24 Kasım 2011 Perşembe

Zindanın Kapatamadığı İnsanlar (Kitaplık)

985 yazıydı; aylardan Haziran... Okullar kapanmasına rağmen memleketime dönmemiş, kış gecelerinde kekeleyerek okuduğum Risale-i Nurların evrenine girmek için 'okuma kampı'na yazılmıştım. Kırkağaç'ta bir talebe yurdunda kalıyor, gün ikindiye vardığında kendimizi çam ormanına atıyorduk. O günler, kalbimde ter u taze esintileriyle öylece duruyor. Kırkağaç'ın çam ormanlarında sayfalarını çevirdiğim Kastamonu, Emirdağ ve Barla Lahikalarından edindiğim şehirler, bu şehirlerde yazılmış muhteşem külliyat, bu külliyata kalbini ve hayatını yatırmış masalsı isimler hikâyemde kurucu birer unsur olarak yer aldılar. Bir şehir nasıl da bir şehir olmanın ötesine geçer, bunu o süreçte öğrendim. Anadolu'nun bir kuytusunda gizlenmiş küçük bir kasaba olan Barla çok daha öte bir şeydi. Hüsrev, Hafız Ali, Taşköprülü Sadık Bey.. isimleri, Eskişehir Hapishanesi'nin baktığı okul bahçesi fotoğrafı, Kastamonulu lise talebelerinin sorusu, Barla'daki dağın zirvesi katmanlı bir anlama işaretti.

Necmettin Şahiner'in yayıma hazırladığı "Denizli Hapishane Mektupları" kitabı vesilesiyle yine o günleri hatırladım. Kitabı okuyup bitirdiğimde, Denizli Hapishanesi'nin meyvesi ve hatırası olan Meyve Risalesi'ne gittim. Kitaplığımdan aldığım Meyve Risalesi'nin kapağını çevirdiğimde şu notla karşılaştım: "Nihat Dağlı, 29.06.1985, İzmir..." Okumaya koyuldum; sararmış sayfalar, altını çizdiğim yerler, sayfaların boş kısımlarına aldığım notların dağılmış mürekkebi... Hatırladım, Meyve Risalesi'ni ilk defa o Kırkağaç günlerinde okumuştum. Kastamonu'dan sonra Denizli Hapishanesi'nde yaşanan dokuz ayın bir meyvesi olan bu risaleciği bir defa daha okurken, Tarihçe-i Hayat'taki Denizli Hapishanesi maddesini hatırladım. Üstad'ın en çileli günleri; hapishane, buz kesilmiş tecrid odaları, camı kırık pencereler, uğuldayan rüzgâr, atışan kar... Öyle ki, talebesi duasında hayatını ortaya koyuyor, Üstad çok değer verdiği talebesinin şahadetini görüyor. Böyle ama Meyve Risalesi yine de 'kara' bir metin değil; hakiki imanı elde etmiş insanın Rabb'ine teslimiyet içinde meydan okuyuşunu ve aydınlığını görüyoruz sayfalarda. Onlarca kavga ve cinayete karışmış Süleyman Hünkâr gibi isimlerin Risaleler'e yakınlıkta nasıl da başka türlü insan olduklarına şahit oluyoruz.

Evet, Meyve Risalesi, hapishanenin imkâna dönüştürülmesinin bir resmidir. Foucault, 'Hapishanenin Doğuşu'nda iktidar biçimlerinin insanı/şahsı nasıl da imkânsız kıldığını anlatır. Risale-i Nurların hikâyesi, Bediüzzaman ve talebelerinin hapishanelerde geçen hayatları, burada verdikleri fotoğraf ve inşa ettikleri, bir de bu açıdan okunmalıdır. 'İktidar' ve 'hapishane' metaforlarından hareketle Risale-i Nurları, Üstad'ı ve talebelerini okumak epey ufuk açıcı olacaktır. Hem materyalist felsefede hem de bu felsefenin bir formu olan zorba modern ulus devlette insan (ruhu) bir nevi kapatılıyor, zindana alınıyordu. Üstad ve talebeleri ise, pozitivizme gömülerek 'hikmet'e ve 'hakikat'e düşman kesilmiş felsefeyle bu felsefenin kucağında büyümüş zorba modern ulus devlet iktidarına işaret ve itiraz idiler. 'Büyük kapatılma'ya işaret ve itiraz oldukları için de gözetimde/hapishanede tutuluyorlardı.

Meyve Risalesi'nden anlıyoruz ki, zindanın kalbinde dahi zindanı delip geçen bir dilin sahibi olmak mümkündür. Bu dil, Rabb'e teslimiyet içinde kâinata meydan okuyabilme hâlidir. Risale-i Nur külliyatı, okuyucusuna böylesi kurucu bir hâl armağan eden özellikli metinlerden oluşur. Özelliklidir çünkü Risale-i Nurlar, zihinde ve aklî okuma içinde inşa edilmiş sistematik literal bir külliyat değildir. Hakkıyla okuyanlar bilir, Risaleler, hayatın içinden geçen ve içinde hayatlar geçen metinlerdir. Külliyatın her bahsinde bir hayata, bir hikâyeye, bir yaşanmışlığa dokunulur; müellif, talebe ve okuyucu orada öylece oturmaktadır.

Risale-i Nur külliyatının merkezi metinlerinde 'hayatî' okumalar varken, Risaleler'in inşa süreci mânâsına gelen lahikalarda ise hayatlar ve hikâyeler bulunuyor. Meselâ bu yazıya vesile olan "Denizli Hapishane Mektupları" kitabı, lahikalarda yer alan yüzlerce isim arasından birini, Taşköprülü Sadık Bey'i başlığa çıkartarak dokunulur kılıyor. Plevne Müfaası'nda yer almış Sadık Paşa'nın torunu Taşköprülü Sadık Demirelli; Kastamonu, Sinop, Tosya, Çankırı, Düzce ve Adapazarı civarında ayağında çizmesi, belinde silâhı ve altındaki atıyla nam salmış bir beydir. İktidar ve devlet tarafından 'tehlike' olarak işaretlenen Üstad Bediüzzaman, 1936 baharında Kastamonu'ya sürgün edilir. Kadîm bir irfanla mayalanmış Anadolu insanı ise, ceberut yönetimin 'tehlike' olarak gösterdiği Bediüzzaman'ı değil tehlike kendine sığınak bilir. İrfan ile yoğrulmuş bir ailenin ferdi olan Hilmi Bey, dostu Taşköprülü Sadık Bey'i alıp Bediüzzaman'ın huzuruna getirir. Sadık Bey artık Risale-i Nur talebesidir. Denizli Hapishanesi'ne düşen, Üstad'ına çorbalar pişiren, Meyve Risalesi'nin yazılmasına katılan biri olur. Hapishaneden çıkıp memleketi Taşköprü'ye döndükten sonra Üstad'ına ve hapishanedeki arkadaşlarına mektuplar yazar. Arkadaşları ve Üstad'ının kendisine cevabî mektupları olur. İrtibat kopmaz; Risale-i Nur ve okuyucuları, hayattan kovulmak istenen imanı hayatın içinde tutmaya devam ederler.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder