

13 Haziran 2011 Pazartesi

Acaba Saat Kaç?









html kodları arabalar

SAAT

Andım yine Sen'i her şey yâdımdan silindi,
Hayalin gönlümün tepelerinde gezindi;
Bu bir serap olsa da hafakanlarım dindi...
Andım yine Sen'i her şey yâdımdan silindi.

Keşke her an aşkınla oturup aşkınla kalksam,
Ruhlar gibi yükselip de ufkunda dolaşsam;
Bir yolunu bulup gönlünden içeri aksam...
Keşke her an aşkınla oturup aşkınla kalksam.

Anladım vaslına ermek için artık çok geç,
Hicranla yanan gönlüm durmadan inleyecek;
İnleyip en taze hislerle hep bekleyecek...
Anladım vaslına ermek için artık çok geç...

Kalbim bir güvercin kalbi gibi titrerken adından,
Ne olur Sana ulaşmam için kanadından;
Bana bir tüy ver pervaz edeyim hep ardından...
Kalbim bir güvercin kalbi gibi titrerken adından.

Ey kupkuru çölleri cennete çeviren gül;
Gel o bayıltan renklerinle gönlüme dökül!
Vaktidir ağlayan gözlerimin içine gül!.
Ey kupkuru çölleri cennete çeviren gül!

Mecnûn gibi arkanda koşan kulun olayım,
Bir kor saç içime ocaklar gibi yanayım;
Sensiz geçen bu acı rüyadan kurtulayım...
Mecnûn gibi arkanda koşan kulun olayım...

Aklım uzakta kaldığı günleri saymakta,
Ruhuma sisli-dumanlı bir kasvet yaymakta;
Göster çehreni ki güneş gurûba kaymakta...
Aklım uzakta kaldığı günleri saymakta...

Son demde hiç olmazsa gurûbum tulû olsun,
Gönlüm ufkunun en taze renkleriyle dolsun;
Her yanda tamburlar çalınsın; neyler duyulsun...
Ne olur hiç olmazsa gurûbum tulû olsun..!

m.fethullah Gülen

12 Haziran 2011 Pazar

Kardesim Fatma Betül FERİK'in Hİkayelerden Seçmeler Adlı Kitabından Bir Hikaye

Hayal ve Gerçek
Uzun yıllar önce Bursa’nın dağ köylerinden birinde Hasan adında bir çocuk varmış. Hasan doğduğundan beridir Derecik ismindeki bu köyde yaşarmış. Hayatını anne ve babasının yanında geçirmiş. Hasan o ahşap ve kerpiçten yapılma evde anne, baba, dede ve babaannesi ile birlikte çok mutlu bir şekilde yaşıyorlarmış. Tüm aile köydeki diğer komşuları gibi geçimlerini topraktan çiftçilikle ve hayvancılıkla sağlıyorlarmış. Hasan da çocuk olmasına rağmen anne ve babasına elinden gelen gayretle yardımcı oluyormuş.
Tabi Hasan bütün çocuklar gibi oyun oynuyor ve kendisi için çok kısıtlı ama çokta büyük olan gökyüzünün altındaki diğer yerleri, köyleri ve o anda adını bilemediği büyük köy diye tabir ettiği şehirleri çok merak ediyordu. Hep oraları görmenin ve köye gelen misafir çocuklarından duyduğu okul denilen yere gitmenin hayalini kuruyormuş. Hasanların köyünde maalesef okul yokmuş. Anne babası da okul olmadığı için okuma yazma bilmiyorlarmış. Tabi ki ailede de başka okuma bilen olmadığı için hasan okumanın ne olduğunu harf denilen işaretlerle yazının oluştuğunu köyün imamından öğreniyormuş. Köy imamı çok iyi birisiymiş. Her zaman insanların yardımına koşar bildiği her şeyi özellikle çocuklarla olmak üzere herkesle paylaşmasını çok severmiş. Bu yüzden onun anlattıklarını hasan bütün dikkati ile dinlermiş. Anlatılanlar ve Hasanın yaşadığı rengarenk bitkilerle dolu ortam hayallerinin başlangıcını oluştururmuş ve kendi kendine “Bir gün ben de okula gideceğim, okuma yazma öğrenip bende büyük adam olacağım” dermiş. Bu istek Hasanda çok büyük bir arzuya dönüşmüş. Zihninde kurduğu bu hayal öyle yoğunlaşmış ki artık rüyalarına da girmeye başlamış.
Hasan bir gün köy imamı ile dertleşirken hayallerinden bahsetmiş. İmam Hasan’a çok güzel bir kalbin var, Allah senin bu güzel kalbin ve dualarının güzelliği hürmetine bir gün isteklerini gerçekleştirebileceğin bir ortamı sana nasip edecek demiş. Hasan da o günün bir an önce gelmesi için her gün dua edeceğini söylemiş.
Günlerden bir gün İmam Ahmet efendinin şehirdeki Öğretmen arkadaşı Cafer Bey köye çıkagelir. Ahmet Efendi arkadaşını görünce çok sevinmiş adeta mutluluktan havaya uçmuştur. Hasan bu mutlu tabloyu ve kocaman insanların bir çocuk gibi kucaklaşmasına çok şaşırmıştır. Ondaki bu şaşkınlığı gören Ahmet Efendi “Hasan müjde Allah dualarını kabul etti” der ve yanına çağırır.
Hasan – “hayırdır hocam ne oldu” der
Ahmet Efendi arkadaşının ne büyük bir eğitim gönüllüsü olduğunu bildiği için Hasana müjde vermiştir, tabi ki O bunu bilmediği için hala bu coşkuya bir mana verememektedir. Ahmet Efendi Cafer öğretmenle Hasanı tanıştırır ve önceden mektupları ile anlattığı Hasanın bu çocuk olduğunu söyler. Hasan sanki olanları anlamaya başlamıştır ki, imam Ahmet efendi;
-“Hasan der, bu benim arkadaşım Cafer öğretmen buraya seni görmeye ve ailenle görüşmeye geldi aslında” der. Hasan meseleyi uzun uzun dinleyip anladıktan sonra sevinçten çıldırmış gibi koşarak eve döner, Ahmet efendi dur Hasan dur dese de Hasan onu duymamıştır bile. O çoktan eve varmıştır bile. Anne ve babasına olanı biteni bir çırpıda anlatmış ama onlar Hasanın ne dediğini anlamamışlardır. Tam o sırada imdada imam Ahmet Efendi ve arkadaşı Cafer öğretmen yetişmişler uzun uzun olup biteni ve Hasanın önüne serilen fırsatı anlatırlar. Kendi içlerinde de okula gidememenin olanca acısı olan annesiyle babası bu haber karşısında gözyaşlarına boğulmuşlardır. Bu gözyaşları hem oğulları Hasanın hayallerinin gerçek olması hem de biricik oğullarına geçici de olsa hasret kalacak olmalarındandır. Ama önemli olanın O’nun geleceği ve yarınlarda Hasanın köy ve yörelerine sağlayacağı fayda olduğunun bilincindedirler. Bu nedenle Hasanın annesi Fatma Hanım oğluna sımsıkı sarılmış ve;
-“Git hasanım git. Allah o güzel dualarını kabul etti. Git oku, oku da adam ol emi. Burada seni iki çift göz ve çok seven iki yürek bekler. Ama sen eğer okurda Cafer öğretmen gibi öğretmen olursan kim bilir senin yolunu ne çok göz ve eğitime susamış gönüller bekleyecek” demiş.
Hasan bu sözleri duyunca şöyle bir doğrulmuş; “sen üzülme anacığım ben inşallah en kısa zamanda Cafer öğretmenimin de yardımıyla okullarımı bitirip memleketime bir öğretmen olarak döneceğim.” demiş. Ama Hasanın o simsiyah gözlerinden mutluluktan akan yaşlar sanki bir rahmet pınarına dönüşmüş. Ve Hasan dizlerinin üstüne çökmüş, ellerini göğe kaldırarak;
-“Allahım sana sonsuz şükürler olsun, daha düne kadar bunların hepsi birer hayaldiler, ama şimdi gönülden yapılan bir duanın nasıl kabul görerek gerçeğe dönüştüğüne şahidim. Sen bana fırsat, azim ve sağlık ver Rabbim, ver ki bende Cafer Öğretmen gibi sana dua edipte okumak isteyenlere koşabileyim.” der.
Hasan hem kendine hem de sevdiklerine söz verdiği gibi çok çalışır ve çok iyi bir öğretmen olur. Yetiştirdiği öğrenciler şimdilerde kimi doktor kimi mühendis kimi de kendisi gibi öğretmen olmuşlar ve insanlığa hizmet etmektedirler.
Fatma Betül FERİK

Ne Uğruna Çalışıp Ne Uğruna Yoruluyoruz?

Benim için "zaman" çok kıymetlidir. Bu sebepten birisi zamanımı çalmak istese, oradan ayrılırım yahut, bir şekilde buna engel olurum. Bu alışkanlığım gençliğimden beri devam eder.

Gençlik yıllarımda arkadaşlarım gezmeye gitti, ben odamda çalıştım. Arkadaşlarım gezmeye gitti, ben kitap okudum. Arkadaşlarım uyudu, ben yazdım... Her Müslüman'ın kendini en iyi şekilde yetiştirmesi, İslamiyet'e hizmettir. Bu sebepten "zaman" çok önemlidir.

Hastayım amma evimde yatmıyorum. İşe geliyorum, rahatlıyorum. Üstad, "Tembellik, hastalık ve yorgunluk nefsin desisesidir!" der, hastayken bile Risale-i Nur tashih ederdi diyorum, çalışıyorum. Konferansa gidiyorum, sonra arkadaşlar soruyorlar, "Ağabey, yoruldun mu?" Ben de diyorum ki, "Hayır, dinlendim..." Zaten bir işi severek yapan yorulmaz. Anne, hayatını çocuğuna vakfeder, "of" bile demez. Mesela ben çalışırken dinlenme arası verdiğimde biyoloji kitabını inceliyorum. Benim dinlenmem böyle...

Bir gün Bediüzzaman Said Nursi hazretleri, ağabeylerle Van'a gidiyormuş. Yolda giderken Üstad buyurmuş ki, "Kardeşim, ya siz ileri gidin, ya ben ileri gideyim." Bir ağabeyimiz demiş ki, "Üstadım, uzun yolda herkes yanına eğlenecek arkadaş ister, sen bizi reddediyorsun, hikmeti nedir?" Üstad buyurmuş ki: "Siz beni meşgul ediyorsunuz. Van'a gidene kadar yolda birçok evradımı okur bitiririm. Siz benimle gelince beni konuşturursunuz, vazifemden geri kalırım."

İnsan kelime-i şehadet getirerek Müslüman olur. Natürizm gibi felsefelere inanarak İslam'ın dışına çıkılabilir. Yani dakikalar çok önemlidir. Ahirette de hayatımızın her anının hesabını vereceğiz.

Günahın çokluğu Allah'ın verdiği zamanı kötüye kullanmaktır. Sevabın çokluğu da Allah'ın verdiği zamanı hayra kullanmaktır.

İnsan her şeyden evvel kendini idare etmeye memur edilmiş. Dünya ve ahiret saadetinin sırrı, insanın kendi kendini Müslümanca idare etmesinde düğümlenmiş. Kâinattaki nizamı görmeyen anlamayan, kendini idare edemez, onların dünya ve ahiretleri cehennem olur. Demek ki insan öyle bir imtihana tabi tutulmuş ki, kırık notlar cehennemin, iyi notlar da cennetin yolunu açıyor. Bu durumda herkes kendi hayatına, ailesine, işine, sosyal hayatına baksın; eğer bir şahsın dünyası cehennem olmuşsa, şimdiden sınıfta kalmış demektir.

Çalışmayan yok, yorulmayan yok amma neye çalışıp, ne uğruna yoruluyoruz, bunu düşünmek lazım.

HEKİMOĞLU İSMAİL (ZAMAN GAZETESİ)