11 Eylül 2015 Cuma

TATİLDEN DÖNME VAKTİ

Nihat DAĞLI Deneme - Eylül 2015
Tatilden Dönme Vakti
Ne çok imtihan var!

Rızkımıza vesile olan kapıları tıklatmak/açmak mânâsında kazanmak zorunda kaldığımız ne çok imtihandan geçiyoruz. Birisi bitiyor, yenisi başlıyor.

İlkokuldan başlayıp üniversite sonrasına kadar uzanan imtihanlar zinciri...

Çalışmak, yine çalışmak mecburiyeti...

Bin bir soru, bin bir çözüm yolu...

Okul yetmiyor, haydi kurslara... O da yetmiyor, gelsin test kitapları... Çok engelli bir koşudan çıkar gibi imtihanları bitirmemiz, artık rahatlayacağımız mânâsına gelmiyor. Başka türlü bir çalışma kapıda bizi bekliyor, kendine doğru çekiyor.

Bu kadar çalışmak mecburiyetinde miyiz? Böylesi yoğun ve bitiş saati olmayan bir çalışmayı gerektiren ihtiyaçlarımız mı var? Doymak bilmeyen bir varlık mıyız?

Yığınla 'olmazsa olmaz'ın karşılanması adına mecbur kalınan 'çalışma'nın yorduğu insandan bir itiraz yükselmiş bulunuyor. 'Çalışmak yorar!' başlığı altında insanın 'tembellik hakkı'na vurgu yapan bu itiraz, üzerinde düşünülmeyi hak ediyor.

...

Çalışmak, artık insanların doymak, giyinmek ve barınmak üzere giriştikleri bir faaliyet değil. Özde aynı ihtiyaçların başlattığı bir şey olmaya devam etmekle birlikte, çalışmak, şimdilerde çok daha katmanlı bir durumdur. Çünkü ihtiyaçlarımız, ilk insanlarınkinin çok ötesindedir; hem dikey hem de yatay olarak artan ihtiyaçların öznesi veya nesnesi varlıklarız. Bizim mi ihtiyaçlarımız var, yoksa ihtiyaçlarımızın mı insanıyız, bunu kestiremiyoruz. İhtiyaçlarımızın peşine saldığımız zamanın dışında neredeyse başka bir zamanımız yok. Gece-gündüz, sabah-akşam ihtiyaçların iteklemesiyle sağa sola savruluyoruz. Derinleşip genişleyen ihtiyaç ağı dışında, 'İnsanın alakasını bekleyen, insanla birlikte mânâ kazanacak başka işler yok mu; insan kendisine dâir başka ne yapabilir?' gibi bir soru, artık sorulmuyor. Sorulmuyor; çünkü akıl gibi bize verilen diğer bütün lâtifeler de bedenî ihtiyaçların ve nefsin emrinde.

Evin ahalisini doyuracak bir gıda, bir ev, bir araba yetmiyor. Bir dolap dolusu elbise de... Bunların hepsi var; ama yine 'yoksul' ve 'açız.' Evlere sığmayan eşyaların, dolaplardan dökülen elbiselerin, yolları dolduran bin bir vasıtanın, bulvarlarda sıralanan yığınla mağazanın arasında ne yapacağını bilmeyen biz, aç ve tatminsiz varlıklara hiçbir şey yetmiyor. Her gün, doyumsuzluğumuzun yeni bir ihtiyacı çıkıyor. Ele geçirmekle varoluş seviyemizi geliştirmek arasında gidip-geliyoruz. Durmadan sahip oluyoruz; şuna, buna; evlere, arabalara, eşyalara, insanlara... Sahip oldukça kaybetmekten korkuyoruz. Korktukça 'güven'siz kalıyoruz. Güvensizlikte, düşmanlarımız ve rakiplerimiz çoğalıyor. Sahip olduklarımızın, bir gün başkası tarafından elimizden alınacağını düşünüyor ve bunları nasıl koruyacağımız konusunda başımıza dertler açıyoruz. Elimizde olanları koruyacak silâhlar ediniyor, büyük bir gerginlik içinde düşman bekliyoruz. Gözümüze çarpan, yanıbaşımızdan geçen her silueti düşman sanıyor, âni bir refleksle tetiğe basıyoruz. Hayatın orta yerinde bir kurşun askere dönüşüp, etrafımıza çizgiler çekiyor, başkasını kendimizden uzak tutuyoruz. Bu sınır çizgilerini belirginleştirdikçe yalnızlaşıyoruz; başkasına gitmiyoruz, başkası da bize gelmiyor. Bencilliğimizin ördüğü sınırlar içinde yalnız, yapayalnız kalıyoruz. Sınırlarımızın dışında ise, düşmanlarımız, ülkemizin düşmanları çoğalıyor; dünya, yalnız insanların yalnız ülkeleriyle doluyor.

Paylaşmayan, paylaşılacak olanın bir gün çalınabileceği korkusuyla güvenmeyen, güvensiz olduğu için de, hep şüphede kalan hastalıklı bir insandır sözkonusu olan. Modern ve postmodern zaman toplumlarında, 'değeri' artan meslek gruplarının başında psikoloji ve psikiyatrinin geliyor olması tesadüfî değildir. Bu bilimlerin hemen her ferdi, modern hayat tarzıyla doğrudan bağlantılı bir hastalık grubuna dâhil etmesi boşuna değildir. Masumiyetini yitirmiş, mihverinden sapmış ve bir hastalık hâlini almış "çalışma"dan yorgun durumdaki günümüz ferdinin problemi bir değil, yığınladır.

Kutsî gâyelerin tahakkuku, esma-i İlâhiye'nin tecellisi ve mâişetin kazanılmasına vesile olarak insanın yaratılışına konulmuş 'çalışma meyli' mâsumdur ve aynı zamanda bir dua ve ibadettir. Ancak çalışmayı sadece keskin bir rekabet ve çatışma vasıtası olarak gören bir anlayışın kurbanı durumundaki günümüz insanı, kendisini, hayatı ve bütün bir varlığı mâneviyattan, aşkın olandan ve 'mukaddesat'tan yoksun bir 'çalışma' ile okudu ve yorgun düşüp hasta oldu. Hastalıklı bir şekilde yaşanan dünya ise, savaş alanına dönüştü. Kendi topraklarının zenginlikleriyle yetinmeyen politikacılar, başka ülkelere göz dikip oraları kan gölüne çevirdi.

Şimdi, 'Çalışmak yorar!' deyip insanı dinlenmeye ve eğlenceye çağıran, insanın bir 'tembellik hakkı'nın olduğunu iddia eden sözde tenkitçi bakış, temelli bir çözüm sunmadığı için sadre şifa şeyler de söylemiş olmuyor. İlerlemeciliğe, her şeye rağmen üretim-tüketim çarkına iman etmiş modern anlayış ise, psikiyatrik bir nesne hâline getirdiği insana sadece 'tatil' alternatifi sunabiliyor. 'Yorulduysan, tatile çık!' diyor; ama tatile çıkardığı insanları gittikleri yerde de rahat bırakmıyor; oralarda nasıl yaşayacakları konusunda dayatmalarda bulunuyor. Tur programları, gidilecek yerler, tatilde geçirilen zamanın muhteviyatı, tatili paraya dönüştüren paragöz babaları ele veriyor. Modern düşünce ve zihniyetin talimat (!) ve beğenileriyle gidilecek yer belirleyip bavullarını hazırlayanlar da, aslında 'tatilde' olamıyorlar. Gittikleri yere -kontrol altında tutulan kendilerini- götürdüklerinden, sabah akşam 'kontrolde' yaşıyorlar. Böyle olduğu için de tatillerden iki kat artmış bir yorgunlukla dönüyorlar.

Modern zamanların "bireyi", sanayi toplumunun ve vahşi kapitalizmin ürettiği, aslında kendisinin olmayan ihtiyaçların karşılanmasına ayırdığı emek ve zamandan sonra kendi vicdanını besleyecek ve meşru ihtiyaçlarını belirleyecek bir idrâk ufku geliştiremediğinden, 'düşüncede tatil'e çıkıyor; düşünmeden çalışıyor, düşünmeden tüketiyor. İnsan nefsinin zaaflarını keşfedip kışkırtanlar, ona çalışması ve tüketmesi gerektiğini iyice belletmişler. 'Düşüncede tatil'e girildiği içindir ki, ne çalışma ne de tatil mevsimi iyileştirici olabiliyor.

Evet, bir yandan hayatın ve varlığın iç içeliğinden doğan fıtrî kanunlar, diğer yandan bizi kendimizle ve büyük mânâmızla buluşturan vahiy bize 'çalışma'yı emrediyor. İnsanı ve hayatı açıp güzelleştiren böyle bir çalışmanın sahibi olabiliriz. Bizi kuşatmayan/boğmayan, kendisinden başka her şeyi dilsizleştirmeyen bir çalışmaya girişebilir, böylece bizim için olan bir çalışmayı gerçekleştirebiliriz.

...

'Düşüncede tatil'e çıkmışlığımızı bitirmediğimiz sürece, kalb, ruh ve beden bütünlüğü içinde dinlenemeyiz; tatil için gidilen mekânlarda, yaşadıklarımıza dışardan bakma şansına sahip olamayız.

'Düşüncede tatil'e çıkmış zihni, tatilden döndürecek şey nedir?

Düşünce ve tefekkürü yeniden diriltmek!

Raflarda bizi bekleyen, içlerinde yolculuğa çıkanları kimsesiz ve yalnız bırakmayan kitaplara komşu ve akraba olduğumuzda, düşüncemizin tatilden döneceğine ve gelip içimizde tefekkür sofralarına dönüşeceğine inanıyoruz. Kalb ve ruh plânında kendimizi yeniden inşa ederek tefekkür ufkuna açıldığımızda, başkasının icat ettiği bir çalışmanın kurbanı olmayacak ve tatillerinde tüketilmeyeceğiz.

Tatilden dönme vaktidir!

n.dagli@sizinti.com.tr
                                                                      SIZINTI DERGİSİ
KAYNAK:http://www.sizinti.com.tr/konular/ayrinti/tatilden-donme-vakti-eylul-2015.html

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder