28 Ekim 2011 Cuma

Yapışık İkizler

Sudan’lı 1 yaşındaki yapışık ikizler çok nadir görülen bu durumlarından dört başarılı operasyonun ardından kurtuldular.


Rital ve Ritag adlı ikizler 22 Eylül 2010 tarihinde Hartum’da başlarından yapışık oldukları halde dünyaya geldiler. Londraya getirilen ikizlerin masrafları Facing the world yardım kuruluşu tarafından karşılandı.


En son operasyonu 15 ağustos tarihinde yapan doktorlar, ikiz kızların ameliyat sonrasında herhangi bir sıkıntı ile karşılaşmadıklarını, nörolojik açıdan bir sorun şuan için olmadığını belirttiler

26 Ekim 2011 Çarşamba

Depresyona girenlerin en büyük hatası izne ayrılmak

Uzmanlar, kendilerinde depresyon belirtisi gören çalışanların yapmaması gereken şeylerin başında, derhal izne ayrılıp tatile gitmenin geldiği uyarısı yaptı.Alman Depresyon Yardımı Vakfı'ndan Prof. Ulrich Hegerl, "Çünkü depresyon da sizinle birlikte tatile çıkar ve insan kendi ortamından uzakta depresyonu daha da ağır şekilde yaşar." diye konuştu. Depresyondaki kişilerin genelde çok ağır bir bitkinlik duygusu altında ezildiğini belirten Hegerl, uyku ve tatilin bu hisleri daha da artırdığına dikkat çekti. Prof. Hegerl, çalışanların beden ve ruh dilinin verdiği sinyalleri ciddiye alması gerektiğini belirtti. Artan uyku isteği, umutsuzluk ve işin altından kalkamama korkusunun depresyonun ilk belirtileri olduğunu belirten Hegerl, kulak çınlaması, baş ve sırt ağrıları gibi fiziksel işaretlerin de depresyon belirtisi olabileceğini kaydetti.

Bacasız şofben ve sobalara dikkat

Temel Sağlık Hizmetleri Genel Müdürü Seraceddin Çom, havaların soğumasıyla soba, baca ve şofbenlerin yanlış kullanımından kaynaklanan zehirlenmelerin arttığına dikkati çekerek, "Bu yılın eylül ayına kadar 33 ölümlü vaka yaşandı.'' dedi.Seraceddin Çom, karbonmonoksit zehirlenmelerinin genellikle kapalı ortamlarda açık ocaklar, bacası çekmeyen soba, şofben, bacasız gaz sobalarında yakıtın iyi yanmaması nedeniyle meydana geldiğini dile getirerek, karbonmonoksit zehirlenmelerinde kısa sürede tıbbi müdahale yapılmadığında zehirlenmelerin ölümle sonuçlanabildiğine dikkati çekti. "Karbonmonoksitten Türkiye genelinde 2008 yılında 12 bin 121 zehirlenme, 2011 yılında eylül ayına kadar 6 bin 446 zehirlenme ve 33 ölüm vakası olmuştur.'' diyen Çom, bu konuda alınabilecek tedbirler konusunda vatandaşların bilgilendirilmesinin önemine işaret etti.

Görme engelli değil; ama göremiyor

19 yaşındaki Fatma, abisiyle yaşadığı bir tartışmanın ardından görememeye başlar. Yapılan tetkikler, Fatma'nın biyolojik olarak bir sıkıntısının olmadığını ortaya çıkarır. Yaşanan, histerik körlüktür. Uzman psikolog Dr. Hakan Ertufan, hastalığı, sıkıntılarını sözel olarak dile getiremeyen insanların sorunlarını beden dili ile ifade etme şekli olarak açıklıyor. Hastalık kendini felç, körlük, konuşma bozukluğu, tikler, sara nöbeti ve titremelerle gösteriyor.Fatma Y. 19 yaşında ve lise mezunu. İkinci defa üniversite sınavına hazırlanmanın telaşını yaşıyor. Zaman zaman ağabeyinden baskı ve şiddet gören Fatma, ailesiyle oldukça kısıtlı iletişim kuruyor. Fatma, geçtiğimiz günlerde ağabeyiyle yaşadığı bir tartışma sırasında birdenbire hiçbir şey görmemeye başlar. Kızlarının kör olduğunu düşünerek telaşa kapılan ailesi tarafından apar topar hastaneye kaldırılır. Ancak yapılan tetkikler, Fatma'nın kör olmadığını ortaya çıkarır. Fatma'nın bu rahatsızlığı çok geçmeden anlaşılır: Histerik körlük. Bu psikolojik temelli sorun, ülkemizde farklı şekillerde çoğu kez ortaya çıkabiliyor. Belirli bir yaşa kadar hiçbir fizyolojik hastalık belirtisi olmamasına rağmen kimi insanlar birdenbire duyularını kaybedebiliyor. Hastanelere ani duyu kaybıyla başvuran hastalara, doktorların biyolojik bir sebep olmadığını söylemesi garip karşılansa da aslında oldukça sık rastlanılan bir durum. Şiddete maruz kalmış ya da yoğun stres ve baskı altında yaşayan kişilerde görülebilen bu durumun adı 'konversiyon histerisi'; yani psikolojik sıkıntıların fiziksel belirtilerle dışarıya yansıması hali. Şiddete uğrayan kadınlar, çocuklar, stres yoğun çalışma ortamlarında istihdam olanların konversiyon histerisi halini yaşama riski çok yüksek. Özellikle kadınlarda yoğun yaşanan bu durum, çocukluk travmaları, cinsel saldırı ya da taciz, şiddete maruz kalınması durumunda ortaya çıkabiliyor. Doktorlar ve psikologlar, kriz anlarında vücudun, hastanın veremediği bir mesajı ilettiğini söylüyor.

Histeriye, ergenlik sonrası dönemde kadınlarda erkeklerden 20 kat daha fazla rastlanıyor. Epilepsi ve nörolojik hastalıklardan tamamen ayrılan histerinin teşhisi için tüm tetkiklerin eksiksiz yapılması gerekiyor. Kişiler baskı ortamından uzaklaştırıldıklarında ortaya çıkan körlük, sağırlık gibi duyu kayıpları zamanla düzelebiliyor.

Uzm. psikolog Dr. Hakan Ertufan, hastalık hakkında, "Ruhsal sıkıntılarını sözel olarak dile getiremeyen insanların sorunlarını beden dili ile ifade etme şeklidir." diyor. Hastalığın farklı şekillerde gözlenebildiğini söyleyen Ertufan, bunun felç, körlük, konuşma bozukluğu, tikler, sara nöbeti ile benzeri nöbetler, yürüyüş bozukluğu ve titremeler şeklinde ortaya çıktığını belirtiyor. Histeriye aynı zamanda depresyon, telaş ve kaygı hali (anksiyete) eşlik ediyor. Ertufan, histerik hastaların bu hastalıktan dolayı insan ilişkilerinde kazançlı gibi gözüktükleri haller yaşadıklarını, ancak bu durumun sürmesi halinde hastalığın kronikleştiğini söylüyor ve ekliyor: "Histerik körlük ya da sağırlık yaşayan kimse, etrafındakilerin ilgisini ve sevgisini kazanarak birincil kazanç sağlar. İyileşme sağladığında ise tebrik alarak ikincil kazanç elde ederler, davranış pekiştirilmiş olur ve içinden çıkılmaz bir hal alır."

Hastaların ve ailelerinin yaşantısını zora sokan histeri geçici olabildiği gibi uzun zaman da devam edebiliyor. Tedavi sürecinde altta yatan sebeplerin terapi eşliğinde çözülmesiyle hastalığın tekrarının önüne geçiliyor. Baskılardan bir nevi kurtulma aracı olan bu hastalık, ülkemizde çoğu kez bayılma şeklinde gözlenirken tedavi edilmediği takdirde kişinin iş ve özel hayatını çıkmaza sokuyor.

Uzun evliliğin sırrı

Evliliğin uzun ömürlü olması için sevginin ölümsüzlük boyutu yakalanmalı. Bu da ancak ebedi hayat arkadaşlığı düşüncesiyle mümkün. Mutluluk ise problemler karşısında eşin iyiliklerini unutmayıp gönül evini paramparça etmemek ve "senin için her şeyi yapıyorum, hâlâ iyiliğimi bilmiyorsun" dememekte gizli.Son yıllarda aile çözülüyor. Evlilikler nisan yağmuru kadar kısa sürüyor. Aile fertleri bir hiç yüzünden harman gibi etrafa savruluyor. Modernizmin getirdiği problemler, pembe diziler ve yanlış kullanılan internet, ailemize büyük darbe vuruyor. Bu nedenle ailemizi ayakta tutan manevî değerlerimiz umarsız eller tarafından çalınıyor. Güzel duygularımız yüreğimizden sökülüp alınıyor. Vefa kör kuyulara saklanıp, sevda çıkmaz sokakların yokuşlarında kayboluyor. Peki, öyleyse ne yapmalıyız?

Gemiler karadan yürütülmeli

Fatih Sultan Mehmet'in gemileri karadan yürüttüğü gibi; eşler de evlilik gemisini hiç olmazsa denizde yürütme zahmetine katlanmalı. Akıl defterine şu notu düşmeli: Hayatta hiçbir şey kolay elde edilmiyor. Mutluluk kaleminin mürekkebi çoğu kez alın teri ve gözyaşı oluyor.

Sevginin ölümsüzlük boyutu yakalanmalı Evliliğin uzun ömürlü olması için sevginin ölümsüzlük boyutu yakalanmalı. Bu ise ancak ebedi hayat arkadaşlığı düşüncesiyle mümkündür. Yoksa kısacık dünya hayatına münhasır olan sevgi buz üstündeki yazı gibidir. İlk güneş ışığıyla eriyiverir.

Vefa kör kuyulara saklanmamalı

Vefa, değer ve kıymet bilmektir. Problemler karşısında eşinin iyiliklerini unutmayıp onun, gönül evini paramparça etmemektir. "Bir fincan kahvenin kırk yıl hatırı" olduğunu belleklere nakşetmek, tüm güzellikleri gönül defterine resmetmektir. Bu sebeple vefa duygusunu nefsimizin kör kuyularına hapsetmeyelim. Ta ki, her an kulağımıza eşimizin güzelliklerini fısıldasın.

Fedakârlık mutluluk kilidini açar Fedakârlık, karşılık beklemeden iyilik yapmaktır. Özveride bulunmak, sevmediği şeyleri bile eşinin hatırı için yapabilmektir. Yaptıktan sonra "ben işte senin için şunları şunları yapıyorum, sen hâlâ benim iyiliğimi bilmiyorsun" dememektir. Dikkat edilirse bütün mutlu evliliklerde fedakârlık ön plandadır. Çünkü fedakârlık mutluluk kilidini açan anahtardır.

Uysal olmak 'kölelik' olarak algılanmamalı

Aileyi ayakta tutan ana direklerden biri şefkâttir. Şefkât, karşısındakine el uzatmaktır. Empati yapmaktır. Kendini eşin yerine koyarak onun çektiği acıyı hissetmektir. Şefkatin olmadığı kalp kaya kadar sert, harap bahçe gibi verimsizdir. Muhabbet güllerinin üzerini zehirli sarmaşıklar kaplar. Bülbüllerin yerine baykuşlar yuva yapar. Katı kalpler ancak şefkat güneşiyle yumuşar. Merhametsiz yüreklerdeki buzlar, o sayede erir.

Evlendikten sonra geriye dönüş yolları kapatılmalı. "Belki geri dönerim" diye arka bahçe kapısı aralık tutulmamalı. Kadınlarımız, uysal ve munis olmayı "kölelik" olarak algılamayıp, en basit şeyde "ekonomik özgürlüğüm var, senin derdini niye çekeyim" diye çekip gitmemeli. Erkekler ise eşlerini sahiplenmeli. Fakat onu kendi malı gibi değil; kutsal emanet olarak "gözbebeğim" diye korumalı. Nefsanî duygular uğruna yuvalarını terk etmemeli.

Bağışıklık sistemi antibiyotikle hasar görüyor

55. Milli Pediatri Kongresi'nde BIFIFORM'un düzenlediği se-mpozyumda uzmanlar çocuk sağlığı ile bağışıklık sisteminin güçlendirilmesi üzerinde durdu.Sempozyumda konuşan Doç. Dr. Metehan Özen, antibiyotiğin hayat kurtardığını ancak gerekenden fazla kullanıldığını söyledi. Özen, "Antibiyotik bizim için yararlı bakterileri de yok ediyor. Bu yüzden bağışıklık sistemimiz bozuluyor. Bağırsaklarımızdaki doğal flora bozulduğu için savunma sistemimiz çöküyor. Savunma sistemimiz 4- 6 hafta arasında açık kalıyor. İyi bakteriler ölünce, dışarıdan gelen kötü bakteriler bağırsaklarımıza yapışıyor ve rahatlıkla kana karışıp hasta ediyor. İşte probiyotiğin önemi burada ortaya çıkıyor." dedi.

Kanserin çözümü var

Türkiye'de 150 bin kanserli hasta var. Bunların yüz bini sigara ile ilişkili. Kanserden korksak da hayat tarzımızı, yemek düzenimizi değiştirmiyoruz. Alanında uzman 13 farklı ismin birlikte kaleme aldığı 'Kansere Çözüm Var!' adlı kitapta kansere karşı halkın ne yapması gerektiği üzerinde duruluyor.Korkulan ve ölümcül bir hastalık olarak bilinen kanser, birtakım uygulama ve tedbirlerle önlenebilir, aynı zamanda da tedavi edilebilir. 'Kansere çözüm var' diyen uzmanlar, kurtuluş reçeteleri sundu. Kansere Çözüm Var! adlı kitabın tanıtım toplantısında konuşan Sağlık Bakanlığı Kanser Dairesi Başkanı Prof. Dr. Murat Tuncer, kanser nedeniyle her sabah 350 kişinin öldüğünü belirtti. Türkiye'de 150 bin kanserli hasta olduğunu ifade eden Tuncer, bu kanserlilerden 100 bin kadarının sigara ile ilişkisi olduğunu söyledi. Tuncer, kanser hasta sayısının azalmasının ancak sigara tüketiminin azalmasıyla olabileceğini söyledi. Tuncer, "Saat 22.00-23.00 ile 02.00-03.00 arasındaki uyku insanı kanserden koruyor. İnsan vücudu nasıl güneşten besleniyorsa, karanlıktan da besleniyor. Melatonin hormonumuz karanlıkta salgılanıyor. Bu hormonun anti-kanser, yani dinlendirici, birçok hücreyi yenileyici rolü var. Gece bir nimet. Görme özürlü insanlar, az kansere yakalanır. Mesela görme özürlü kadınlarda meme kanseri çok nadir görülür." diye konuştu.

Biyofizik uzmanı Prof. Dr. Süleyman Daşdağ, ev satın alacakları uyardı. Daşdağ, evlerin yüksek gerilim hatlarına yakın olmaması gerektiğini söyledi. "Elektrikle çalışan cihazlar kullanılmadığı zaman, fişleri prizden mutlaka çekilmeli." diyen Süleyman Daşdağ şu önerilerde bulundu: "Saçları kuruturken yeterli zaman varsa, doğal yollardan kurutmalı. Bilgisayar kullanırken, bilgisayarla aradaki mesafe, işi aksatmamak şartıyla olabildiğince uzak olmalı, iş bittiğinde bilgisayar kapatılmalı. Oturma gruplarının yerlerini, manyetik alanların duvarlardan geçebileceğini göz önünde bulundurarak belirlemeli."


Nelerden uzak durmalı, ne yemeli, nasıl yaşamalı?

Hayy Kitap'tan çıkan 'Kansere Çözüm Var!' adlı eser, en güncel bilimsel veriler, en son tedavi teknolojileri ışığında, kansere çözüm bulmaya odaklanıyor. Kitapta Prof. Dr. A. Murat Tuncer, Prof. Dr. Ahmet Rasim Küçükusta, Prof. Dr. Erkan Topuz, Prof. Dr. M. Alp Özkan, Doç. Dr. V. Canfeza, Prof. Dr. Ahmet Aydın, Prof. Dr. M. Canan Efendigil Karatay, Dr. Yavuz Dizdar, Mennan Aysan Kuzanlı, Prof. Dr. Süleyman Daşdağ, Prof. Dr. Selim Şeker, Yrd. Doç. Dr. Erol Ergüler, Doç. Dr. Öznur Özdoğan'ın soru-cevap şeklinde hazırlanmış makaleleri yer alıyor. Kitapta yer alan bazı konular: Türkiye kanserle nasıl savaşıyor?, Kanser çeşitlerine göre tedavi yöntemleri ve kanserden korunma yolları, Çocuklarda kanser nasıl önlenir?, Hangi kanserde hangi bitki kullanılır?

BPA, anne karnındaki kız çocuğuna zarar veriyor

Plastik yapımında kullanılan bisfenol A (BPA) maddesine anne karnında maruz kalan kız çocuklarında davranış bozukluğu görülme riskinin daha fazla olduğu belirlendi.ABD'nin Harvard Üniversitesi'nden bilim adamları, BPA'ya anne karnında maruz kalan kız çocuklarında 3 yaşından itibaren anksiyete, depresyon ve hiperaktivite görülme riskinin daha fazla olduğunu belirtti. "Pediatrics" dergisinde yayımlanan araştırmaya Cincinnati bölgesinden 244 kadın ve çocukları katıldı. Gebeliğin 16. haftasından itibaren katılımcıların idrar örnekleri doğuma kadar incelendi. Bebeklerin idrar örnekleri de 3 yaşına kadar test edildi. BPA'ya gebelikte ne kadar fazla maruz kalınırsa 3 yaşından itibaren kız çocuklarında davranış bozukluğuna rastlanma riskinin o kadar arttığı belirlendi. Bu bağlantıya erkek bebeklerde rastlanmadı. WASHINGTON AA

Dışa vurulmayan yas hastalığa dönüşebiliyor

Prof. Dr. Nevzat Tarhan, dışa vurulamayan acının yıllara yayılmasının ebeveynlerde yıkıma yol açacağını, farklı hastalıklara dönüşebileceğini söylüyor. Prof. Dr. Medaim Yanık ise şehit yakınlarına, ihtiyaç duyulmadığı sürece sakinleştirici verilmemesi gerektiğini aktarıyor.Kapıyı çalan rütbeli askeri camdan gören annenin 'oğluma bir şey mi oldu?' sorusu yürekleri dağlar. Oğulları askerde olan her anne-babanın yüreği ağzındadır aslında. Güvenlik güçlerimizin evlerinde, eşlerinde ve çocuklarında da aynı endişe yaşanır. İşte geçen hafta 24 eve teröristlerin baskın haberinin acı bilançosu ulaştırıldığında tüm vatandaşların da gönüllerine bir kor düştü. Şehit haberleri geldiğinde dik durmaya, ağlamamaya, acısını içine akıtmaya çalışan o ana-babalar, eşler, metanetli olma adına zor bir dönem yaşıyorlar şimdi. Peki acıyı içine akıtmak, gözyaşlarını tutmak ne kadar doğru? Üsküdar Üniversitesi Rektörü Psikiyatrist Prof. Dr. Nevzat Tarhan, aile yakınlarının 'ağlama, çevreye güçsüz görünme' gibi telkinlerle baskı yapmasının acılı ebeveynlere zarar verdiğini söylüyor. Acılı ailelerde 'olayı inkâr', 'kendini suçlama' gibi duygular baş gösterdiğini vurgulayan Tarhan, "Bu duyguların rahat bir şekilde yaşanması yasın yarım kalarak yıllara yayılmasına da mani oluyor." dedi. Tarhan, "Vatan sevgisi" gibi yüksek duyguların acıyı atlatma sürecinde anne-babaya yardımcı olacağını belirtiyor. Tarhan, yas tutmanın aynı zamanda biyolojik bir süreç olduğunu dile getiriyor. Kişi acı dolu bir olay yaşadığında mücadeleye devam etmesi için vücutta 'kortizol' denilen bir hormon salgılanıyor. Bu hormon sınırlı bir süre için yoğun stres altındaki kişiyi ayakta tutuyor. Sonrasında ise kişiler tükenme noktasına geliyor. Nevzat Tarhan, yaslarını tutamayıp acıları bastırmanın ileride çeşitli hastalıklara dönüşebileceğini aktarıyor.

Şehit yakınları duygularını ifade edebilmeli

Şehit cenazelerinde medya mensupları şehit tabutunun karşısında sıralanırken en hüzün dolu kareyi çekebilmek için adeta birbiriyle yarışıyor. Aileler de kameraların karşısında metanetini korumaya çalışıyor. İstanbul Şehir Üniversitesi öğretim görevlilerinden Prof. Dr. Medaim Yanık, kameralar karşısında sahici bir duygusallık yaşamanın mümkün olmadığını, bu yüzden en azından kamera kullanımının sınırlı düzeyde tutulması gerektiğini söylüyor. Ailenin değerlerine uygun düşmeyen törenlerin hazırlanmasının da yanlış olduğunu ifade eden Yanık, "Yabancı kişilerden ziyade, kişinin sevdiği ve güvendiği kişilerin şehit haberi vermesi daha uygundur. Bu dönemde şehit yakınlarının duygularını ifade etmelerine izin verilmeli. Şehit yakınları, cenaze törenine gidebilmeli. Ailelerin tepkisi çok uçlarda olmadığı sürece sakinleştirici ilaç verilmemeli." diye konuşuyor.

İsyan ederek ağlamak doğru değil

İstanbul İl Müftü Yardımcısı Abdurrahman Binbir, cenazelerde acı içinde söylenen, "Bu benim çocuğumu mu buldu?" gibi sözlerin yanlış olduğunu söyledi. Binbir, insanların kendilerine eziyet etmeden acılarını yaşamaları gerektiğini vurguladı. Peygamber'in hayatından örnekler veren Binbir şunları söyledi: "Efendimiz önceleri ağlamamayı tavsiye etmişti. Oğlu İbrahim'in vefatıyla onun üzüntüsünden ağladığını gören Sahabe, "Ya Resulullah sen bize ağlamayı yasaklamıştın." deyince, Peygamber Efendimiz, "Gönülde olan merhametin gözyaşıdır bu. Benim yasakladığım isyan edercesine ağlamaktır." buyurmuştur."

Grip ile soğuk algınlığı karıştırılıyor

Çoğu zaman grip ile nezlenin aynı hastalık olduğunu zannederiz. Halbuki griple nezlenin tedavi yöntemleri de farklıdır.Nezle çoğu zaman ayakta geçirilebilirken, grip için yatak istirahati gerekir. Medicana İnternational İstanbul Kulak Burun Boğaz doktoru Prof. Dr. Tanfer Kunt, enfeksiyonlara sebep olan enfluenza virüslerinin yaklaşık 200 kadar alt grubu bulunduğunu söyleyerek, nezle ve gribal enfeksiyonların klinik tablolarının birbirinden farklılık gösterdiğine dikkat çekti. Boğaz ağrısı, burun tıkanıklığı, ateş, terleme, halsizlik, öksürük gibi tipik belirtilerinin görüleceği gribal enfeksiyonlar bazı kişilerde ayakta geçirilirken, bazılarında yatakta yatma zorunlu hale gelebiliyor. Prof. Dr. Kunt, bu dönemde iyi beslenme, stresten uzak kalmanın yararlı olacağını aktardı. AİLE SAĞLIK

Deprem sonrası yaşanan travma için ne yapılmalı?

Depremi yaşayanlarda travma sonrası stres bozukluğu görülebilir. Depremzedelerde uyuşukluk, dalgınlık, duygusal tepkisizlik, donukluk, hiçbir şey hissetmeme, sadece bir noktaya bakıp dalma, gerçeklikten uzak olma gibi durumlar ortaya çıkabilir. Maddi ve manevi yardımlar ise bu travmayı en aza indirir.Depremi bizzat yaşayanlar doğal olarak depremden en çok etkilenenlerdir. Bunların içinde enkaz altında kalanlar, yakınlarına ulaşamayanlar, ailesini kaybedenler, ciddi yaralananlarda depremin izi daha fazla görülür. Kitle iletişim vasıtalarının yaygınlaşması ile bu etki topluma dalga dalga yayılır. Ateş sadece düştüğü yeri yakmamakta, her birey, kişiliği, geçmişte yaşadıkları ve depreme hassasiyeti nispetinde travmadan etkilenmektedir. Van depremi diğer şehirlerdeki depremzedelerde de stres bozukluğu görülmesine, önceki yaşadıklarını tekrar tekrar hatırlamasına, sürekli depremden korkmasına yol açabilir. Travma sonrası stres bozukluğu bir hastalıktır ve tedavi edilmelidir.

Deprem sonrasında KİŞİ neler yaşar?

Depremi bizzat yaşayan kişi önce şok tepkisi verir, şaşkınlık içindedir, donakalır, ne yaptığının farkında değildir. Olayı hatırlamak istemez, bulunduğu yerden uzaklaşmaya çalışabilir, amaçsız hareketlerde bulunabilir. Bir müddet sonra durumun farkına varır, başına gelenleri hatırlar ve felaketin boyutlarını kavramaya başladığında neler yapması gerektiğini düşünmeye başlar. İşte neler yapması gerektiğini düşünmeye başlama normale geçme sürecinin başlangıcıdır. Depremzedelerin büyük bir kısmı ilk birkaç dakika, bazısı ise ilk birkaç saatte, bir kısmı da ilk birkaç gün içinde bilinçli şekilde hareket etmeye başlar.

ne gibi psikolojik durumlar görülür?

Akut stres tepkisinde ufak bir sarsıntıda aşırı korku, çaresizlik ve dehşete düşme tepkileri ortaya çıkar. Yaşadıklarına inanamama, karamsarlık, aşırı sinirlilik, ani öfkelenme, yaşananlarla ve kayıplarla ilgili suçluluk duygusu depremde büyük kayıpları olan kişilerde daha sık görülse de yakınlarında kaybı olmayanda kişilik özelliklerine göre başkalarının acılarından etkilenerek görülebilir.

Hangi belirtiler ortaya çıkar?

Uyuşukluk, dalgınlık, duygusal tepkisizlik, donukluk, hiçbir şey hissetmeme, sadece bir noktaya bakıp dalma. Gerçeklikten uzak olma, yer zaman algısının bozulması, çevrede olup bitenlerin farkına varma halinde azalma, çevreyi ve kendisini olduğundan farklı, yabancı, değişik algılama, depremden öncesinde, deprem esnasında veya sonrasındaki olayları hatırlayamama da görülebilir. Bedensel yakınmalar, çarpıntı, nefes darlığı da ortaya çıkar.

Bir ayda geçmeyen belirtiler neyin habercisi?

Yaşananlar bir ayı geçtiği halde devam ederse travma sonrası stres bozukluğu ortaya çıkmış demektir. Travma sonrası stres bozukluğu, hastalık olduğundan tedavisi yapılmalıdır.

devamlı DEPREMİ YAŞAMAK ne demektir?

Bazı belirtiler yanında flashback dediğimiz, travmatik olayın yani depremin kişinin gözünün önüne tekrar tekrar gelmesi, sürekli depremi düşünmesi, bazen depremden yıllar sonraya kadar devam eder. Ani ses duyarak korku, kaygı ve heyecanda artma, algı yanılması (illüzyon) ufak bir sarsıntıyla, (kanepeye birinin değmesi gibi) şiddetli deprem korkusu, olayı hatırlatan şeylerle fenalık geçirme, eve uzun süre girememe, yatak odasında uyuyamama da görülebilir.

depresyon VE hastalıklara yol açar mı?

Uyku bozukluğu, uykuya dalma güçlüğü, uykudan sık uyanma ya da erken uyanıp tekrar uyuyamama, depremi rüyada adeta yeniden yaşama, kâbuslar da görülür. Depresyon ve organik bozukluklara da yol açabilir.

depremzedelerin acılarının paylaşılması, BU DURUMA ne kadar yardımcı olur?

Barınma ve beslenme ısınma gibi temel ihtiyaçlarının karşılanması, stresle başa çıkılmasını kolaylaştırır. Kişi kendisini daha güvende hisseder. Bu aşamada yakınları ve gönüllüler tarafından psikolojik destek verilmesi, acılarının, duygularının paylaşılması da önemlidir. En kısa sürede normal günlük hayata dönülmesi psikiyatrik sorunları büyük ölçüde önler.

Hayır, hayrın mayasıdır

İnsan, bir günah işlemekle hakiki imanın nezih atmosferinden bir adım uzaklaşmış, küfre bir adım yaklaşmış ve şerre daha açık, günaha daha meyilli hale gelmiş olur; bir hayır yapmakla da günahların bunaltıcı havasından biraz daha sıyrılmış, imanını daha bir perçinlemiş, dolayısıyla da küfre karşı kendisine yeni bir sera daha oluşturmuş ve o ölçüde dalâletten korunmuş olur.Ayrıca yaptığı o hayır sayesinde gönlünde başka iyiliklere karşı daha güçlü bir istek bulur. Şayet, şerrin şer doğurmasıyla hasıl olan kötülükler zincirine "fâsid daire" diyeceksek, bir hayrın daha başka hayırlara vesile olmasına ve sonraki iyiliklere zemin teşkil etmesine, böylece sürekli hayırlar meydana gelmesine de "sâlih daire" diyebiliriz.

Evet, şuurluca eda edilen her ibadet ü taat, arınmaya ve Cenâb-ı Hakk'a yaklaşmaya vesile olur. Arınma yaklaşmayı, yaklaşma da arınmayı netice verir. İnsan, ibadet ü taat sayesinde beşerî kirlerden temizlenir, günahlarından arınır ve Allah Teâlâ'ya kurbet (yakınlık) kesbeder. Allah'a yakınlaşma da insanın gönlünde ibadet iştiyakını ve hayır yapma duygusunu coşturur. Böyece, samimâne ve şuurluca ortaya konulan ibadet ü taat ve hayr ü hasenât ile arınma ve kurbet kazanma birbirini takip edip durur; bu şekilde kullukta süreklilik sağlanmış olur. Devam ve temâdî kalb ve ruh hayatında derinleşmeyi temin eder; derinleşme de, şuurda ve vicdanda ayrı bir enginliğe kapı aralar; insanı farklı bir marifet ufkuna ulaştırır.

Bu sâlih daire, insanın marifetten muhabbete, hatta bazen muhabbetten de lezzet-i ruhaniyeye kadar pek çok güzelliği duyup hissetmesini sağlar. Öyle ki, ibadet iştiyakı onun ruhunu bütün bütün sarar ve kulluk onun için ruhanî bir zevke dönüşür; artık o, bal-kaymak yiyor gibi ibadet eder ve ibadete bir türlü doymaz.

Gerçi, insan lezzet-i ruhâniyenin ve manevî zevklerin talibi olmamalıdır; fakat, o peşine düşmese de bunlar kulluğun bir semeresi olarak ziyade bir lütuf şeklinde esip gelebilir. Nitekim, Nur Müellifi, "Hilkatin en yüksek gayesi ve fıtratın en yüce neticesi iman-ı billahtır. Ve insaniyetin en âli mertebesi ve beşeriyetin en büyük makamı, iman-ı billah içindeki marifetullahtır. Cinn ü insin en parlak saadeti ve en tatlı nimeti, o marifetullah içindeki muhabbetullahtır. Ve ruh-u beşer için en halis sürur ve kalb-i insan için en safi sevinç, o muhabbetullah içindeki lezzet-i ruhâniyedir." derken bir hedef göstermekten daha çok tabiî bir neticeyi nazara vermiştir. Hazreti Üstad, hakiki saadetin, hâlis sürurun, en şirin nimetin ve safi lezzetin marifetullah ve muhabbetullahta olduğunu belirtmiş ve bir insan marifet ve muhabbet ufkuna ulaşırsa, onun ekseriyetle lezzet-i ruhaniyeyi de derinden duyup tadacağına işaret etmiştir.

Oku, Yüksel!

Yoksa, ibadeti ve genel olarak kulluğu -ruhânî de olsa- zevke ve lezzete bağlama bizim mesleğimize uygun değildir. Hâlis bir mü'min, haccını, orucunu, namazını, teheccüdde gece karanlıklarını yırtan âh u vahlarını ve i'lâ-yı kelimetullah hesabına iştirak ettiği hayırlı faaliyetlerini zevk almaya, lezzet-i ruhâniye ile dolmaya ve doyma bilmeme gibi hallere mazhar olmaya bağlamamalı; bütün amellerini sadece ve sadece Cenâb-ı Hakk'ın emrini yerine getiriyor olma mülahazasıyla ve O'nun rızasını arama duygusuyla ortaya koymalıdır. Vakıa, insan bu konuda hâlis niyetini ve istikamet çizgisini korursa, onun bir kısım ekstra lütuflarla mükâfatlandırılması da her zaman söz konusudur; o talep etmese de zaman zaman lezzet-i ruhâniye meltemleri eser gelir ve onun ruhunu sarar. İşte, bu marifet, muhabbet ve lezzet-i ruhâniye esintileri de insana o sâlih daire adına bir adım daha attırır; vicdanına "Hadi şunu da yap, bunu da tamamla, o hayırlı işi de eda et!.." dedirtir. Böylece, şuurlu amel devamlılığa, devamlılık derinleşmeye ve derinleşme de başka hayr ü hasenâta vesile olur.

İnsan, ibadet ettikçe manen yükselir, terakkî ettikçe de ibadet iştiyakıyla daha bir gerilir. Bir hadis-i şerifte de işaret edildiği gibi, mü'min Kur'an okudukça yükselir, yükseldikçe Kur'an-ı Kerim'e karşı iştiyakı artar. Dahası, bu terakkî onu ötede de Kur'an sayesinde yücelip yükselme ufkuna ulaştırır; orada kendisine "Oku, yüksel!" denilir ve dünyada öğrenip hıfzettiği her ayete bedel ona biraz daha yücelme mükâfatı bahşedilir. Evet, okuma yükselmeye vesile olur; sonra bu yükselme ruhta inşirah hasıl eder, daha çok okuma duygusunu tetikler. Böylece, okuma ve yükselme, ibadet ve terakkî arasında bir sâlih daire oluşur. İnsan o sâlih dairede dönüp durdukça ve o daire güzellikler üretmeye devam ettiği müddetçe kulluk yolundaki bir takım zorluklar da kolaylaşır, ibadet ü taat bir yük ve angarya olmaktan çıkar; aşılmaz gibi görünen engeller küçülür, üstesinden gelinebilecek bir keyfiyete bürünür. Artık dinin emirlerine karşı gayr-ı iradî olarak titizlik gösterir, yasaklara karşı da vicdanî tepki verir. Küfür, şirk, isyan, dalâlet ve günah şâibesi taşıyan her türlü, söz, tavır, davranış ve fiillerden tiksinti duyar. Haram mala el uzatmayı ateşi avuçlamak gibi görür; zinaya yaklaştıran her türlü fenalıktan cehennemin alevlerinden ürkmüşçesine kaçar. Yaptığı her iyilik onu daha başka iyiliklere sevk eder; kaçındığı her kötülük ve günah sonrasında, o kötülük ve günahlara karşı iyice bilenir ve onlardan olabildiğine uzaklaşma azmini güçlendirir.
1 - İnsan bir günah işlemekle hakiki imanın nezih atmosferinden bir adım uzaklaşmış, küfre bir adım yaklaşmış ve şerre daha açık, günaha daha meyilli hale gelmiş olur.

2 - İnsan, ibadet ü taat sayesinde günahlarından arınır ve Allah Teâlâ'ya yakınlık kazanır. Allah'a yakınlaşma da insanın gönlünde ibadet iştiyakını ve hayır yapma duygusunu coşturur.

3 - Hâlis bir mü'min, haccını, orucunu, namazını ve i'lâ-yı kelimetullah hesabına iştirak ettiği hayırlı faaliyetlerini zevk almaya, lezzet-i ruhâniye hissetmeye bağlamamalıdır

Sabır

Her şeyde var bir usûl, sabır da zafere yol,

Sık dişini azıcık, dolabildiğince dol!

Sabırla pişen insan, kemâle erer inan!

Tez canlının her işi harmanda sapsız saman.

Teennî eden erer, acele etme sakın!

Vurulup dövünsen de ıraklar olmaz yakın...

Örümcek bekleyerek, ağa ağ ekleyerek,

Gider hedefe varır nice emekleyerek.

Sırattan ince bir iş, koş geçenlere yetiş,

Geçen sabırla geçti, aksi bir sürü teşviş...


M. Fethullah Gülen

Sözün Özü

Hz. Sadık u Masduk'un beyanıyla ağacın altında gölgelenen bir yolcu gibidir insan.. daha sonra da buradan göçüp gidecek ve ötede Cennet ve Cemalullah'la serfiraz olacaktır.. insan, imtihan için gönderildiği bu fani dünyada ya kazanacak ya da kaybedecektir.. bu bakımdan o bütün dikkat ve temkinini toplayarak hedefini on ikiden vurabiliyorsa vurmalı, on ikiden vuramazsa ona yakın bir yerden vurmalı ve hangi sahada olursa olsun inanç dünyasını ihata eden düşünce ve tasavvur ekseninden sapma göstermeden en büyük hedef olan Allah'ın rızasını elde etmeye doğru yürümelidir.

haftanın Duası

Ya Râb! Hadiselerin mahiyet-i nefsi'l-emriyelerine muttali olabileceğimiz şekilde gözlerimizi hakka'l-yakîn ufkuna aç.. bizi tevekkül ve teslim mevhibelerinle öyle donat ki, sadece Sana karşı mehafet ve mehabet hisleriyle dolalım; dolalım da Senden başka hiç kimseye karşı bir korkumuz olmasın.. başka yerlere değil, sadece Senin ulu dergahına yönelelim ve başka kapılarda değil yalnızca Senin kapında dilencilikte bulunalım.

Adanmış ruhlar ve iktisat-istiğna mesleği

Bilhassa hizmet-i imaniye ve Kur'aniyede bulunan insanlar, mutlaka kendilerini iktisada alıştırmak zorundadırlar.Aksi halde, itibarlarını yitirme, güven kredilerini kaybetme ve davalarına laf getirme ihtimalleriyle karşı karşıya kalırlar. Oysa itibar ve güven, hizmet erleri için en geçerli akçe ve en büyük sermayedir. Güvenilirliğini yitirmiş bir mü'min, irşad vazifesini yaparken kendisine lazım olan bütün sermayesini kaybetmiş demektir.

Bundan dolayı, adanmış bir ruh, hiç kimseye el açmamalı, yüzsuyu dökmemeli ve vaktinde geri verme imkânına sahip değilse başkalarından tek kuruş almamalıdır. Şayet, onun, günde üç defa yemek yemeye imkânı el vermiyorsa, iki öğünle iktifa etmeli; ona da gücü yetmiyorsa, bir defayla yetinmelidir. Hatta icabında çocuklarını doyurmalı, kendisi yarı aç kalmalı, buna davası hatırına katlanmalı ve şartlar nasıl olursa olsun iffetini korumalıdır. Üç odalı kiralık bir evi bile kendisi için lüks kabul etmeli ve "İnsanlığın İftihar Tablosu'nun hane-i saadeti sadece bir odacıktan ibaretti; o münevver odacık öyle daracıktı ki, Peygamber Efendimiz namaz kılarken rahat secde edebilmesi için Hazreti Aişe'nin birazcık toparlanması gerekiyordu. Kâinatın Efendisi dahi öyle yaşamışken bu bize biraz fazla değil mi?" demelidir. Şayet, bütçesi müsait değilse ve hele zaruret de yoksa, araba sahibi olmamalı, gideceği yere yaya gitmeli veya toplu taşıma vasıtalarını kullanmalı.. Hâsılı, ne yapıp etmeli, iffet ve istiğna ruhuyla yaşamasını bilmeli; kat'iyen lükse girmemeli, israfa düşmemeli ve asla yüce mefkûresine laf getirmemelidir.

Evet evet.. dava adamı yaşama zevki, hayat kaygısı, rahat tutkusu, lüks arayışı ve israf alışkanlığından fersah fersah uzak kalmalıdır. O, süt gibi duru, su gibi berrak ve toprak gibi mütevazı halini ömür boyu korumalıdır. Kendisinden öncekileri yiyip bitiren lüks, israf, debdebe ve ihtişam onun evinden içeri girememeli, hele gönlüne yol bulamamalı ve ona hükmedememelidir. O, asla tavanlardaki boya, zeminlerdeki cilâ, masalardaki ibrişim ve yataklardaki atlaslarla kadr ü kıymetini yüceltme, giyim-kuşamla beyan ve düşüncelerine ağırlık kazandırma, maddi debdebe ve ihtişamla dünya meftunlarına sempatik görünme peşinde olmamalı ve İslam'dan başka vesile-i izzet aramak suretiyle maskara durumuna düşmemelidir.

Unutulmamalıdır ki, mü'minler şekil ve düşünce değiştirmekle, kılık-kıyafet ve hayat tarzı açısından başkalarına benzemekle diğer kültürlerin temsilcilerine karşı asla şirin görünemezler; böyle yapmakla, sadece ruhlarını ipotek etmiş ve kalblerini de öldürmüş olurlar. Davranışlarındaki oynaklık, düşüncelerindeki renksizlik ve hayatlarındaki fantezilerle başkalarının gönlüne gireceklerini ve onları kendi düşünce çizgilerine çekeceklerini zannedenler, farkına varmadan yabancılara iltihak etmeye ve onların fikir atmosferleri içinde eriyip gitmeye mahkûm zavallı kimselerdir.

Tükenmeyen hazine: İktisat

İktisat; haddi aşmamak, aşırı gitmemek, gereğinden az veya çok harcamaktan kaçınmak, itidal ile hareket etmek ve orta yolu tutmak manalarına gelmektedir.İktisadın zıddı israftır. İsraf ise; lüzumsuz yere harcamak, istihlâkta (tüketimde) aşırı gitmek, gereğinden fazla yiyip içmek ve Cenâb-ı Hakk'ın lutfettiği nimetleri boş yere sarf etmek demektir.
İZZET VESİLESİ VE ZİLLET SEBEBİ

İslamiyet, hem yeme-içme, giyim-kuşam, araba, ev ve eşya gibi maddî ihtiyaçları karşılarken hem de ihsan-ı İlahî olarak verilen her türlü rızıktan istifade ederken aşırılıktan kaçınmayı ve orta yoldan ayrılmamayı emretmiş; savurganlık hastalığından, şatafat tutkusundan ve lüks arayışından kaynaklanan israfın her çeşidini yasaklamıştır.

İktisat, her şeyden önce manevî bir şükürdür; çünkü muktesid insan, Mün'im-i Hakiki'ye ve dolayısıyla O'nun verdiği nimetlere karşı hürmet hisleriyle dolar, onların ardındaki rahmet-i İlâhiyeyi daha iyi kavrar; Rezzak-ı Hakiki'yi bilmenin hâsıl ettiği ulvî duygular sayesinde nimetlerden daha derin lezzet duyar; kendisine bahşedilen o kıymetli hediyeleri boşa harcamaktan kaçınır, onları ihtiyaç miktarınca kullanır. Böylece, hem bir manada bedenine kesintisiz perhiz yaptırdığı ve itidal üzere yaşadığı için hep sıhhatli kalır, hem Cenâb-ı Hakk'ın verdiklerine kanaat ederek onları dengeli kullandığından başkalarının eline bakma zilletinden kurtulup izzetini korur, hem de bu manevî şükrüne bir mükâfat olarak, hakkında bir bereket vesilesine dönüşen iktisat sayesinde, devamlı ziyade nimetlere kavuşur.

İsraf ise, nimetlere ve onları gönderene karşı saygısızlık olduğu gibi, kanaatsizlik, hırs ve zillet misillü marazların da menşeidir. Zira müsrif adam, İlahî takdire ve alın teriyle elde ettiğine razı olmaz, sürekli daha fazlasını ister; hiç şükretmez, daima şekvada bulunur; helal rızkını az bulur, gayr-ı meşru olup olmadığına aldırmadan daha külfetsiz ve daha çok kazancın peşine düşer, hatta o yolda izzet ve haysiyetini dahi feda eder. Bu itibarla, iktisat, nimetlerin artarak devam etmesinin ve izzetle yaşamanın önemli bir vesilesi olduğu gibi, israf da bereketin kesilmesinin ve zillete düşmenin mühim bir sebebidir.

ŞEYTANIN KARDEŞLİĞİ

İktisat eden insan, Allah'ın hoşnutluğuna ve Hak dostluğuna yürüyen bahtiyar bir kuldur; müsrif kimse ise, israf yolunda sadece İblis'in arkadaşlığını bulur, şeytanlara kardeş olur. Nitekim "Yakınlarına, yoksula, yolda kalmışa hakkını ver, ama sakın saçıp savurma. Çünkü savurganlar şeytanların kardeşleri olmuşlardır. Şeytan ise Rabb'ine karşı pek nankördür." (İsrâ, 17/26–27) mealindeki ayet-i kerime bu hakikati ifade etmektedir.

Evet, Kur'an-ı Kerim saçıp savurmayı yasaklamakta ve savurganlığı şeytanî bir sıfat olarak anlatmaktadır. Saçıp-savurmanın az ya da çok harcama ile değil, harcamanın yapıldığı yerle alâkası vardır; bu açıdan, saçıp savurmadan maksat, "doğru olmayan yerlere harcamada bulunmak"tır. İslam âlimlerine göre, bir insan bütün malını-mülkünü Allah yolunda infak etse de savurganlık yapmış sayılmaz; fakat gayr-ı meşru bir iş için sadece birkaç kuruş da harcasa yine "saçıp savurmuş" kabul edilir.

Nasıl ki, şeytan onca nimeti görmezlikten gelmiş, şükürle mukabelede bulunacağına hep şikâyet etmiş, hakkına razı olmayıp büyük bir hırsla daha fazlasını istemiş ve bütün ilahî ihsanları suiistimal ederek haddini bütün bütün aşmıştır; işte savurgan kimseler de, nankörlüklerinden dolayı mazhar oldukları nimetleri küçümsemekte, onlara şükürle değil de şekva ile mukabele etmekte, kıymetini bilemedikleri nimetleri gayr-i meşru ve faydasız işler için rahatça saçıp savurmakta ve dolayısıyla küfran-ı nimet, nankörlük, haddi aşma ve israf çizgisinde İblis'e yoldaş, şeytanlara kardeş olmaktadırlar.

ORTA YOL

Oysa İslam savurganlıkla eli sıkılık arasında bir orta yol göstermiş, nimetlerin kadrini bilip onlara şükürle mukabele etmek gerektiğini belirtmiş ve şükrün esasını da "insana bahşedilen duygu, düşünce, âzâ ve cevârihi yaratılış gayeleri istikametinde kullanmak" şeklinde tarif etmiştir. Bu itibarla, inanan insanlar, bir taraftan saçıp savurmaktan uzak kalmalı, diğer yandan da, asla cimri olmamalı; israftan kaçınmalı ama Hak yolunda infakta bulunmaya da can atmalı ve kendilerine bahşedilen bütün nimetleri Cenâb-ı Hakk'ın rızasına ulaşmak için birer vesile olarak kullanmalıdırlar.
Kur'an-ı Kerim, işte bu orta yola ve müstakim çizgiye işaret etmiş; "Eli sıkı olma, büsbütün eli açık da olma ki herkes tarafından ayıplanan, kaybettiklerine hasret çeken bir hale düşmeyesin." (İsrâ, 17/29) buyurmuştur. Ayrıca, "Rahman'ın o has kulları, harcamalarında ne israf eder ne de eli sıkı davranırlar; bu ikisinin arasında bir denge tuttururlar." (Furkan, 25/67) diyerek seçkin kulların bu önemli vasfına vurguda bulunmuştur.

Baştan beri ima edildiği üzere, israf kavramını sadece yiyecek-içecek, mal-mülk ve maddî imkânlarla alâkalı olarak düşünmemek gerekir. İsrafın çerçevesini daha geniş tutmak ve maddî-manevî her türlü nimetin yaratılış gayesine ters kullanılmasını ve boşu boşuna harcanmasını savurganlık olarak değerlendirmek icap eder. Dolayısıyla, giyim-kuşamda, içinde oturulan binada ve evin tefrişinde olduğu gibi, zaman ve sağlık misillü nimetlerin kadrinin bilinmeyişinde de israf söz konusudur.


- İslamiyet, hem maddî ihtiyaçlarımızı karşılarken hem de ihsan-ı İlahî olarak verilen her türlü rızıktan istifade ederken aşırılıktan kaçınmayı ve orta yoldan ayrılmamayı emretmiştir.

- İnsan, Cenâb-ı Hakk'ın verdiklerine kanaat ederek onları dengeli kullandığında hem başkalarının eline bakma zilletinden kurtulup izzetini korur hem de nimetler ziyadeleşir.


- İslam savurganlıkla eli sıkılık arasında bir orta yol göstermiş, nimetlerin kadrini bilip onlara şükürle mukabele etmek gerektiğini belirtmiştir.

3 Ekim 2011 Pazartesi

Ölümün Ötesi

Gelenler bu dünyaya gidiyor birer birer,

Öteye inanmayan sînelerde burkuntu.

Her gün rûhları sarsan kederli birkaç haber,

Onlar için hezeyan saklanacak tek kuytu.
Derbeder dünyalarında her şey mâlihulyâ,

Nâsiyelerinde yokluğun sopsoğuk eli..

Bunlar için 'Ebediyet' erişilmez sevdâ,

Hep ızdırap içindeler hallerinden belli...

Kimiler: 'Gidecek her gelen!' tesellisinde,

Öyle ya bu hayatta çakırkeyf olmak gerek.!

Kimiler nefis ağında, gençlik pençesinde,

Zavallılar bu hezeyanla tükenecek.

Âheste öğütüyor zaman ve dinmiyor çark,

Ne işe yarar çağın huzûr tesellileri.!

Bir meçhul an karşımıza çıkacak son durak,

Avutmaz bu yâveler zil zurna delileri...

Tıpkı varoluş gibi bir gerçektir diriliş,

Yolunu bulmuş gönüllerin ak dünyasında.

Bu kutlu yolculukta gâye Sonsuz'a eriş

Ve beklenen mutluluk ölümün verâsında...

M. Fethullah Gülen

Görülmemiş hesaplarla öteye gitmeyin!..

Bir mü'min için tevbe kapısı her an açıktır; ne var ki, insan, altından kalkılmaz hesaplarla ötelere gitmemek için hep temkinli davranmalı, sürekli temiz yaşamalı, ezkaza kirlenmişse hemen temizlenmeye çalışmalı; elinde fırsat varken günah ve kul hakkı gibi ağırlıklardan kurtulmanın yollarını araştırmalı ve ölüme her an hazırlıklı olmalıdır.Şayet, zamanında bunları yapamamışsa, hiç olmazsa, ötelere yolculuk hesabına net sinyaller almaya başladığı vakit, hayatını bir kere daha gözden geçirmeli, bari ömrünün geriye kalan kısmını imar etmeli ve ölüp giderken kendi harabesinin altında kalmamaya bakmalıdır.

İnanan bir insan, sebepler açısından çok az bir ömrünün kaldığını düşünüyorsa, -ki bu bir ay da olabilir bir hafta da, bir gün de olabilir bir saat de- Allah'ın lütfettiği iman blokajını çok iyi değerlendirmeli; mümkün olduğu kadarıyla farz ibadetlerinden eksik kalanları kaza etmeli ve hususiyle üzerindeki kul haklarını ödeyerek onlardan kurtulmaya gayret göstermelidir. Gıybetini yaptığı, hakkını yediği, bir kötülük ettiği... kim varsa, onlara ulaşmanın ve helallik almanın bir yolunu mutlaka bulmalıdır. Hatta gerekirse, bir gazeteye, bir televizyona ya da bir radyoya ilan vermeli ama ne yapıp edip ahirete görülmemiş hesaplarla gitmeme cehdi sergilemelidir. Bir an önce vasiyetini yapmalı; "Falana şunu verin, filana bunu deyin; şuna hakkını ödeyin!.." demeli ve kul hakları açısından bütün bütün temizlenme arzusunu ortaya koymalıdır. O, gücünün yettiği kadarını yapmaya çalışırsa, inşaallah eksiklerini de Cenâb-ı Hak tamamlayacaktır.

Ne var ki, böyle bir akıbet Mevlâ-yı Müteâl'in sürpriz iltifatlarına vâbestedir; hâlis mü'min ise, hayatını harikulâdeliklere ve sürprizlere bina edemez/etmemelidir. Bu itibarla da, o doğrudan doğruya haram ve helal mülahazasına bağlı yaşamalı; hakkı hak bilmeli, hem Allah'ın hakkına hem de hukuk-u ibâda riayet etmeli ve şayet bir haksızlık yapmışsa, ilk fırsatta ondan arınma yollarını araştırmalıdır.

Mevzuyla alâkalı son bir husus da, ölüme iyice yaklaştığını düşünen bir insanın havf-recâ dengesidir. İmam Gazâlî Hazretleri'nin yaklaşımıyla, Allah korkusunun insanı günahlardan uzaklaştırıp, sevap atmosferine yaklaştırdığı yerlerde sürekli havf soluklamak; yeis çukurlarına düşmenin muhtemel olduğu veya ölüm emârelerinin iyice belirdiği zamanlarda da recâya sarılmak bir esas olmalıdır. Evet, insanı lâubâliliğe iten "nasıl olsa kurtulurum" mülahazasına karşı korku unsurlarını öne çıkarmak, ümitsizlik hazanlarının esip-durduğu anlarda da recâ seralarına sığınmak lazımdır. Şu kadar var ki, recânın boş ve amelsiz bir temennî değil, rahmeti ihtizâza getirme yolunda kavlî ve fiilî bütün vesileleri değerlendirerek, İlahî dergâha ilticâ kapılarını zorlamanın unvanı olduğu da hiç unutulmamalıdır.

Sözün Özü

Vakar ve ciddiyet sayesinde, karşımızdaki kişi kim olursa olsun, en başta tavrımızı ortaya koyup münasebetlerimizi bu çizgiye oturtabiliriz. Özellikle laubali ve yılışık tipler, insanların müsamaha ve hoşgörüsünden istifade edip, her türlü şımarıklığı yapabilir ve onların bu duygularını suiistimal edebilirler.İşte bütün bunlara meydan vermemek için, evvelâ onları severken bile, ciddiyeti elden bırakmamak gerekir. Karşımızdaki insanlarla şakalaşıp oyun oynamak başka; vakarın, ciddiyetin bir top hâline getirilip onların önüne atılması daha başka şeydir.

Haftanın Duası

Rabbimiz! Bizim için de nezdindeki hazinelerin kilitlerini açmanı ve esrar-ı rubûbiyetinin perdelerini aralamanı dileniyoruz.Bize ulûhiyetinin esrarıyla teveccühte bulun.. azamet ve kibriyanla öyle tecelli et ki, gönül gözlerimiz Seni unutup da kendimize ve masivaya takılmaktan kurtulsun.. Nurunun şualarıyla bütün cismanî meyillerimizi siliver, siliver de hayvaniyetimize bakan yönüyle keyfiyet ve kemiyet darlığına dûçar kalmayalım. Amin..

GÖZÜNDEN PERDE KALKMADAN O'na YÖNEL

30.09.2011 Henüz fırsat varken kendi hür iradesi ile iman etmeyen bir inançsızın, ölüm gelip çattığı ve gözünden perdenin yavaş yavaş kaldırıldığı zaman, İlahî azaba uğrayacağından artık emin olduğu halet-i ye'ste, kendi ihtiyarı ile değil de, korku ve ümitsizlik sâikiyle iman ettiğini söylemesine "iman-ı ye's" denilir.Gözünden perde kalkmadan O'na yönel
30.09.2011 Henüz fırsat varken kendi hür iradesi ile iman etmeyen bir inançsızın, ölüm gelip çattığı ve gözünden perdenin yavaş yavaş kaldırıldığı zaman, İlahî azaba uğrayacağından artık emin olduğu halet-i ye'ste, kendi ihtiyarı ile değil de, korku ve ümitsizlik sâikiyle iman ettiğini söylemesine "iman-ı ye's" denilir.
Daha önceden iman ettiği halde, günah ve isyandan yakasını kurtaramayan bir fâsıkın tam öleceği sırada günahlarından tevbe etmesine de "tevbe-i ye's" adı verilir. Konuyla ilgili ayet-i kerimelerden birinin meali şöyledir: "Kötülükleri işleyip dururken, ölüm kendisine gelip çattığında "Şimdi gerçekten tevbe ettim!" diyenlerin ve bir de kafir olarak ölenlerin yaptığı tevbe makbul değildir. İşte öyleleri, kendileri için çok acı veren bir azap hazırladığımız kimselerdir." (Nisa, 4/18)

Evet, büyük bir korku ve telaşın yaşandığı hâlet-i ye'ste, o esnadaki çaresizlik sebebiyle küfürden dönerek iman etmek makbul sayılmamıştır. Ne var ki, bu halin başlangıç anının çok iyi tespit edilmesi gerekmektedir. Genel kabule göre; bu vakit, hâlet-i nezi'de (can boğaza gelince) artık tamamen dünyadan ümidin kesilmesi ve sayılı nefeslerin tükenmekte olduğunun hissedilmesi zamanıdır. Vefat etmekte olan insan anlar onu; hisseder elinin ayağının çekilmekte olduğunu. Bazıları için öbür alemin perdeleri indirilir, ahiret kapıları açılır; insan bütün dehşetiyle ölüm ötesini görür. İstisnalar olsa da, çehrede ekşimeler baş gösterir. Bir anda gözünün önünde beliren ötelere ait tablolar karşısında insanın yüz hatları gerilir; el, ayak, yüz ve göz hareketleri yolculuk telaşını dışa aksettirir. Gayri insan yaşama ümidini tamamen yitirir.

İşte, bir kimse, ölüm emareleri bu derece belirmeden ve can boğazına gelmeden önce, hâlâ bir hayır kesbine imkân bulabileceği bir zaman diliminde aklı başında olarak iman ederse, henüz ye's hali tahakkuk etmemiş sayılır ve o andaki imanı makbul olur. Can çekişme hali başlamadan önce bir ân-ı seyyale bile olsa, kendi hür iradesiyle inanabildiği takdirde onun imanı geçerlidir. Nitekim, Resûl-i Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz'in Ebu Talib'e iman teklif ettiği an da bu andır. Ebu Talib, bu tekliften sonra, -ekser rivayetlere göre- müşrik dost ve arkadaşlarının zorlamalarıyla "Abdulmuttalip'in dini üzere..." demiştir. Rehber-i Ekmel, ona ölüm döşeğinde olduğu bir anda iman davetinde bulunduğu nazar-ı itibara alınırsa, demek ki, insanın şuuru bütün bütün bulanmadığı sürece, imanın kabul edilmesi için hâlâ bir fırsat vardır.

Fakat, o son fırsatı da değerlendiremeyen bir kimse, üzerinde ölümün emareleri iyice belirip ruhun bedenden ayrılışının şiddetli hali kendisini sardığı ve öbür aleme tam adım atmak üzere olduğu zaman iman ettiğini söylerse, bu, iman-ı ye's kabul edilir. İmanın sahih olması için, en azından şuurluca "Allah'ım, hayatımı berbat ettim, ömrümü boş yere geçirdim; fakat, ahirete yürüdüğümü derinden hissettiğim şu dakikada da olsa, artık iman ediyorum!" demek ve sonra da, imanı ifade sadedinde bir sâlih amel ortaya koyacak, bir vakit namaz kılacak kadar bir vakit yaşamış olmak iktiza eder. İmanını beyan ettikten sonra küçük bir hayır işleyecek kadar dahi vakti kalmamış bir insanın nefsi elinden çıkmış ve iradesi iflas etmiş demektir ki, böyle birinin imanı makbul değildir.

İmanın Kerâmeti

Diğer taraftan, hâlet-i ye's açısından, bir inançsızın iman etmesi ile bir mü'minin tevbesini birbirinden ayırmak ve farklı şekilde değerlendirmek gerekmektedir. İslâm âlimleri ye's halinde iman etmenin geçersiz olduğu hususunda ittifak etmişlerdir; fakat, o durumdaki bir fasık mü'minin tevbesinin makbul olup olmadığı konusunda değişik görüşler ileri sürmüşlerdir. Genel kanaat, günahkâr bir mü'minin tevbesinin ye's halinde bile makbul olduğu yönündedir.

Evet, ümit ve recâm odur ki, bir mü'min, o dakikaya kadar günah işlemiş olsa da, ölüm döşeğinde ve ahirete ait tabloları görmenin ürpertisini yaşadığı bir anda bile tevbe etse Rahman ü Rahim onun tevbesini kabul buyurur. Çünkü, o tevbenin bir arka planı ve bir nokta-yı istinadı vardır. O insan, daha önceden iman etmiştir, belli ölçüde sâlih amel de yapmıştır; nihayet günahları kalmıştır sırtında, hatta bunlar altından kalkılması çok zor ağırlıkta da olabilir. "Allah'ın meşietine kalmış; dilerse affeder, dilerse de azap eder" hakikati mahfuz, iman sermayesine sahip böyle birisi o esnada Cenâb-ı Hakk'a tevbe ederse, o iman iksiri hürmetine Mevlâ-yı Müteâl onu bağışlayabilir.
Hasılı, can çekişme halinden önce, henüz hayattan ümit kesmeden ve ondan bütün bütün kopmadan küfürden dönmek ve imana yönelmek makbuldür. Ne var ki, bir manada gözler dünyaya kapanıp ukbaya aralanmışsa ve şuurlu imandan sonra bir vakit namazla dahi olsa amel etme imkânı kalmamışsa artık fırsat fevt edilmiş demektir. Bununla beraber, iman etmiş olmasına rağmen fısk u fücurdan bir türlü kurtulamamış kimseler için her zaman bir ümit kapısı açıktır. Nitekim, Mevlâ-yı Müteâl -mealen- şöyle buyurmaktadır: "Ey çok günah işleyerek kendi öz canlarına kötülük etmede ileri giden kullarım! Allah'ın rahmetinden ümidinizi kesmeyiniz. Allah dilerse bütün günahları mağfiret eder. Çünkü O, gafur ve rahîmdir (çok affedicidir, merhamet ve ihsanı fazladır)." (Zümer, 39/53) Öyleyse, vaktinde iman etmiş kullar için, tevbe mevzuunda hususi bir muamele ve bir himayenin olabileceği Allah'ın rahmetinden ümit edilir.

1- İman adına son fırsatı da değerlendiremeyen bir kimse, üzerinde ölümün emareleri iyice belirdiğinde iman ettiğini söylerse, onun bu imanı makbul sayılmamıştır.

2- İslâm âlimlerinin genel kanaati, günahkâr bir mü'min ye's halinde bile tevbe etse, tevbesinin makbul olabileceği yönündedir.

3- Bir mü'min için tevbe kapısı her an açıktır; ne var ki, insan, altından kalkılmaz hesaplarla ötelere gitmemek için hep temkinli davranmalı, ölüme her an hazırlıklı olmalıdır.