9 Eylül 2011 Cuma

DNA Tesadüfü Reddediyor

Batı tıbbının hızla geliştiği yıllar, İkinci Dünya Savaşı'nın yaralarının sarıldığı dönem ile örtüşmektedir. 1950'li yıllarda Amerikalı biyolog James Watson ile İngiliz fizikçi Francis Crick, canlıların genetik bilgisinin depolanmasında tercih edilen mükemmel moleküler mimarîye dâir çok önemli çalışmalar yapmış ve bunları 1953 yılında Nature dergisinde yayımlamışlardır. Watson ve Krick'in teklif ettiği ve bugün hâlen geçerliliğini koruyan model, genetik bilginin çift sarmal (iki kopya) şeklinde ve deoksiribonükleik asit (DNA) olarak saklandığı gerçeğidir.1 DNA'nın yapısının anlaşılmasından itibaren insan vücudu ve hastalıkları ile uğraşan bilim insanları, büyük keşiflere imza attılar. Bu keşiflerden beklenen, 2000'li yıllarda insan vücuduna ait sırların ortalığa döküleceği, yaşlanma ve hattâ ölüme çare bulma konusunda büyük gelişmeler kaydedileceği ve kanser, şeker hastalığı, şişmanlık, yüksek tansiyon gibi toplumlara yaygın olarak tesir eden hastalıkların neredeyse tamamen ortadan kaldırılabileceği yönünde idi.

Yaklaşık 50 yıllık keşif ve araştırmaların (1950–2000) ilk neticeleri beklenen veya tahmin edilenlerden çok farklı çıkmıştır. Yukarıdaki hastalıkların Batı tıbbı ile tedavi edilerek ortadan kaldırılması bir yana, ne kadar yaygınlaştığı ve neredeyse işin içinden çıkılmaz hâle geldiği bugün hemen herkesin mâlûmudur. Bu konuyu bir yana bırakarak, Watson ve Crick'in 1953 yılındaki keşiflerinden sonra neler olduğuna göz atalım.

İnsan genomu projesi ve neticeleri
Genetik bilginin nasıl depolandığının keşfi, birkaç ana sahada büyük heyecanlara ve tartışmaların alevlenmesine sebep olmuştur. Bu sahalardan bir tanesi ise canlıların nasıl evrimleştiği(!) ve yeni kabiliyetleri genetik bilgilerine nasıl dâhil ettikleri ile alâkalıdır. Herkesin mâlûmu evrim teorisi, hâlen ispatlanamayan müspet "mutasyonlar"ın, yeni bir hayvan grubuna tamamen yeni ve orijinal organlar kazandırmasına dayanır. Fakat bu durum ilmen imkânsızdır. Bu mutasyonlar vücut hücrelerinde değil, genetik bilgiyi gelecek nesle aktaracak cinsiyet (yumurta ve sperm gibi) hücrelerinde olmalıdır. Evrimcilerin, "Çevre, besinler, güneş ışınları ve pek çok başka faktör mutasyonlara sebep olur ve türün çevresine daha iyi uyum sağlaması ile neticelenir." sözleri, kulağa hoş gelen fakat aslında sadece bir film senaryosu olabilecek niteliktedir. 1990 yılında başlanan ve 2003 yılında bitirilen insan gen haritası projesinin (Human Genom Project) sonuçları herkesi yeniden düşünmeye sevk etmiştir. 2,3

On üç yıl süren bu projenin sonucunda elde edilen veriler, tabir yerinde ise bilim camiasında büyük sürprizlere sebep olmuştur. Çalışmaya göre insanoğlu yaklaşık 20–25 bin protein kodlayan gen ve yaklaşık üç milyar baz (Adenin-Timin ve Guanin-Sitozin) çiftine sahiptir. Batı bilimi, canlıları akrabalık derecelerine göre(!) sınıflandırır (filogenetik) ve insanı en üste koyar. Zîrâ insan gerçekten en kompleks canlıdır ve tabiî olarak en kompleks genoma sahip olmalıdır. Oysa insan gen haritası projesinden elde edilen "harflerin ve genlerin sayısına" göre, insan evrimcilerin tahminlerinin aksine, "filogenetik" olarak ortalama(!) bir canlıdır. Diğer bir tabirle, ne gen sayısı olarak, ne de bu genleri teşkil eden baz çiftleri sayısı açısından, evrim ağacının(!) en üstünde değildir. İnsan genomu diğer pek çok memeli hayvan genomuyla (genetik bilgi kütüphanesi) benzer büyüklüğe sahiptir. Meselâ insan gibi, inek, fare vb. hayvanlar da yaklaşık üç milyar baz çiftine, balina genomu ise yaklaşık 50 milyar çift harften yazılmıştır. Filogenetik olarak daha aşağı görülen akciğerli balıkların genomundaki harf sayısı ise insana göre 10–15 kat daha fazladır.

Bu şaşırtıcı nokta, insanın taşıdığı gen sayısı ile daha da enteresan bir hâl almıştır. Projeden önce insan türünün yaklaşık 140.000 gen taşıdığına ve filogenetik olarak en kompleks canlı olduğuna inanılırdı. Ancak gerçekteki gen sayısı bunun dörtte biri kadardır ve proje ile rakam 25–30 bin olarak tescil edilmiştir. Demek ki insanoğlu, gen sayısı bakımından evrimcilerin iddia ettiği gibi üstün(!) bir canlı değildir.

Bu iki gelişme, aslında türlerin birbirinden türeyemeyeceğinin, her türün orijinal ve hikmetle donatılmış bir mimarîye sahip, belli bir gâyeye uygun yaratılmış olduğunun açık delilidir. Ancak bu gerçeği açıklıkla itiraf etmek, bilim camiasından bazılarının işine gelmemiştir. Bununla birlikte bu bilgi pek çok bilim adamının zihninde sessiz, dile getirilemeyen bir değişime sebep olmuştur. Yaradılışı doğrudan kabullenmek yerine, "intelligent design-akıllı tasarım" denen bir başka iddia ortaya atmışlardır.

Türlerin orijinalliği ve yaratılış dili
Bir tür ve o türe ait genlerle belirlenmiş vasıflar, tamamen o türe hastır. Cenab-ı Allah tam olarak bilemediğimiz ve hikmetinden sual olunamayacak sebeplerle pirinç gibi bir bitki için 30–40 bin, insanoğlunu yaratırken 20–25 bin kadar protein kodlayan gen takdir etmiştir. Ancak evrime inanan pek çok bilim adamı, insanoğlunun bu kadar "basit(!)" bir canlı olamayacağını iddia etmişler ve mevcut bilgiyi kabul etmekte zorlanmışlardır. Genom büyüklükleri ile baz çiftlerinin oranlarını mı, genlerin sayısını mı, yoksa genomdaki bilgi miktarını mı, esas alacağımız hakkındaki tartışmalar ve genom büyüklüğünün nasıl sağlıklı olarak ölçülebileceği hususunda bir uzlaşma elde edilememiştir.4


İplik kurdu (Caenorhabditis elegans), bitkilerin köklerine yakın yerlerde yaşayan, insana zararsız bir kurtçuktur. 900–1000 hücreden yapılmış olan iplik kurdunun erişkinlerinin boyu bir mm. kadardır. Gen haritası tam olarak çıkarılan ilk canlı olan iplik kurdunun yaklaşık 20.000 geni vardır; bu sayı insana çok yakındır ve genlerin bir kısmı insanınkilerle benzerlik göstermektedir. Bazı evrimciler, iplik kurdunun genetik yapısını teşkil eden harflerin miktarının, insandan çok da farklı olmadığı ortaya çıktığında, bir çeşit şoka uğradıklarını itiraf etmişlerdir. Evrim teorisine göre insanoğlu, en yakın atası(!) sayılan maymunlarla harflerin miktarı ve sıralanması bakımından % 95 genomik benzerliğe sahiptir. Hâlbuki yakın bir benzerlik iplik kurdu ile de vardır. Ancak bu hakikati değiştirmez. Maymun, kurtçuk ve insan arasındaki fark, genom harflerinin miktarında ve sıralanmasında değil, ihtiva ettikleri bilginin kompleksliği ve dinamik olarak düzenlenmesinden kaynaklanmaktadır. Çünkü organizmanın kompleksliği ile canlının sahip olduğu DNA miktarı ve harflerinin sırası bakımından anlamlı bir münasebet yoktur. DNA miktarı ve harflerin sıralanmasından kaynaklanan % 5'lik farklılık, bilgi ve anlam noktasında çok büyük farklılıklara yol açabilir. Meselâ, aşağıdaki ifadelerle bu hâdise biraz daha akla yakınlaştırılmıştır.

Dosta düşmana gösterdi.
Dosta düşmanı gösterdi.
Dostu düşmana gösterdi.
Yahut şu ifadelere bakınız.
Dost düşman oldu.
Düşman dost oldu.
Dost oldu düşman.
Düşman oldu dost.

Eğer Türkçeyi iyi bilmiyorsanız, bu kısa cümlelerdeki farklılığı önemsiz kabul edebilirsiniz. Böylece büyük bir yanlışa düşersiniz. Cenab-ı Hak, bütün canlıları aynı lisanı kullanarak yaratmıştır. Bu lisan dört harfin üçlü kombinasyonlarından meydana getirilen 64 kelimeden (codon) oluşmaktadır. Bu 64 kelimenin bir kısmı aminoasitleri kodlamada kullanılır. Asıl ilim ve mucize ise, bu kadar az harf ve kelime kullanarak dünyadaki inanılmaz biyolojik çeşitliliği yaratabilmektir.


Bir protein dizisindeki tek aminoasitlik değişme, yukarıdaki son derece basit cümlelerde olduğu gibi büyük farklılıklar oluşturabilir. Buna en iyi örneklerden biri, insan kırmızı kan hücrelerindeki hemoglobin molekülüdür. Orak hücreli kansızlık hastalığında, hemoglobinin beta alt ünitesinin yapısındaki 146 aminoasitten sadece biri farklıdır; 146 aminoasitlik beta zincirinin 6. pozisyonundaki "glutamin" aminoasitinin yerine "valin" aminoasiti geçmiştir (bir başka deyişle DNA zincirinde sadece bir aminoasitlik (üç harflik) bir değişiklik olmuştur). Ancak 146 aminoasitin içindeki bu tek kelimelik değişiklik, alyuvarların kılcal damarlardan geçerken içlerindeki hemoglobinin kristalleşmesine, hücrenin esnekliğini kaybederek orak şeklini almasına ve zarının yırtılmasına sebep olur. Neticede kırmızı kan hücreleri parçalanarak ölmekle kalmaz, içinden geçtikleri kılcal damarı da tıkayarak ileri düzey tıbbî problemlere sebep olur. 146 aminoasitlik bir protein zincirindeki tek aminoasitlik değişiklik önemsiz olmadığı gibi, hücrenin ölümüne sebep olabilecek tamamen farklı -iş göremez- bir protein hâline dönüşmektedir.

Genler hakkında konuşmamız gerekenler burada bitmiyor; nitekim en az buraya kadar anlatılanlar kadar önemli bir husus daha vardır. İnsanoğlunun genetik bilgisini kodlayan üç milyar baz çifti içinde yer alan, yaklaşık 25–30 bin gen, vücudumuzda kullanılan proteinlere ait şifreli bilgiyi taşımaktadır. Ancak insan vücudunda yaklaşık 100–125 bin farklı protein üretilmektedir. Uzun zamandır inanılan "bir gen-bir protein" eşleştirmesinin de yanlış olduğu ortadadır. İnsanın dar düşünceleri ile ortaya konan ve kesin ilmî gerçeklermiş gibi sunulan pek çok yaklaşımın, bugün yanlış veya eksik olduğu ortaya çıkmıştır. İnsanda protein kodlayan genlerin ürünleri nihai değildir. Onlarca yer değiştirme, ekleme ve çıkarma yapılır. Şimdi yukarıda verilen ikinci örneği yeniden hatırlayalım. Dost, düşman ve oldu kelimelerini farklı şekilde yan yana getirerek anlamları birbirinden tamamen farklı cümleler elde edilmişti. Bu kelimeler yerine aminoasit dizilerini koyarsak, bu defa da vazifeleri birbirinden tamamen farklı proteinler elde ederiz.

Zahirî benzerlikler ve büyük farklılıklar
İnsan beyninde bulunan hipofizin arka kısmından antidiüretik hormon ve oksitosin isimli iki hormon salgılanır. Antidiüretik hormon insan vücudunun susuzluğa dayanmasında son derece önemli vazife görür. Bu hormon, vücut suyu çeşitli sebeplerle azalınca (oruç, susuzluk, uzun süre çok sıcak ve kuru ortamda kalma vs.) azalan su yerine koyuluncaya kadar böbreklerin suyu vücutta tutması için hayatî öneme sahiptir. Bu hormonun eksikliğinde veya salgılanamaması durumunda böbrekler suyu vücutta tutamaz ve su idrar olarak dışarıya atılır. Bir hastalık olarak antidiüretik hormon üretemeyen insanlar günde yaklaşık 10–15 litre kadar idrar yaparlar ve her gün bu miktar suyu içmedikleri takdirde hayatları tehlikeye girer (şekersiz diyabet hastalığı).
Oksitosin ise temel olarak gebelik sonunda doğumun başlaması için anne rahminde kasılmalara sebep olan hormondur. Bu hormonun yokluğunda doğumun başlaması çok zordur. Doğumdan sonra ise başka vazifeleri vardır. Annenin çocuğunu emzirirken sütün yavrunun ağzına akması için yine oksitosin hormonu gerekir. Bu defa annenin süt bezlerinin etrafındaki kaslarda kasılma oluşturarak sütün bebeğin ağzına doğru akmasına vesile olur.

Aynı yerden salgılanan ancak vazifeleri birbirinden çok farklı olan bu iki hormona yapıları yönüyle baktığımızda şaşırmamak elde değildir. Her iki hormon da sadece dokuzar aminoasitten yapılmış, yani çok kısa birer cümleciktir; ancak tesirleri itibarı ile çok güçlü hormonlardır. Dahası, vazifeleri bu kadar farklı ve dokuz aminoasitten oluşan bu iki hormonun yapılarında sadece iki aminoasit birbirinden farklıdır. Dolayısıyla bu iki hormonun DNA dizilerine baktığınızda sadece çok küçük bir bölümünün birbirinden farklı olduğuna şahit olursunuz. Bu küçük farklılığın ne kadar büyük neticeler doğurduğu ise açıkça ortadadır.

Cenab-ı Allah engin ilmi ile bu dünyada bir biyolojik formu yaratmıştır. Bu hayat formunda genetik bilgi dört harfli bir alfabe ile yazılmıştır (Adenin, Guanin, Sitozin, Timin). Bu alfabenin okunması neticesi ortaya çıkan proteinler canlıların maddî vücutlarının devamı için gerekli vazifeleri gören binlerce farklı moleküle dönüşmektedir. Eğer alfabeniz dört harf ise ne kadar kelimeniz olabilir? Cenab-ı Allah bu dört harfli alfabeyi perde kılarak gözümüzün gördüğü ve görmediği trilyonlarca farklı canlıya hayat vermektedir. Elbette ilmin Hakiki Sahibi en doğrusunu bilir. Hikmetini bilemediğimiz sebeplerle bazı proteinler binlerce aminoasit uzunlukta iken bazıları sadece üç aminoasitten oluşturulmuştur. Buradan anladığımız, yapı olarak birbirine benzemeleri fonksiyon olarak da benzemesini gerektirmediği gibi, uzunluk ya da kısalık da güçlülük ve vazife açısından bir genelleme yapmaya mâni olmaktadır.
Çok küçük görünenler,

Çok büyük tesirlere sahip olabilir
Tiroid bezinin çalışması için biraz önce bahsettiğimiz hipofiz bezinin uyarıcı bir hormon salgılaması gerekir (TSH, tiroid uyarıcı hormon). Ancak hipofiz bezinin tiroid bezini uyarabilmesi için de bir üst merkezin (hipotalamus) önce hipofize emir vermesi gerekir. İnsan vücudu üzerinde çok güçlü neticeler doğuracak bu emrin aracısı da protein yapıda bir hormondur (TRH tirotropin salgılatıcı hormon). Bu protein sadece üç aminoasitten oluşmaktadır. Evet sadece üç aminoasitten yapılmış bu uyarıcı protein, insanın bütün hücreleri üzerinde son derece kompleks tesirlere sahip tiroid hormonunun üretilmesi ve kana verilmesi için şarttır.

Hayalen hipotalamustan salgılanan bu ilk emrin genine bakalım. Üç aminoasitten yapılan ancak yokluğunda insanın hem vücut, hem de zekâ gelişmesinin ciddi mânâda etkilendiği bu protein için görünürde sadece dokuz adet nükleik asit (Adenin-Timin/Guanin-Sitozin) kullanılmıştır. Fakat bu dokuz adet harfin okunabilmesi için, çok daha fazla sayıda harf bu bilginin okunmasını düzenlemek için kullanılmaktadır. Dolayısıyla gen dediğimiz birim, bizim düşünebildiğimizden çok daha komplekstir.

Cümle ne kadar kısa, ancak netice ne kadar hayranlık vericidir. Bütün bir vücuttaki milyonlarca proteinin hassas şekilde yapılması ve bir fabrika gibi bu malzemelerin uygun yerlere gönderilip organ ve dokularda işlenmesini de düşündüğümüzde evrimin hayalî mekanizmalarıyla bu düzenin ve mükemmel neticenin ortaya çıkmasına imkân ve ihtimal yoktur.

Dipnotlar
1. Watson JD, Crick FH. Genetical implications of the structure of deoxyribonucleic acid. Nature. May 30 1953;171(4361):964-967.
2. Watson JD. The human genome project: past, present, and future. Science (New York, N.Y.). 1990;248(4951):44-49.
3. Lander ES. Initial sequencing and analysis of the human genome. Nature. 2001;409(6822):860-921.
4. Hahn MW, Wray GA. The g-value paradox. Evol Dev. Mar-Apr 2002;4(2):73-75.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder