24 Mayıs 2013 Cuma

DAĞ

Dağ, çevresindeki karasal alanlardan daha yüksek olan kara kütlelerine verilen addır. "Dağlık" sıfatı, dağlarla ilişkili ve kaplı alanları tanımlamak için kullanılır.
Dünyada birçok dağ olup bunların ortaya çıkış nedeni farklıdır. Bazı dağlar yerin sıkışmasıyla oluşken bazı dağlar lavların yeryüzüne çıkıp donmasıyla oluşur. Yanardağların lavlarının kaynağı, magma denen çok sıcak kütledir.
Asya'nın %54'ü, Kuzey Amerika'nın %36'sı, Avrupa'nın %25'i, Güney Amerika'nın %22'si, Avusturalya'nın %17'si ve Afrika'nın %'3'ü dağlarla kaplıdır. Dünya'nın karasal kütlesinin %24'ü bütünüyle dağlıktır. İnsanların %10'u dağlık bölgelerde yaşar. Dünya'nın nehirlerinin çoğu dağlık kaynaklarca beslenir ve insanlığın yarısından fazlası su için dağlara bağımlıdır.[1][2]
Tüm dağlar yalnızca dünyada değildir. Diğer gezegenlerde de dağlar vardır. Bunlara örnek olarak Venüs'te Gila Dağı (3km) ve Türkiye'nin yarısına yakın bir alan kaplayan, Güneş Sisteminin en yüksek dağı Mars'taki Olympus Mons (25km) örnek verilebilir. Bunların dışıda Ay'da 8 km ve yine Mars'ta 18 km yüksekliğindeki dağlar verilebilir fakat bu dağların yükseliklerinin ölçümü gezegenin yüzeyinden itibaren yapılmaktadır ve Mars'taki dağlar sönmüş birer volkandır. Dünyanın en yüksek dağları ola
Bazı kaynaklar dağı, göze çarpan sivri bir tepesi olan, belirli bir yüksekliğin üzerindeki topoğrafik çıkıntılar olarak tanımlarlar; örneğin Britannica Öğrenci Ansiklopedisine göre, dağlar; "genellikle 610 metre (2,000 fit) üzerinde yükselir".[3] Diğer taraftan, Britannica Ansiklopedisi, yüksekliğe sınır koymadan, kavramı sadece "jeolojik açıdan standartize edilemeyen terim" olarak ifade eder.[4]

Birleşik Krallık'ta

Büyük Britanya ve Kuzey İrlanda Birleşik Krallığında, Çevre Bakanlığı, "dağ"ı, 600 metrenin üzerinde olan bütün karalar olarak tanımlar. Bu ölçüm yaklaşık olarak 2,000 fite (610 m.) karşılık gelir. [5] İskoçya 2003 yasaları, bu tanımdaki gibi görülmez ve "dağ" tanımı daha öznel şekilde; 914.4 metrenin (3,000 fit) üzerindeki tepeler için kullanarak, onları "Munro"lar olarak sıralar. Birleşik Krallık'ta, tepe tanımı, yüksekliğine bakmayarak yaygın şekilde bütün tepeler ve dağlar için kullanılır.

Birleşik Devletler'de

Birleşik Devletler'de Coğrafik İsimler heyeti, 305 m (1,000 fit) altı (bazıları 100 fit kadar küçüktür) özellikteki yüzlerce kara alanını "dağ" adı altında listeler. Bu Birleşik Devletler'in her yerinde, hatta Kaskad Dağları olarak bilinen alçak yüksekliklerin baskın olduğu batı kıyıları için de geçerlidir. Ancak heyet henüz, dağları, tepeleri ve diğer yükseklikleri ayırmaya kalkışmamıştır ve hepsini, nasıl isimlendirildiğine veya yüksekliğine bakmayarak basitçe "tepe" (summit) olarak sınıflandırır. Bununla beraber, heyet, Tom Sıradağları (en yüksek tepesi 1,200 fit; 366 m) gibi alçak dağ sıralarını "sıradağ" olarak listeleyip sınıflandırır.1

Yükseklik

K2, 8,611 metre (28,250 ft),Karakoram Sıradağları,Pakistan.
Bir dağın yüksekliği onun deniz seviseyinden yüksekliğine göre belirlenir. Andlar ortalama 4 km iken; Himalayalar deniz seviyesinden ortalama 5 km yukarıdadır. En yüksek dağ, Himalayalarda bulunan 8.848 metre (29,030 ft) yüksekliğiyle Everest Tepesidir.
Yüksekliğin diğer tanımları da olabilir. Dünya'nın merkezinden en uzakta bulunan zirve Ekvator'daki Chimborazo volkanıdır. Deniz seviyesinden 6.267 metre (20,560 ft) yükseklikle Andlar'daki bu zirve "en yüksek" olarak nitenlendirilmemektedir çünkü Chimborazo, Ekvatora'a çok yakındır ve Dünya ekvatorda şişkinleşir; Chimborazo 2.150 metre (7,100 ft), dünyanın merkezine Everest'den daha uzaktır. [6] Tabanından en yükseğe çıkan zirve Hawaii'deki Mauna Kea'dır, zirve tabanının bulunduğu Pasifik Okyanusu'ndan 10.200 metre (33,500 ft) yüksekte bulunur.[7]
Bugün Everest Dünya'daki en yüksek dağ olsa da, geçmişte daha yüksek dağlar bulunmuştur. Prekambriyan zamanı boyunca, şuan kıvrılarak küçülmüş olan Kanada Shield 12,000 metre (40,000 ft) ile en yüksek dağlardan biri olmuştur. Bu dağ, Himalaya ve Rocky Dağları gibi tektonik tabakaların çarpışması sonucu yükselmiştir.
Mars'ta bulunan eski bir volkan olan Olympus Dağı 26 kilometre (85,000 ft) (Fraknoi et al., 2004) yükseklikle, Güneş Sistemi'ndeki bilinen en yüksek dağdır.
Volkanların bizim güneş sistemimizdeki diğer gezegenlerde de püskürdükleri bilinmektedir ve bunlar yaşamlarımız boyunca (örneğin Venüs'te) sürekli püskürmektedir, bu dağların bazıları lav yerine buz püskürür. Birkaç yıl önce, Hale teleskobu güneş sistemimizdeki bir uyduda bulunan bir volkanın püskürmesini ilk kez kayıt etmiştir.
Dağlar iki şekilde oluşur:
  • KIVRIM DAĞLAR:
Yerkabuğundaki çok geniş çukurluklara denir. Bu çukurluklar akarsular, rüzgarlar, buzulların etkisiyle biriken tortular, kıtaların kaymasıyla yan basınçlara uğrarsa yumuşak olan tabakalar kıvrılarak yükselir ve dağlar oluşur. Bu dağların yükselen kısımalarına antiklinal, çukurda kalan kısımlarına senklinal denir.
  • KIRIKLI DAĞLAR:
Jeosenklinallerse biriken tortular kıvrılamayacak kadar sert ise bu dağlar kırıklı dağlar olarak meydana gelir. Bu dağların yükselen kıssımlarına Horst alçalan kısımlarına Graben denir. Bu kırıklı dağlar fay hattını oluşturur. Dünyanın en uzun fay hattı Doğu Afrika'da bulunan Victoria Gölü'nden başlayıp Van Gölü'nün kuzeyinde sona erer.

Özellikleri

Yüksek dağlar, ve Dünya'nın kutuplarına yakın olarak bulunan dağlar, atmosferin daha soğuk tabakalarıyla birlikte bulunurlar. Bu nedenle sıkça don etkisiyle oluşan buzlanmaya ve erozyona maruz kalırlar.


Yunanistan'daki Olympus Dağı.
Yeterince uzun dağlar tabanlarından tepelerine kadar çok farklı iklimsel şartlara sahip olurlar ve farklı yüksekliklerde farklı yaşam alanları barındırırlar. Bu zonlarda bulunan fauna ve flora yukarıdaki ve aşağıdaki şartlardan izole olmaya, bu zonlardan üyeler almamaya meyillidir. Bu izole olmuş ekolojik sistemler gökyüzü adası ve/veya mikroklima olarak bilinir.
Ağaç ormanları, dağın bir yanında bulunan, ağaçlarla nemlenen, eşsiz ekosistem ormanlardır. Çok uzun dağlar buz ya da karla örtülü olabilirler.
dağlar yerden daha soğuktur, çünkü Güneş Dünya'yı yerden yukarıya doğru ısıtır. Güneş'in radyasyonu atmosferden geçerek yere iner ve yerküre ısıyı emer.
Yerküre'nin yüzeyine en yakın hava, genellikle, daha ılıktır. Dağda yükselen hava, zor ılınır ve sonuç olarak soğur.[8] Hava sıcaklığı normalde, her 300 metre yükseklikte 1 ila 2 C derece düşer.
Dağlar genellikle insan yaşam alanı olarak düzlüklere göre daha az tercih edilir, buralarda hava daha serttir ve tarım alanları daha az bulunur. Çok büyük yüksekliklerde havada daha az oksijen bulunur ve güneş radyasyonu UV'ye karşı daha az koruma sağlanır.
Hipoksiya'nın (kanda az oksijen bulunması) neden olduğu Akut Dağ Hastalığı, daha alçak kesimlerde yaşayıp, 3.500 metreden daha yukarılarda birkaç saatini geçirmiş insanların yarısını etkiler.
Dünyaya dağılan dağların ve dağlık dizilerin bir kısmı kendi doğal hallerinde ve ağaç kesimi, madencilik, otlatma için kullanılabildiği gibi az kısmı hepsi için, bazıları ise eğlence (rekreasyon) için kullanılmaktadırlar.
Bazı dağlar sadece ağaçlıkken, bazılarının zirveleri görülmeye değer muhteşem manzaralara sahiptir. Dağdan dağa geçiş yapılıp zirvelere erişilebilir; yükseklik, diklik, düzlük, arazi yapısı, hava ve yol koşulları bu geçişleri etkileyen faktörler olduğu gibi, teleferikler gibi daha kolay ulaşım için yapılmış araçlar da dağlarda bulunabilir.
Dağcılık, hiking, kaya tırmanışı, buz tırmanışı, tepeden aşağı kayma ve kar sörfü gibi eğlence aktiviteleri dağları eğlenceli hale getiren uğraşlardır. Tepeden aşağı kayma gibi akitivitelerde dağlar özellikle düzlükse eğlenceyi arttırıır. Bununla beraber bu tür uğraşlar her zaman için risk taşımaktadır.

Dağ çeşitleri

Brezilya'daki dağlar
Dağlar birkaç yolla karakterize edilebilir. Dağların bazıları volkanlardır ve püskürme tarihi ve lav tipiyle karakterize edililebilirler. Diğer dağlar buzlanma süreciyle şekillenddirilmiş olabilir ve buzlanma özellikleriyle tarif edebilirler. Bununla beraber, fayları ve Dünya kabuğundaki katlanmalarıyla ya da tektonik katmanların kıtasal çarpışmalarıyla da (örneğin Himalayalar) örneklendirilebilirler.
Karaların baştan başa şekil ve yerleşimi de dağları ve dağlık yapıları ayrıca tanımlar. Sonuçta bazı dağlar bileşenlerini oluşturan kayaların tipine göre karakterize edilebilirler. Dağları genel olarak şu iki gruba ayırabiliriz:
Ya da dağlar şu şekilde de gruplandırılabilir:
(Dağ tipleri hakkındaki daha geniş bilgi için Dağ çeşitleri listesi sayfasına bakınız.)

Jeoloji

Dağlar, genellikle litosferik tabakaların hareketleriyle, orogenik ya da epeirogenik hareketlerden biriyle oluşurlar. Sıkıştırıcı güçler, izostatik yükselti ve volkanik kayaçların araya girmesi, çevredeki kaya yüzeylerinden daha yüksekte olacak şekilde yukarı doğru sıkıştırır. Yükselmenin özelliğine göre tepe, dağ ya da başka bir yükselti oluşur.

Dünyanın en yüksek dağları

  1. Everest
  2. K2
  3. Kançencanga
  4. Lhotse
  5. Makalu
  6. Ço Oyu
  7. Dhaulagiri
  8. Manaslun Himalaya Dağları'ndaki en yüksek tepe Everest Tepesi ise 8850 metre yüksekliktedir.

                                                                                                    WİKİPEDİA

RUHUMUZU DİNLEME ZAMANI : ÜÇ AYLAR

20 Mayıs 2013. | KIRIK TESTI
Soru: Kutlu zaman dilimi üç ayların heyecanını içimizde duyabilme ve onların ruhanî ve mânevî atmosferlerinden âzamî derecede istifade edebilme adına neler tavsiye edersiniz?
Cevap: Öncelikle ifade etmek gerekir ki üç aylar, insanın, Allah’a en yakın olabileceği, O’nun engin rahmetine liyakat kesbedebileceği; günahlarından sıyrılıp kalb ve ruh ufkunda seyahat edebileceği en önemli kutlu zaman dilimleridir. Zaten nefsin tezkiyesi, ruhun terbiyesi ve kalbin tasfiyesi açısından insanın her sene mutlaka böyle semavî bir rehabilite sürecine ihtiyacı vardır. Bu mübarek zaman dilimleri ise böyle bir rehabiliteyi gerçekleştirme adına çok önemli bir vesiledir.
Şüphesiz insanın bu mübarek zaman dilimlerinde bedenî ve nefsanî ağırlıklardan sıyrılıp belli bir ufka yükselebilmesi, belli bir seviyeyi yakalayabilmesi en başta ciddî bir tefekkür ve tezekkür ameliyesini gerektirir. Ancak bunu yaparken o, kalb ve ruhunu da sürekli mâneviyata açık tutmalıdır. Yani o, bir taraftan, bu aylarda, iman ve Kur’ân’a dair meseleleri, akıl ve zihin melekeleriyle, müzakere yoluyla anlamaya çalışırken, diğer yandan da, üzerine sağanak sağanak yağan mâneviyat ve ışık yağmurunu yudum yudum içine çekmeye çalışmalıdır.
Teveccühe Teveccühle Mukabele Edilir
Şimdiye kadar pek çok insan, kendi zaviye ve kendi ufku itibarıyla bu zaman dilimleriyle alâkalı nice güzel söz söylemiş, nice güzel beyanda bulunmuş, gündüz ve gecesiyle bu ayların mü’min hayatına kazandıracağı nice güzelliklere dikkat çekmiştir. Hazine kıymetindeki bu eserlerin karşılıklı okuma yoluyla kelime kelime üzerinde durulup tahlil edilmesi, müzakere metoduyla sindirilip içselleştirilmesi, bu ayların insana kazandıracağı varidât ve füyuzâtı anlama ve duyma adına çok önemlidir. Evet, üç aylarla alâkalı yazılanlardan tam istifade edebilmek için sığ ve sathî bir okuyuş tarzından uzaklaşıp, meselenin derinliklerine açılmasını bilmek gerekir. Aksi hâlde, bu duygu ve düşünce geliştirilmediği sürece insanın üç aylarla alâkalı okuyup dinlediklerinden hakkıyla istifade edebilmesi mümkün olmayacaktır.
Ayrıca, bu kutlu zaman dilimlerinin kendine mahsus güzelliklerini ve insan gönlüne akseden zevk ve lezzetlerini kâmil mânâda duyup tadabilmek için daha baştan bu zaman dilimlerinin “ganimet ayları” olduğunun bilinip takdir edilmesi, arkasından da saniyesi zayi edilmeksizin gece ve gündüzüyle bu ayların ciddî şekilde değerlendirilmesi gerekir. Mesela, azim ve kararlılıkla geceleri kalkıp Cenâb-ı Hakk’a teveccüh etmeyen ve gece varidâtını yudumlamayan bir insanın bu aylarla ilgili dile getirilen güzellikleri derinliğiyle hissetmesi, tatması ve zevk etmesi mümkün değildir. Evet, insan ciddî bir metafizik gerilim içinde bu aylara girmez, ciddî bir kulluk şuuruyla kendisini ibadete vermez ve kendisini işin içine salmazsa, bu ayların ifade ettiği mânâlar bardaktan boşalırcasına yağıp dursa da o, bunları duyup hissedemez. Hatta o, başkalarının bu zaman dilimleriyle ilgili ifadelerini kendi idrak ve istidadının mihengine vurur ve onları bir lüks ve fantezi olarak değerlendirebilir.
Evet, bu mübarek günlerin tepemizden aşağıya sağanak sağanak boşalttığı varidâtı duyabilmek, öncelikle ona inanıp teveccüh etmeye bağlıdır. Zira teveccühe teveccühle mukabele edilir. Siz bu ayların ruh ve mânâsına teveccüh etmezseniz, onlar da size kapılarını açmaz. Hatta bu aylarla ilgili söylenen çok canlı ve parlak sözler bile sizin nazarınızda cansız bir ceset gibi sönük kalır. Öyle ki bu mevzuda ne İbn Recep el-Hanbelî’nin bam teline dokunan ifadeleri ne de İmam Gazzâlî Hazretleri’nin yüreklere aşk u heyecan salan sözleri sizin gönlünüzde bir aks-i seda bulur. “Acaba bu adamlar ne söylüyor ki!” der, geçer gidersiniz. Çünkü bir sözün tesiri adına, söylenilen sözün kıymeti kadar, muhatapların bakış açısı, niyeti, idrak ve sinelerinin bu meseleye açık oluşu da önem arz eder.
Bu itibarla insan meseleyi öyle sahiplenmeli ki, âdeta recepleşmeli, şabanlaşmalı ve ramazanlaşmalıdır. Evet, insan, onlarla öyle bütünleşmeli ki, bu kutlu ayların insan ruhuna neler söylediğini duyup hissedebilsin. Yoksa siz, siz olarak kaldığınız, sathîlikten kurtulamadığınız ve bu ayların hakikatini araştırmadığınız sürece bu aylarla ilgili söylenilen çok güzel sözler bile bir kulağınızdan girer, öbür kulağınızdan çıkar. Bu açıdan, laubaliliğe açık duran, böyle bir ganimet mevsiminde kendini yenileme gibi bir gayret içinde olmayan, hâl ve hareketlerinde ciddiyeti yakalayamayan insanların bu aylardan istifadeleri çok zordur.
Kutlu Zaman Dilimine Uygun Programlar
Öte taraftan meselenin içtimaî ruha, toplumdaki genel kabule bakan yönü de vardır. Vakıa bu mübarek ayların ifade ettiği gerçek derinlik ve enginliğin duyulup hissedilmesi kalb ve ruh ufku itibarıyla derin insanlara mahsus bir mazhariyettir. Fakat şu anda umumî mânâda toplumumuzun da belli ölçüde bu ayların kıymet ve bereketini takdir ettiği, camilere yöneldiği ve Cenâb-ı Hakk’a teveccüh ettiği de bir gerçektir. İşte bu durum önemli bir vesile olarak değerlendirilip bu kutlu zamanda farklı program ve aktivitelerle insanların ruhuna belli mesajlar duyurulabilir. Aynı şekilde üç ayların içinde yer alan Regaib, Miraç, Beraat ve Kadir gecelerinde de dinin ruhuna sadık kalınarak çağımızın insanına hitap edecek daha hususî programlar tertip edilebilir. Böylece bu kutlu geceleri, insanları Allah’a yaklaştırma ve dinin hakikatini gönüllere duyurma adına değerlendirmiş oluruz. Camiye gelen insanların gönüllerine bu istikamette bazı hakikatler duyurulabileceği gibi, farklı meclislerde bir araya gelişler de müzakere ve sohbetlerle değerlendirilebilir. Böylece bu ayların kendileri için bir şey ifade ettiğine inanan insanların bu teveccüh ve beklentileri de doğru değerlendirilmiş olur.
Yalnız müsaadenizle burada bu tür programlarla alakalı önemli gördüğüm bir hususa dikkatlerinizi çekmek istiyorum: Bizim, farklı vesileleri değerlendirerek yapacağımız bütün faaliyetlerdeki gayemiz, insanları düşünce ve his dünyaları itibarıyla bir adım daha Allah’a yaklaştırmak olmalıdır. Şayet meşgul olduğumuz program ve aktiviteler bizi bizliğimize götürmüyor ve kendimizi bulma istikametinde bize rehberlik etmiyorsa boş şeylerle uğraşıyoruz demektir. Evet, düzenlediğimiz programlarda Rabbimize ait bir kısım hakikatleri seslendiremiyor, insanları bir adım daha Efendiler Efendisi’ne yaklaştıramıyorsak; hatta sırf insanların heva ve heveslerine hitap eden programlar düzenliyor ve neticede onlara sadece “Hoş dakikalar geçirdik.” dedirtiyorsak, zaman israfına, belki de günaha giriyoruz demektir. Zira Allah’a (celle celâluhu) götürmeyen ve Efendimiz’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) ulaştırmayan her yol bir aldanmışlıktır. Hem zaten insanları eğlendirme, şölen ve karnavallar düzenleme hak ve hakikate tercüman olmayı isteyen inanan gönüllerin işi ve vazifesi değildir.
Ayrıca bilinmesi gerekir ki, günümüzde insanların genel durumları itibarıyla eğlenceye açık bir hayat tarzları vardır. Dolayısıyla onların bu mevzuda gösterecekleri alaka sizi aldatabilir. Öyle ki onların memnuniyetine bakarak iyi bir iş yaptığınızı zannedebilirsiniz. Oysaki önemli olan onların alakasından ziyade, yapılan işin Kur’ân ve Sünnet’in kıstaslarına göre doğru olup olmadığıdır. Bu itibarla ortaya konulan faaliyete alaka gösterilmese ve katılım az olsa bile, siz her zaman doğrunun peşinde koşmalısınız. Diğer bir ifadeyle mühim olan, insanların takdir ve alkışı değil, yapmış olduğunuz programın kalbî ve ruhî hayatımız adına bir mânâ ifade etmesidir.
Bu itibarladır ki, göklerin nura gark olduğu, zeminin semavî sofralarla bezendiği böyle bereketli bir zaman diliminde, biz, insanları kalbî ve ruhî hayatları itibarıyla hep derinleşmeye yönlendirmeli ve yapacağımız her işi mutlaka yüksek hedeflere, engin mülâhazalara bağlamalıyız. Öyle ki muhatap olduğumuz insanların gönüllerine her seferinde yeni bir mânâ, yeni bir ruh aşılamalı ve onları, mâneviyat adına doymazlığa doğru yelken açtırmalıyız. Bunu gerçekleştirmek için ister eskiden beri bilinen ilâhîler, naatlar, münacatlar okunsun; isterse de yeni beste ve güftelerle bu mânâlar ifade edilsin ama her ne olursa olsun biz mutlaka her faaliyetimizle insanlarda ebed arzusunu tetiklemeli, gönüllerde sonsuz saadeti kazanma iştiyakını ve kaybetme endişesini harekete geçirmeli ve netice itibarıyla muhatap olduğumuz insanları dinin ruhuna uyarmaya çalışmalıyız.
Hâsılı, camiler, cemaatler, cumalar, Recepler, Şabanlar, Ramazanlar, Regaibler, Miraçlar, Beraatlar ve Kadirler mutlaka insanları Cenâb-ı Hakk’a yönlendirmeye vesile yapılmalı ve her anı sonsuzluğu peylemeye açık bu kutlu zaman dilimlerinde tertip edilen bütün aktiviteler, yüce ve yüksek gayeleri gerçekleştirmeye matuf olmalıdır.
                             
                                                                                      HERKUL.ORG
                                                          http://www.herkul.org/index.php/krk-testi/kirik-testi

Fitne Zamanı ve Çekirdek Toplum

20 Mayıs 2013.
*Gönüllerin anahtarı, yumuşak huy ve yumuşak kelimelerdir. (00:25)
*Eğer biz dini derinlemesine duysaydık, söylerken, sergilerken vicdanımızın sesini ortaya koyabilseydik, İslam dünyasında lebâleb camileri dolduran o insanlarda da aşkın-heyecanın bir parçası olurdu. Hep aklıma geliyor ki acaba iğfal mi ediyoruz! Bize bakıp bizde gördükleri şeyleri Müslümanlık zanneden bu insanları aldatmış mı oluyoruz? Acaba hiç konuşmasak, sussak, meseleyi sükûtun hikmetine havale etsek daha mı yararlı olur? İşte buraya kalkıp gelmeden de kendi odamda hep bunları düşünüyordum. Gelme ile gelmeme arasında tam yüzde elli elli.. öyle kerhen geldim. (00:55)
*Müslümanlığı sığ olarak anlamaya, aşkın-heyecanın yitirilmesine sebebiyet veriyorsak bence konuşmamak daha iyi. Hatta şimdi bile aklımdan geçiyor ki; mikrofonu çıkar at, git odana kapan!.. Cami kürsüsünden bu mülahazayla indiğim dönemi hatırlarım. Müslüman öyle olmamalı!.. (02:27)
*M. Akif diyor ki:
“Müslümanlık nerede, bizden geçmiş insanlık bile;
Âlem aldatmaksa maksat, aldanan yok nafile!
Kaç hakiki Müslüman gördümse, hep makberdedir,
Müslümanlık, bilmem amma, galiba göklerdedir!”
Kendi döneminde, soy kütüğünden, ruh ve mana köklerinden bütün bütün kopulmadığı bir dönemde toplumun iç perişaniyetine bakarak o toplum adına bunları seslendiriyor. Gelse bizim dönemimizi görseydi, o aşk ve heyecan insanı, kalbi durur ölürdü. (04:40)
*Kendisiyle yüzleşmeyen, ömür boyu hep başkalarıyla yüzleşir ve kendi yüzsüzlüğünden bir türlü sıyrılamaz. (05:50)
*“Âlemin bana yaptığı ne kadar çok olursa olsun, benim bana yaptığım hepsinden fazladır.” (OscarWilde) (06:08)
*Hadis kitaplarında “Kitabü’l-fiten ve’l-melâhim” başlığıyla bazı bölümler yer almaktadır. “Fiten” kelimesinin tekili (müfredi) olan “fitne”nin meşakkat, sıkıntı, bela, musîbet, rezalet ve azap gibi mânâları vardır; aslında fitnenin, imtihan anlamında olduğu, daha sonra meşakkat ve imtihanın netice verdiği kötülük mânâsında kullanıldığı söylenmektedir. Zamanla bu kelime küfür, günah, ihtilâf, düşmanlık, rüsvaylık ve fısk gibi her türlü kötülük için kullanılmaya başlanmıştır. Melâhim ise; melhame kelimesinin çoğuludur; melhame, savaş meydanı demektir. Hadis kaynaklarında “fiten ve melâhim” başlıkları altında, ileride gelecek olaylardan, özellikle âhir zamanda cereyan edecek olan dehşetli hadiselerden bahsedilmiş; bunlara karşı müslümanın nasıl tavır takınması gerektiği belirtilmiştir. (07:30)
*Bir hadis-i şerifte, “Âhir zamanda yaşları küçük, akılca kıt birtakım gençler zuhur edecek. Yaratılmışın en hayırlısının sözünü söylerler, Kur’an’ı okurlar. Fakat, imanları, gırtlaklarından öteye geçmez.” buyuruluyor. (07:55)
*Fitnenin kol gezdiği zamanda hiç olmazsa bir yerde, bir zümre zuhur etse.. şahsî, âilevî ve içtimaî hayat açısından tam bir istikâmet, engin bir iman, tastamam bir Müslümanlık, insanın boyunu aşkın bir ihlas, derinlerden derin bir ihsan şuuru.. bir marifet ki bayılır insan ona.. bir muhabbet, bir aşk u şevk ki insanın aklını alır.. bu vasıflarla muttasıf küçük çapta bile olsa bir topluluk bulunsa, dünyanın değişik yerlerinde hemen onun örnekleri oluşacaktır. (09:04)
*Yeryüzü, problemi insanla tanıdı. İnsan, problemin hem anasıdır hem de babasıdır; o, eşi olmasa bile yine problem üretir. Bu açıdan da insanda problemi çözeceğiniz âna kadar ne yuvada, ne mektepte, ne camide, ne de idarî, siyasî, iktisadî hayatta problemi çözemezsiniz. (11:05)
*Hazreti Mevlânâ, “Bazen melekler bizim nezaket ve inceliğimize imrenirler; bazen de şeytanlar küstahlığımızdan ürperirler!” derken alâ-yı illiyyîne ve esfel-i sâfilîne de işaret etmiş oluyor. Biri Hazreti Ruh u Seyyidü’l-enâm’ın makamını, öbürü de şeytanın derekesini işaretliyor. (12:23)
*Evet, yüz kişiden ibaret bile olsa, üsve-i hasene, taklide şayeste, örnek bir toplum hemen dikkat çekecek ve başka yerlerde de onun emsali üretilecektir. Siz Allah’ta, Peygamber’de fâni olmuş böyle bir toplum haline gelirseniz, insanlar da sizde fâni olurlar. (14:00)
*Çekirdek toplumun çok önemli iki vasfı, biri Fuzûlî’ye diğeri de Gavsî’ye ait olan şu sözlerde dile getirilmektedir:
“Hikmet-i dünya ve mâfihâ bilen ârif değil,
Ârif oldur bilmeye dünya ve mâfihâ nedir?”
(Fuzûlî)

“Sen tecelli eylemezsin perdede ben var iken,
Şart-ı izhar-ı vücudundur adîm olmak bana!..”
(Gavsî) (16:40)
*Yaptığın hayırları unutmanın yanı sıra, tırnak ucu kadar bir kötülük yapmışsan, yetmiş sene sonra aklına geldiğinde “Off..” deyip inlemesini biliyorsan, bana göre sen insansın, insan-ı kâmilsin. (18:33)
*-Cı, -cu, -ca… yok bunlar benim telakkimde; nazarımda bunların hepsi merdut. Fakat, zikredilen evsâf ve anlayış etrafında bir araya gelen ve bu anlayışı dünyaya mal etme gayreti içinde göbeklerini çatlatırcasına koşan insanlar, bir nüve teşkil ettiği zaman, mutlaka dünyanın dört bir yanında onun misalleri oluşturulacaktır. Zira, kainat bir çekirdekten meydana gelmiştir; o çekirdek de hakikat-i Ahmediye’den (aleyhissalatü vesselam) meydana gelmiştir. (19:57)
*İhtiyacını hissettiğimiz çekirdek toplumun her ferdi, Hazreti Ömer’in (radıyallahu anh) gözünün nuru o delikanlı gibi ismet ufkunun temsilcisi olmalıdır. O genç bir tuzağa düşüp günaha karşı hafif bir temayül gösterecek gibi olunca birdenbire “Allah’a karşı gelmekten sakınanlara şeytandan bir dürtü ilişince, hemen düşünüp kendilerini toparlar, basiretlerine tam sahip olurlar.” (A’raf, 7/201) mealindeki ayeti hatırlamış; Cenâb-ı Allah’tan hayâ etmiş; gönlü Allah korkusundan hâsıl olan heyecana dayanamamış ve genç oracığa yığılıp kalmıştır. Hazreti Ömer, gencin ölüm sebebini anlayınca hemen gömüldüğü yere gider ve orada ona şu ayetle seslenir: “Rabbinin huzurunda durmaktan korkan kimselere iki Cennet vardır.” (Rahmân, 55/46) O, sözlerini bitirdikten sonra herkesin duyacağı şekilde mezardan şöyle bir ses yükselir: “Yâ Emire’l-Mü’minîn! Allah bana onun iki katını verdi.” (21:36)
*Mağrib ülkelerinden birisinde devletin başındaki insanlar diyorlar ki: “Hapishaneden çıktık, geldik idareye talip olduk. Vâkıa Hazreti Yusuf da böyle yapmıştı ama o peygamberdi, Allah onu yalnız bırakmıyor, teyid ediyordu; biz ise sıradan insanlarız; öyle bir teyidimiz yok. Fakat, sizin tecrübeleriniz var, ne olur bizi yalnız bırakmayın, bu tecrübelerden istifade ederek biz de meseleyi dipten ele alıp bir yere kadar getirelim!” (25:30)
*Eğer bazı arkadaşlarımız insanlık adına o “çekirdek toplum” manasını ifade edebilmişlerse, onlar hakkında da bir arkadaşım için dediğim gibi diyeceğim; onun fedakârlığına binaen şöyle demiştim: “Benim için Cennet’e gitmek, İnsanlığın İftihar Tablosu’nun şefaati olmazsa mümkün değil. Ama bir gün bana Cennet’e gir derlerse, ‘Falan yerde ben yapayalnız kaldığımda koluma giren o arkadaşımı almadan girmek istemiyorum ya Rabbi!’ derim.” Eğer bir yerde bu çekirdeği oluşturmuş bir topluluk, bir nüve varsa, hakikaten siz şahit olun ben alınlarından öpüyorum. Siz şahit olun, bana eğer -farzımuhal- Cennet kapısı açılırsa, onları almadan içeriye girmem!.. (26:25)
*Fitne zamanında Müslümanlığı dosdoğru yaşamak çok zordur. Fakat, o zoru başaranlar, dünyada bütün zorlukları da başarabilecek babayiğitlerdir. Allah sizleri o babayiğitlerden eylesin. Amin… (27:33)
                                                                                     HERKUL.ORG
                                                                  http://www.herkul.org/index.php/bamteli/bamteli

19 Mayıs 2013 Pazar

Cehenneme Yuvarlanan Kaya ve İnananlar İçin “Sekîne”

13 Mayıs 2013.
Çay Faslından Hakikat Damlaları: Yetmiş Sene Yuvarlanan Kaya
-Zikzak çizen insanların dengede kalmaları çok zordur; Allah korusun, hele bu zikzaklar insanın son anlarına denk gelirse, dengesini yitirmiş bir uçağın düşüşü gibi, o da baş aşağı yuvarlanıp gidebilir. (00:38)
-Hazreti Üstad’ın da Risaleler’de nakledip değerlendirdiği üzere, bir vakit huzur-u Nebevîde derin bir ses işitildi. Rasûl-ü Ekrem (aleyhissalâtü vesselâm) ferman etti ki: “Bu gürültü, yetmiş senedir yuvarlanıp da ancak bu dakikada Cehennemin dibine düşen bir taşın gürültüsüdür.” Peygamber Efendimiz’in bu sözünden yirmi dakika kadar sonra biri geldi; “Meşhur münafık az evvel öldü.” dedi. Bütün hayatı boyunca tedenni eden ve küfre sukuttan ibaret bir ömür geçirip yetmiş yaşına giren o münafık, nihayet Cehennemin bir taşı olarak esfel-i sâfilîne yuvarlanmış; Cenâb-ı Hak, o vefat dakikasında o sesi işittirip onun yuvarlanışına alâmet kılmıştı. (01:18)
-Münafık, her zeminde ayrı bir tavırda bulunur, her yerde farklı bir görüntü sergiler ve o rengârenk davranışlarıyla âdeta birkaç hayatı iç içe birden yaşar. Münafığın gerçek renginin ne olduğunu, ne türlü bir düşünce ve kanaat taşıdığını kestirmek çok zor; hatta imkânsızdır. O, kendine göre ters görüp “öbürleri” dediği hemen herkese karşı düşmanca duygular besler.. onlar hakkında açık-kapalı kötülük düşünür. Ama bu duygularını her zaman dışarı vurmaz; gerektiğinde hakikî hislerini gizleyerek onların düşünce ve kanaatlerine saygılı görünür.. onlara karşı olabildiğince yumuşak davranır.. ve onlardan biriymiş gibi hareket eder. Ne var ki o, hemen her zaman, içten içe de güm güm gümler ve mevhum hasımları için ne komplolar ne komplolar plânlar.. plânlar da, hasım kabul ettiği kesim veya kimselerin sıkıntılı hâl ve kritik durumlarında gerçek niyetini hemen ortaya koyuverir. Sonra da başkalarının, “hüsnüzann”a binâen ardına kadar açık bıraktıkları kapıdan içeriye girerek akla-hayale gelmedik kötülüklerin hepsini yapar. Kur’ân-ı Kerim münafığın sukutunu anlatırken şöyle buyurur:
إِنَّ الْمُنَافِقِينَ فِي الدَّرْكِ اْلأَسْفَلِ مِنَ النَّارِ وَلَنْ تَجِدَ لَهُمْ نَصِيراً
“Şu kesindir ki münâfıklar cehennemin en alt katındadırlar. Onları oradan kurtaracak bir yardımcı da bulamazsın.” (Nisâ, 4/145) (07:25)
-Münafık, her ses ve her sözden irkilir, her hareketi kendi aleyhinde bir tecavüz hamlesi gibi görür, her kıpırdanışı da kendisine karşı bir baskın teşebbüsü şeklinde yorumlar ve bar bar bağırarak etrafında kıyametler koparır. Böylelerinin bu garip görüntü ve ruh hâletleri Kur’ân-ı Kerim’de şöyle tasvir edilmiştir: “Sen onları gördüğünde kılıkları-kıyafetleri karşısında hayrete düşer (ve bunları bir şey zannedersin); konuşmaya kalktıklarında (kendilerini dinletirler), sen de dinlersin. (Ne var ki bu kimseler, ruh dünyaları itibarıyla) içleri bomboş kuru kütükler gibidirler. Her sesten ürker, her sayhadan pirelenir ve her şeyi aleyhlerinde sanırlar. Onlar düşmandır, onlardan sakının! Allah belalarını versin onların! Nasıl da hakikatten vazgeçiyorlar.” (Münâfıkûn, 63/4) (09:13)
-Necip Fazıl’ın ifadesiyle, zıp orada zıp burada gezinen münafık, konuşurken yalan söyler; bugün vefa sözü verdiği bir konuda bakarsınız, ertesi gün hemen sözünden döner; sizin itimat ve güveninize hıyanetle karşılık verir ve hemen her zaman en haince düşmanlık duygularını dostane tavırlar içinde icra eder. Bu itibarla da o, din, iman ve Kur’ân düşmanı bir münkirden daha tehlikelidir; tehlikelidir zira, sizin gibi düşünüyor görünüp, düşmanca duygulara karşı tedbirli olma ve teyakkuzda bulunma hislerinizde gevşeklik hâsıl ederek yanınıza kadar sokulur, yüzünüze güler; fırsat bulunca da yılan gibi ısırır ve akrep gibi de sinsice sokar. (10:20)
-Cehenneme yuvarlanan kayanın sesini Allah’ın duyurmasıyla duyan Sahabi efendilerimiz ona benzer başka hadiselere de şahitlik etmişlerdir. Mesela; Hazreti Ömer, Medine’de hutbe okurken, İran’a gönderdiği ordunun yenilmek üzere olduğunu görüp ordu komutanına “Sâriye, dağa bak, dağa bak!” diye seslenmiş; aradaki kilometrelerce mesafeye rağmen bu sesi duyan Hazreti Sâriye düşmanın oyununu fark edip dağa hamle yapmış ve muzaffer olmuştur. (13:16)
-İnsan şu sözlerin hakikatine uygun bir ömür sürmelidir: “Yâdında mı doğduğun günler / Sen ağlardın gülerdi hep âlem / Öyle bir ömür geçir ki, olsun / Mevtin sana hande, halka mâtem.” (Ebu Said Ebu’l-Hayr) (15:37)
Soru: Mücâhede meydanına meleklerin inişi, Üseyd b. Hudayr'ı Kur’an okurken buğumsu bir şeyin sarışı ve Sevr Sultanlığı’nda hâsıl olan itminan gibi değişik şekillerde tecelli eden “sekîne”den bahsediliyor. Ayrıca, Ashâb-ı Kîrâm’ın Hendek muharebesi gibi zorlu şartlarda “sekîne” talebiyle dua ettiği anlatılıyor. Günümüz şartları ve adanmış ruhlar açısından sekîneyi ve sekîne talebini değerlendirir misiniz? (18:15)
-Sekîne; sükûn kökünden, vakâr, ciddiyet, mehâbet, ünsiyet; ruhta dalgaların dinmesi ve sâkinleşme mânalarına gelir ki, hafiflik, huzursuzluk, kararsızlık ve telâşın zıddıdır. Sekîne, tasavvuf erbâbınca; gaybî vâridatla kalbin oturaklaşması ve onun sürekli bir dikkat ve temkin içinde öteleri kollaması ve üns esintileri soluklaması hâlidir. (18:54)
-İsrailoğulları’nın sekînesi, -Kur’ân-ı Kerim’de işaret edildiği üzere- hep, “Tâbût” (sandık) içinde götürülüyordu. (Bkz. Bakara, 2/248). Ancak, sekîneye vesile bu tâbûtun içinde ne olduğu da tam bilinmemektedir. Bazıları onun içinde, Hazreti Yusuf’tan kalma hatıralar, Hazreti Mûsâ ve Hazreti Harun’un manevî mirasından bir bakiyye, başka peygamberlerden kalma değerli eşyalar, peygamberlerin resimleri veya Tevrat parçalarının bulunduğunu söylemekte ise de, anladığımız kadarıyla, tâbût içinde bulunan objeler birer perde idi; asıl o mahfaza derûnunda İsrailoğulları’na moral kaynağı olacak “sekîne” vardı. (19:33)
-Kur’ân ve Sünnet’te zikredilen sekîne; Cenâb-ı Hakk’ın insanlara gönderdiği ukbâ buudlu ve metafizik âlemle alâkalı, indiği kimselerin kalblerine kût ve kuvvet, iradelerine fer veren melekûtî bir nesne ve bir tecellîdir. Yerinde hak dostları tarafından istenmiş, yerinde talepsiz, ama “hâl”e lütfedilmiş öyle sırlı bir teveccühtür ki, onun atmosferine girenler oldukları yerden nâmütenâhîliği duyarlar. Bu arada bazıları sekîneye, meleklerin inmesi, bazıları ruhanî varlıkların gelmesi demişlerdir. Ne var ki, ister melekler, isterse melekler haricindeki ruhanî varlıklar olsun, sekîne indiği yere o durumun gereklerine göre iner.. iner ve öyle bir atmosfer meydana getirir ki, artık orada bir doymuşluk ve itminan hâsıl olur. Hem öyle bir hâsıl olur ki, her tarafa ölüm yağsa, ihtimal sekîneye eren kılını bile kıpırdatmaz. (20:17)
-Sekîne metafizik bir hâdise olduğundan dolayı onu fiziğin kâide ve prensipleriyle izâh etmek mümkün değildir. O; Uhud Savaşı’na katılan insanlar üzerine de inmişti. Önce orada küçük bir sarsıntı yaşanmış ve akabinde muvakkat bir hezimet vuku bulmuştu. Hazreti Hamza başta olmak üzere pek çok yiğit şehit olmuş, yetmişe yakın insan ukbâya göç etmişti. Bütün bunlardan sonra Allah, sekîne ile onların imdadına yetişince, hepsi yeniden aslanlar gibi kükremiş; ertesi gün yaralı olanlar dahil herkes yeni bir seferberlik demiş ve yürüyemeyecek derecede mecruh olanları sırtlarında, omuzlarında taşıyarak düşmanı takibe koyulmuşlardı. (21:05)
-Sekîne, her kavimde değişik şekillerde tecelli edebilir. Bu, biraz da Cenâb-ı Hakk’ın lütfunun bir buudu olarak, tecelligâhın liyâkat ve istidadına göre zuhur eder. Meselâ, Bedir’de nâzil olan sekîne, meleklerin savaş meydanında, mücehhez askerler şeklinde görünmeleriyle tecelli etmişti; zira o makam öyle olmasını gerektiriyordu. (23:48)
-Üseyd b. Hudayr (radıyallahu anh) bir gece Kur’ân okurken, atı şaha kalkar. Çocuğunu ezecek korkusuyla Hazreti Üseyd okumayı kesince at sakinleşir, başlayınca tekrar şaha kalkar. Bu arada başının üstünde buluta benzer bir şey belirir. Mes’ele Peygamber Efendimiz’e intikal ettirilince onun “sekine” olduğunu ifade buyururlar. (24:22)
-Hicret esnasında Allah Rasûlü’nün yolu Sevr’e uğramıştı. Kendisini takibe koyulan Mekke müşrikleri bir aralık gölgeleri içeriye düşecek ve tehditleri Sevr’in duvarlarına çarpıp yankılanacak kadar yaklaşmışlardı. Arada bir metrelik mesafe ya vardı ya da yoktu ve Hazreti Ebû Bekir (radıyallâhu anh) telaş içindeydi. Çünkü o esnada Allah Rasûlü’nün, kendisine emanet olduğunu düşünüyor ve O’nun adına endişe ediyordu. Hâlbuki Allah Rasûlü’nün dudaklarındaki tebessümde en küçük bir değişiklik yoktu. O itminan ve emniyet insanı, dostunu teselli ederek, “Tasalanma! Allah bizimle beraberdir.” diyor ve ekliyordu: “İki kişi hakkındaki zannın nedir ki, onların üçüncüsü Allah’tır.” İşte oraya da sekine nazil oluyordu; zaten Efendimiz her zamanki gibi sekine üstü itminanla dolu bulunuyordu. (25:32)
-Hendek muharebesinde şartlar çok şiddetliydi. Hendek kazılırken İnsanlığın İftihar Tablosu Efendimiz ashabıyla beraber çalışıyor; hatta onların kuvve-i mâneviyelerini takviye için
اَللّٰهُمَّ لاَ عَيْشَ إِلاَّ عَيْشُ اْلآخِرَةِ فَاغْفِرْ لِلْأَنْصَارِ وَالْمُهَاجِرَةِ
“Allahım, ahiret hayatından başka hayat yok. Sen ensar ve muhacirîne mağfiret eyle.” duasını tekrar tekrar seslendiriyor ve sahabe O’nun bu sözleriyle coşuyor:
اَللّٰهُمَّ لَوْلاَ أَنْتَ مَا اهْتَدَيْنَا وَلاَ تَصَدَّقْـنَا وَلاَ صَلَّيْنَا
فَأَنْزِلَنْ سَكِينَةً عَلَيْنَا وَثَبِّتِ اْلأَقْدَامَ إِنْ لاَقَيْنَا
“Allahım, Sen nasip etmeseydin biz hidayete eremezdik, namaz kılamaz, zekât veremezdik. Sen üzerimize sekîneni indir ve düşmanla karşılaşırsak bizim ayaklarımızı kaydırma.” diyerek mukabele ediyorlardı. Onlar, günlerce muhasaranın demir pençesinde kıvrandıkları hâlde dimdik ayakta kalmasını bilmiş ve nihayet farklı şekilde tecelli eden sekine ve ilahi inayet ile düşmanı püskürtmüşlerdi. (29:00)
-Sekine’nin gelmesinin en önemli referansı sağlam imandır. Hem Bedir’de hem de Uhud’da böyle bir itminan, böyle bir teminat-ı ilâhiye ve böyle bir sekîne-i rahmâniyenin vâki olması, onun, dine o ölçüde sahip çıkıldığı, gönüllerin o heyecanla hakikî mihraplarına yöneldiği ve sadakatin ilâhî teveccühle buluştuğu her durumda herkes için söz konusu olduğunu gösterir. Değişik mecmualardaki duaların okunması sayesinde Cenâb-ı Hak ile irtibat ve salât ü selam getirmek suretiyle Peygamber Efendimiz’le münasebet “sekine”nin çok önemli iki vesilesidir. Bu itibarla da inananların, ülkemizin ve adanmış ruhların başındaki onca bela karşısında biz de sekine talebiyle Cenâb-ı Hakk’a teveccüh edebilir, salat-ı tefrîciye gibi dualar okuyabiliriz. (33:34)
-Muhterem Hocamızın “bir arkadaşınız” diyerek başkası üzerinden anlattığı ama aslında kendisinin yaşadığı trajikomik hadiseleri de ihtiva eden bir sekine tecrübesi. (35:55)

                                                                                    HERKUL
                                          http://www.herkul.org/index.php/bamteli/bamteli

11 Mayıs 2013 Cumartesi

HZ. DAVUD HANEDANI , SEBE’, SEL VE AĞAÇ KURDU

06 Mayıs 2013.
Çay Faslından Hakikat Damlaları: “Hâlimi Sana Şikayet Ediyorum!..”
-İnsan, başına gelen olumlu olumsuz her şeyi iyi değerlendirmek suretiyle her zaman kazanabilir; el verir ki, tavır ve davranışlarını karşılık getirecek şeylere bağlasın. Sen tavır ve davranışlarını rızaya bağlayınca, sürekli rıza sağanağıyla sırılsıklam olursun. (00:40)
-İnsan kendisini ister hadiselerin ekşi yüzlerine bakıp ekşimek, isterse de bazı insanların tavırlarından dökülen ekşilikle ekşimek fasit daireleri içine salarsa, onlardan bir daha kurtulamaz. Onların içinde tatlıyı, güzeli arayıp bulmak lazım. (03:20)
-İbrahim Hakkı Hazretleri, “Hiç kimseye hor bakma / İncitme, gönül yıkma / Sen nefsine yan çıkma... / Mevlâ görelim neyler / Neylerse güzel eyler...” der. İnsan, hor ve hakir görmeyi kendinin bir kısım sıfatlarına bağlar ve “Ah, ne yapsam ki ben bunlardan sıyrılsam!” der, meşguliyet alanı olarak onu seçer ve “Aslında benim dışarıda gördüğüm şeyler, çirkin gören ruhumun dışarıya aksedişleri!” diye düşünürse, başkalarının kusurlarıyla uğraşmaktan kurtulur ve kendi arızalarından da sıyrılma yollarını arar. (04:18)
-İnsanlığın İftihar Tablosu (aleyhi ekmelüttehâyâ) bilhassa Mekke döneminde çok büyük musîbetlerle karşı karşıya kalmıştır; kavmi tarafından yalanlanmış, işkencelere maruz bırakılmış, ölümle tehdit edilmiş ve hatta kendisine komplolar kurulmuştur. Diğer taraftan, kendisinin, ailesinin güzîde fertlerinin ve Ashâb-ı Kirâm’ın esaretten işkenceye, hastalıktan ölüme kadar pek çok imtihanına şahit olmuştur. Fakat, Rehber-i Ekmel Efendimiz, hiçbir zaman kaderi tenkit manasına gelebilecek bir şikâyette bulunmamış; belki çok incindiği anlarda Mevlâ-yı Müteâl’e halini arz ederek O’nun rahmetine sığınmıştır. Ezcümle; bir ümitle gittiği Tâif’ten taşlanarak kovulunca, o müsamahasız atmosferden sıyrılıp bir ağacın altına iltica eder etmez, vücudundan akan kana, yarılan başına ve yaralanan ayaklarına aldırmadan Cenâb-ı Hakk’a el açarak söylediği sözler hem pek hazîn hem de kulluk âdâbı adına çok ibretâmizdir:
اَللّٰهُمَّ إلَيْكَ أَشْكُو ضَعْفَ قُوَّتِي وَهَوَانِي عَلَى النَّاسِ، يَا أَرْحَمَ الرَّاحِمِينَ أَنْتَ رَبُّ الْمُسْتَضْعَفِينَ وَأَنْتَ رَبِّي إلَى مَنْ تَكِلُنِي؟ إلَى بَعِيدٍ يَتَجَهَّمُنِي أَمْ إلَى عَدُوٍّ مَلَّكْتَهُ أَمْرِي. إِنْ لَمْ يَكُنْ بِكَ غَضَبٌ عَلَيَّ فَلاَ أُبَالِي، وَلَكِنْ عَافِيَتُكَ هِيَ أَوْسَعُ لِي. أَعُوذُ بِنُورِ وَجْهِكَ الَّذِي أَشْرَقَتْ لَهُ الظُّلُمَاتُ وَصَلَحَ عَلَيْهِ أَمْرُ الدُّنْيَا وَاْلآخِرَةِ مِنْ أَنْ تُنْـزِلَ بِي غَضَبَكَ أَوْ يُحِلَّ عَلَيَّ سَخَطُكَ. لَكَ الْعُتْبَى حَتَّى تَرْضَى وَلاَ حَوْلَ وَلاَ قُوَّةَ إِلاَّ بِكَ
“Allahım, güçsüzlüğümü, zaafımı ve insanlar nazarında hakir görülmemi Sana şikayet ediyorum. Ya Erhamerrahimîn! Sen hor ve hakir görülen biçarelerin Rabbisin; benim de Rabbimsin.. beni kime bırakıyorsun?!. Kötü sözlü, kötü yüzlü, uzak kimselere mi; yoksa, işime müdahil düşmana mı? Eğer bana karşı gazabın yoksa, Sen benden razıysan, çektiğim belâ ve mihnetlere hiç aldırmam. Üzerime çöken bu musîbet ve eziyet, şayet Senin gazabından ileri gelmiyorsa, buna gönülden tahammül ederim. Ancak afiyetin arzu edilecek şekilde daha ferah-feza ve daha geniştir. İlâhî, gazabına giriftâr yahud hoşnutsuzluğuna düçâr olmaktan, Senin o zulmetleri parıl parıl parlatan dünya ve ahiret işlerinin medâr-ı salâhı Nûr-u Vechine sığınırım; Sen razı olasıya kadar affını muntazırım! İlâhî, bütün havl ve kuvvet sadece Sen’dedir.” Hâşâ, biz Nebiler Serveri’nin kendi muhasebesini yaparken dile getirdiği bu ifadeleri lazımî manasıyla ele alamayız; bir yönüyle, O’nun kendi hakkındaki sözlerini zikrederken dahi su-i edepte bulunmuş sayılırız. Fakat, O’nun tevazu, mahviyet ve kulluk edebine riayet gibi hasletlerini hesaba katarak meseleye baktığımızda, nefsini yerden yere vurduğunu, meseleyi -hâşâ ve kellâ- kendi yetersizliğine bağladığını ve Cenâb-ı Hakk’ın inayetine, vekâletine, kilâetine sığındığını görürüz. (07:00)
-Rasûl-ü Ekrem Efendimiz, Tâif dönüşü o hazin münacatı karşısında Hazreti Cebrail’in gelip “Ya Muhammed (sallallahu aleyhi ve sellem), istersen dağlar meleği şu dağı Taiflilerin başına geçirsin!” demesi karşısında adeta tir tir titremiş; “Hayır! Bu insanların neslinden yüz yıl sonra bile bir mü’min gelecekse, böyle bir şeyin olmasını istemem!” diye inlemişti. (11:02)
-İnsan gösteriş ve alayiş sayesinde bugün bazı kimselere kendisini alkışlatabilir; fakat, bugün samimiyetsiz alkışlayanlar yarın “Ne kendi etti rahat, ne âleme verdi huzur / Yıkıldı gitti cihândan, dayansın ehl-i kubur” derler. Halbuki insan şu sözlerin hakikatine uygun bir ömür sürmelidir: “Yâdında mı doğduğun günler / Sen ağlardın gülerdi hep âlem / Öyle bir ömür geçir ki, olsun / Mevtin sana hande, halka mâtem.” (Ebu Said Ebu’l-Hayr) (15:44)
-Kur’an-ı Kerim, İnsanlığın İftihar Tablosu’nu (aleyhissalatü vesselam) “üsve-i hasene” olarak nazara vermiştir. Ayet-i kerimede şöyle buyurulmaktadır:
لَقَدْ كَانَ لَكُمْ فِي رَسُولِ اللَّهِ أُسْوَةٌ حَسَنَةٌ لِمَنْ كَانَ يَرْجُو اللَّهَ وَالْيَوْمَ الْآخِرَ وَذَكَرَ اللَّهَ كَثِيراً
“Hakikaten, Allah’ın Rasûlünde sizler için, Allah’a ve âhiret gününe kavuşmayı bekleyenler ve Allah’ı çok zikredenler için en mükemmel bir nümûne vardır (o en güzel örnektir).” (Ahzâb, 33/21) “Üsve-i hasene”, en güzel örnek demektir; “nümûne-i imtisal”, yolunda gidilmeye, kendisine uyulmaya ve adım adım takip edilmeye layık, örnek alınabilecek en mükemmel model manalarına gelir. Kâmil insanların en kâmili İnsanlığın İftihar Tablosu, bu yüce evsafın birinci kahramanıdır. Fakat, o İnsan-ı Kâmil, yapıp ettiği kulluğu hep az buluyordu. İnsanlığın İftihar Tablosu, öyle derin bir kulluk ortaya koymuştu ki, dahası olmaz. Onun, sabahlara kadar ibadet ettiğini gören Hazreti Âişe Validemiz, “Senin hiç günahın yok ki!” manasına “Biz sana aşikâr bir fetih ve zafer ihsan ettik. Bu da Allah’ın, senin geçmiş ve gelecek kusurlarını bağışlaması, sana yaptığı ihsan ve in’amı tamamlaması, seni dosdoğru yola hidâyet etmesi ve sana şanlı şerefli bir zafer vermesi içindir.” (Fetih, 48/1-3) ayetlerini okuyunca, Allah Rasûlü, “Beni onca nimetlerle serfiraz kılan Rabbime çok kulluk yapan, çok şükreden bir kul olmayayım mı?” şeklinde cevap veriyor ve yine kendine yakışan bir tavır sergiliyordu. (17:40)
Soru: Sebe’ Sûresi’nde, Cenâb-ı Hakk’ın Hazreti Davud ve Hazreti Süleyman’a (alâ seyyidinâ ve aleyhimessalâtü vesselam) verdiği büyük nimetlerden hemen sonra Sebe’ halkı ve başlarına gelen sel felaketi anlatılıyor. Bu kıssalar arasındaki münasebet noktalarını ve onlardan alınması gereken mesajları lütfeder misiniz? (20:39)
-Sebe’, Yemen’de yerleşmiş bir kabile adı olup kurucusunun ismiyle anıldığı rivayet edilmektedir. Başkentleri Ma’rib, bugünkü San’a civarında yer alıyordu. Kurdukları üstün medeniyet dillere destan idi. Hazreti Süleyman vesilesiyle mânen de yükselen bu millet, daha sonra şirke ve tefrikaya mâruz kaldı. Rivayetlere göre, (Allahu a’lem) M.Ö. 5. asırda ünlü Ma’rib barajının çöküşü ile bu ülkenin yıldızı da söndü. (21:09)
-Sebe’ Sûresi’nde, Cenâb-ı Allah’ın Hazreti Davud’a ziyade lütuflarda bulunduğu, mesela “Ey dağlar! Ey kuşlar! Onunla beraber tesbih edin, şevke gelip Allah’ın yüceliğini terennüm edin.” buyurulduğu, demirin onun için yumuşatıldığı (ona demiri şekillendirme kudreti verildiği); Hazreti Süleyman’ın emrine de rüzgârın musahhar edildiği, onun istifadesi için, erimiş bakırın kaynağından sel gibi akıtıldığı, cinlerden bazılarının kaleler, havuz büyüklüğünde çanak ve leğenler, sabit kazanlar gibi şeyler yapmak üzere onun önünde çalıştırıldığı ve bütün bunlara mukabil Davud hanedanından şükür gayreti istendiği anlatılıyor. (22:55)
-Cenâb-ı Hak, Sebe’lilere de çok büyük lütuflarda bulunmuştu ama onlar şükretmemiş, aksine küfür ve nankörlüğe düşmüşlerdi. Kur’an onların halini şöyle anlatıyor: Gerçekten Sebe’ halkına, oturdukları diyarda bir ibret dersi vardı. Onların meskenleri sağdan soldan iki bahçe ile çevrili idi. Peygamberleri kendilerine dedi ki: ‘Allah’ın nimetlerinden yiyiniz, içiniz, O’na şükrediniz. Ne hoş bir diyar! Ne iyi, ne müsamahalı ve bağışlayıcı bir Rab!’ Fakat onlar bu dâvete sırtlarını döndüler, Biz de onların üzerlerine kükremiş, hırçın mı hırçın, bendleri yıkan bir sel gönderdik. O güzelim bahçelerini, içinde sadece buruk yemişli, ılgınlık, biraz da dikeni çok, meyvesi az ağaçlardan ibaret bozulmuş bahçelere çevirdik. Biz inkârları ve nankörlükleri sebebiyle onları böylece cezalandırdık. Zaten nankörlükte çok ileri gidenden başkasını cezalandırır mıyız?” (Sebe’ Sûresi, 34/15-17) (26:40)
-Kur’an-ı Kerim’in üslubuna bakılacak olursa, tergîb (teşvik etme, isteklendirme, imrendirme) ile terhîbin (uyarma, tedbir aldırma, uzaklaştırma) her zaman birbirini takip ettiği görülecektir. Uzun surelerde makta’ların (belli bir meseleyi ele alan daha kısa bölümlerin) birisinde imrendirme ve teşvik ihtiva eden bir mevzudan bahsediliyorsa, genellikle öbüründe uyarma, tedbir aldırma ve kötü akıbetten alıkoyma manalarını da barındıran bir konu anlatılmaktadır. Hatta peşi peşine gelen kısa sureler arasında da aynı münasebet söz konusudur; önceki surede özendirme varsa, sonrakinde sakındırma bulunmaktadır. Sebe’ Sûresi’nde de Hazreti Davud ve Hazreti Süleyman (alâ seyyidinâ ve aleyhimessalâtü vesselam) kıssalarıyla şükre ve kulluğa tergîb, Sebe ve Sel hadisesiyle de küfür ve nankörlüğe karşı terhîb vardır. (34:58)
-Hazreti Süleyman’ın ruhunun ufkuna yürümesinde bir ağaç kurdundan, Sebe’nin barajının yıkılmasında da (rivayetlere nazaran) bir fare ya da köstebekten bahsediliyor. Bu meseleyi öncelikle şu hakikat açısından değerlendirmek lazım: Cenâb-ı Hak, çok küçük şeylere, pek büyük işler yaptırmak suretiyle kendi kudret ve azametini gösterir; tenasüb-ü illiyet prensibine göre, o küçük şeylerle bu büyük neticelerin hâsıl olamayacağını işaret buyurur; bir Müsebbibü'l-Esbâb'ın varlığını ruhlara duyurur ve kendi büyüklüğünü ortaya koyar. (37:00)
-Kur’an-ı Kerim’de şöyle buyuruluyor:
فَلَمَّا قَضَيْنَا عَلَيْهِ الْمَوْتَ مَا دَلَّهُمْ عَلٰى مَوْتِهِ إِلاَّ دَابَّةُ اْلأَرْضِ تَأْكُلُ مِنْسَأَتَهُ فَلَمَّا خَرَّ تَبَيَّنَتِ الْجِنُّ أَنْ لَوْ كَانُوا يَعْلَمُونَ الْغَيْبَ مَا لَبِثُوا فِي الْعَذَابِ الْمُهِينِ
“Süleyman’ın ölümüne hükmettiğimiz zaman, onun öldüğünü ancak değneğini yiyen bir ağaç kurdu gösterdi. (Sonunda yere) yıkılınca anlaşıldı ki cinler gaybı bilselerdi o küçük düşürücü azap içinde kalmazlardı.” (Sebe sûresi, 34/14) Her şeyden evvel Kur’ân’ın bu âyeti ile anlatmak istediği, cinlerin gaybı bilmediği gerçeğidir. Cinler gaybı bilmediğine göre, onlardan gaybe dair haber alanlar da gaybı bilmiyorlar ve bilemeyecekler demektir. İkinci bir husus; âyet-i kerimede anlatıldığı gibi hakikaten cinler Hazreti Süleyman’ın (aleyhisselâm) emrinde çalışmışlar mıdır? Bazı modern yorumcular, Kur’ân’da hikâye edilen bu ve benzeri âyetleri, mecaz ve istiareye hamlederek bu türlü ifadelerin hakikat olmadığını iddia etmişlerdir. Bence, Kur’ân’ın anlattığı bu kabîl bütün olaylar, aynen cereyan etmiştir ve hakikatleri muraddır. Şimdi bunlardan alınacak derse gelince, o pek çok derinlikleri olan bir husus olsa gerek.. meselâ, bu âyet ile alâkalı olarak şöyle denilebilir: Kâinat ilâhî irade ile kurulmuş ve yine ilâhî meşîet çizgisinde devam eden âdeta iç içe girmiş bir sistemler mecmuasıdır. Hiçbir sistem ve onunla alâkalı hiçbir harekette tesadüf söz konusu değildir. Şimdi Hazreti Süleyman’ın (aleyhisselâm) dayanmış olduğu asânın kurtlar tarafından yenmesi de hem bir hakikattir hem de tesadüf değildir. İhtimal bununla bize anlatılmak istenen ise, bir gün mutlaka Hazreti Süleyman’ın (aleyhisselâm) da saltanatının dağılacağıdır. Nitekim Hazreti Süleyman’ın vefatını takip eden yıllarda, o saltanat dağılmış, toplum içinde ciddî inşikaklar yaşanmış ve yeniden Hazreti Davud öncesi kaoslara dönülmüştür. Evet hiç beklenmedik bir anda, dağlar cesametindeki saltanatlar bile yerle bir olur, yerinde yeller esmeye başlar.. o saltanata munkad boyunlar da kendilerini yeni bir vetirede bulurlar. (40:55)
-Batılıların bir İslamfobya yaşadıkları gibi bazıları da bir cemaatfobya yaşıyor ve yaşatıyorlar. Ahh keşke bilseler, “cemaat” yapmıyor, “hareket” yapmıyor, “hizmet” yapmıyor, Allah yapıyor. Ama O’na binlerce hamd ü sena olsun ki bu nesl-i cedidi böyle güzel işlerde istihdam buyuruyor. (45:25)
 
                                                         HERKUL
                                                         http://www.herkul.org/index.php/bamteli/bamteli

5 Mayıs 2013 Pazar

GÜL

Gül, gülgiller (Rosaceae) familyasının Rosa cinsinden güzel kokulu bitki türlerine verilen ad.
Anavatanı Anadolu, İran ve Çin'dir ama başka yerlerde de yetişir. Çok güzel ve kıymetlidir. Park ve bahçelerin süslenmesinde kullanıldığı gibi odaları, balkon ve terasları süsler. Kesme çiçekçilikte çok talep edilen bir çiçektir.

 

DIŞ MEKAN (BAHÇE) GÜLLERİNDE BUDAMA

GİRİŞ

Milattan 500 yıl önce Çinliler tarafından kültüre alınan güller, çiçeklerinin kokusu ve güzelliği nedeniyle bahçıvanlar tarafından çiçeklerin kraliçesi olarak kabul edilmektedir. Gül; çok yıllık, çalı formunda, yarı odunsu bir bitkidir. Dikildiği ilk yıldan itibaren çiçeklendiği için güzelliğini hemen gösterir.

Bahçede grup veya tek olarak değerlendirilen çalı tipindeki güllerin yanı sıra; tırmanıcı, sarılıcı, yayılıcı güller pergola, çit, duvar kenarlarında, girişlerde, kapı ve pencere kenarlarında kullanılır. Son yıllarda ülkemizde de bulunabilen minyatür güller tüm yıl boyunca çiçeklenebildiklerinden, iç mekanda kullanılabildiği gibi, dış mekanda grup olarak ta dikilmektedir. Ağaç gülleri ise uzun bir gövde üzerine aşılanmış güllerdir, bahçelerde geniş alanlarda kullanılır.

Bahçe düzenlemesinin en önemli bitkisel materyallerinden olan güller, farklı büyüklükteki saksı ve kaplar içinde özellikle balkonların süslemesinde de yer almaktadır.

Her nerede ve ne amaçla yetiştirilirse yetiştirilsin, güllere uygulanan kültürel işlemler içinde budama, üzerinde en çok konuşulan ve soru sorulan konulardan birisidir. Budama dış mekan güllerinin büyüme ve gelişme özelliklerine göre farklılıklar gösterir. Bu broşürde, dış mekan güllerinin budama şekli ve zamanı hakkında bilgi verilerek, bu alanda amatör veya profesyonel olarak uğraşı verenlere yardımcı olunmaya çalışılmıştır.


BUDAMA

Budanmamış gül bitkisi; çok sayıda yoğun sürgün oluşturur, çiçekleri küçük ve kalitesizdir. Uygun bir budama; verimsiz, yaşlı, hasta, kuru, zarar görmüş dalların çıkartılması ile iyi bir çiçeklenme için birkaç dalın bırakılması işlemidir. Budama size, bahçenize uyan arzu ettiğiniz gül şeklini yaratma fırsatını verir.

Budama ile kuvvetli ve sağlıklı bir bitki gelişimi sağlandığı gibi, bitki içine daha fazla ışık, hava girmesi de sağlanır. Şekil yaratılmasının yanında daha iyi ve kaliteli çiçekler elde edilir. Gülde yapılan her türlü kesme işlemi budama olarak adlandırılır. Budama işlemi dikim aşamasında dikim budaması ile başlar, her yıl yapılan yıllık budamalar ile devam eder.

Güllerde farklı niteliklere sahip fidanlar, üretim materyali olarak kullanılmaktadır. Gül fidanları aşılı-aşısız veya tüplü (topraklı)-tüpsüz (çıplak köklü) fidan olarak sınıflandırılır. Son yıllarda dış mekanda genellikle tüplü fidanlar kullanılmasına karşın çıplak köklü fidanlarda kullanılmaktadır. Dikim budaması özellikle çıplak köklü fidanlarda uygulanır. Aşırı uzun kökler kısaltılır. Kırılmış zarar görmüş kökler kesilir. Ayrıca bu kök sisteminin besleyebileceği ölçüde sürgün bırakılmalıdır. Genelde toprak üstü aksam olarak, 15- 20 cm uzunlukta (üç beş göz içeren) farklı yönlere bakan üç-dört sürgün yeterlidir. Tüplü fidanlarda aşırı uzun sürgünler varsa dikim sırasında bir parça kısaltılır.


GEREKLİ ALET VE EKİPMAN :

Gülün odunsu ve dikenli yapısı nedeniyle bitkiyi kolay, sağlıklı budamak ve budama yapan kişinin de zarar görmemesi için keskin, kaliteli ve temiz aletlere gereksinim vardır.

Odunsu, sert, kalın dalları kesmek için iyi dişli bir testere kullanılmalıdır. Daha ince, yumuşak dallar için kaliteli, keskin bir budama makası, ulaşılması zor olan yerler için ise uzun saplı budama makasları tercih edilmelidir. Bunlara ilave olarak, dikenlerden elleri korumak içinde deri eldivenlerden yararlanılmalıdır. Minyatür (saksı) güllerini budamak için ise, sadece budama makası veya normal bir makasta yeterli olabilmektedir.


BUDAMA ZAMANI :

Bahçe gülleri için en iyi budama zamanı, güllerin dinlenmeye girdiği sonbahar sonu ile kış bitimi arasındaki zamandır. Dinlenmeye giren gülde önce yapraklar azalır, kışı sert olan yerde tamamen dökülür, sürgün ve çiçek faaliyeti durur, bitki kışa dayanabilmek için hayatsal faaliyetlerini en alt düzeye indirir. Budama işlemi gözler uyanmadan, bitki aktif büyümeye başlamadan tamamlanmalıdır. İklimsel faktörler budama zamanını belirleyen temel faktörlerdir. Ilıman kış iklimine sahip olan yerlerde güller erken budanabilir. Erken budanan bitkilerin erken uyanacağı ve soğuklardan zarar görebileceği unutulmamalıdır. İzmir ve çevresinde en iyi budama zamanı Ocak-Şubat aylarıdır. Geç budamalar ise, bitkide su yürümesi ve büyümenin başladığı döneme rastlar ve bu dönemde yapılacak budama bitkide güç kaybına neden olur.


BUDAMADA UYGULANACAK GENEL KURALLAR :

1. Birbirine gölge yapan, birbiriyle rekabet içinde olan dallardan biri alınmalıdır.

2. Kışın soğuktan zarar görmüş dallar sağlıklı dokunun bulunduğu noktanın birkaç cm altından kesilmelidir.

3. Hastalıklı, kuru, zayıf, ince sürgünler bitki üzerinde bırakılmamalıdır.

4. Bitkinin (çalının) orta kısmında daha fazla ışık ve hava girmesi için, ortada bulunan dallar dipten çıkartılmalıdır.

5. Bu şekilde kesim ile çalıya bir vazo görünümü de sağlanmış olur. Vazo şekli hastalıkları önleme açısından da yararlıdır.

6. Yaşlı bir dalın ucunda bir en fazla iki adet tek yıllık sürgün 2-3 göz üzerinden budanarak bırakılmalıdır.

7. Uç kısımda yaşlı dal ile tek yıllık sürgünün birleştiği yerde çatal oluşturulmamalı, yaşlı kısım birleşme yerinden tırnak bırakılmadan kesilmelidir (Şekil 1).
Name:  sekil1.gif
Views: 76928
Size:  8.3 KB
8. Bırakılan dal ve sürgünlerin yönleri gözler geliştiğinde birbiriyle karşılaşmayacak doğrultuda olmasına özen gösterilmelidir.

9. Kesilen sürgünün iç rengi beyaz olmalı, eğer kahverengi veya siyah ise kesim beyaz renge ulaşılan noktanın altından yapılmalıdır.

10. Aşılı güllerde aşı noktasının altından gelen dip sürgünleri dipten kesilmelidir.

KESİM İŞLEMİ

Kesimler gözün 5- 6 mm üzerinden 30-45º derecelik açı ile düzgün bir şekilde yapılmalıdır. Kesim gözün ters yönünde olmalı, göz üzerinde 5-6 (mm) milimetreden büyük dal parçası (tırnak) bırakılmamalıdır (Şekil 2).
Name:  sekil2.gif
Views: 76780
Size:  8.9 KB
Büyük dal parçası kısa sürede canlılığını yitirir (ölür), hastalıklara ve zararlılara barınak oluşturur.

Kesim yapılacak yerdeki gözün yönüne de dikkat edilmelidir. Göz çalının orta kısmına doğru bakmamalı, dışarıya doğru yönelik olmalıdır. Genelde sürgünün en üstündeki göz uyanarak yeni sürgünü oluşturacağı için gözün yönü önemlidir.

Kesim sırasında makasın kesim yapan ince kısmı aşağıda, bir başka deyişle bitki tarafında olacak şekilde tutulmalıdır. Aksi tutuş durumunda kesim düzgün olmaz yüzey zedelenir, parça (tırnak) kalır. Bu durumda bir kez daha kesim yapılarak yüzey düzeltilmelidir.

Budamanın Yapılışı :

Güller dikimden sonra birinci yıldan itibaren budanmaya gereksinim duyar. Eğer budama yapılmaz ise bitki boyu yükselir, çalı şeklini kaybeder, önce çiçek sayısı artar daha sonra hızla azalır, kalitesiz küçük çiçekler oluşur.

Bitki dinlenmeye girdiğinde bitkinin üst dallarında oluşan besin maddeleri köke ve yaşlı odunsu kısma doğru taşınmaya başlar. Budama ile ne kadar çok göz uzaklaştırılır ise, bitki üzerinde bırakılan gözlere o kadar fazla enerji kalacak, böylece daha kuvvetli sürgün gelişmesi ve çiçeklenme sağlanacaktır.

Bahçe gülleri genellikle üç temel şekilde; sert, orta, hafif olarak budanır.

Sert Budama : Bitki 15- 25 cm boyda üç dört sürgün kalacak şekilde budanır. Fazla dallar çıkartılır. Sert budama sonucu, az sayıda gösterişli çiçek oluşur. Zayıf bitkileri kuvvetli gelişmeye yöneltmek için sert budamaya gerek vardır (Şekil 3).
Name:  sekil3.gif
Views: 78353
Size:  14.6 KB

Orta Budama : Bitki üzerinde beş ile on adet sürgün bırakılır, bitkinin yerden yüksekliği 45-60 (cm) santimetredir. Orta şiddette budama birçok bahçe gülü için uygun olan bir yöntemdir, sert budamaya göre daha çok sayıda ancak daha küçük çiçekler meydana gelir (Şekil 4).
Name:  sekil4.gif
Views: 76968
Size:  16.5 KB

Hafif budama : Tek yıllık sürgünler sadece uzunluğunun üçte biri kadar kesilir. Bu tarz budama kısa saplı güller demektir. Genellikle dikimden sonraki ilk yılda uygulanması önerilir.

Budama yapacak kişi öncelikle gül çalısını yakından incelemeli bitkinin gelişme kuvvetini saptamaya çalışmalıdır. Daha sonra budamada uygulanacak genel kurallarda belirtildiği üzere şekli bozan, hasta, kuru ve fazla dallar çıkartılmalı, dipten kesilmelidir. Bir sonraki aşamada uygulanacak budama yöntemine göre yine fazlalık gösteren sürgünler alınmalı, önümüzdeki yıl çiçekleri ve bitkiyi oluşturacak dallar budama yönteminde belirtilen yükseklikte kesilmelidir. Kesme işlemi daha önce verilen bilgiler doğrultusunda yapılmalıdır. Budama bittiğinde bitki vazo görünümünü almalı, yeni sürgünler tek yıllık sürgünlerden daha kolay meydana geldiğinden bırakılan dalların tek yıllık sürgünlerden olmasına veya yaşlı dalın ucunda tek yıllık sürgünlerin bulunmasına özen gösterilmelidir.

Gül bitkisinin yaşlı kısımlarında bulunan uyur gözler gerektiğinde sürerek sürgün oluşturabilme yeteneğindedir. Bu nedenle yukarıda anlatılan yöntemlerin dışında kışı çok sert geçen yerlerde bitki 10- 15 cm yüksekten kesilerek toprakla örtülür ve kışı zarar görmeden geçirmesi sağlanır. Bahar aylarında yeni sürgünler toprak altında kalan yaşlı kısımdan meydana gelir. Diğer bir uygulama da, bitki kışı geçirdikten sonra soğuktan zarar gören dallar budama şekli gözetilmeksizin sağlıklı dokuya ulaşıncaya kadar (yaşlı kısımda olsa) kısaltılır. Burada önemli olan bitkiyi kurtarabilmektedir.


TIRMANICI-SARILICI GÜLLERİN BUDANMASI

Tırmanıcı güller dikimden sonra 2-3 yıl budanmaz. Yalnız cansız, hastalıklı, kuru dallar varsa onlar kesilir.

Sürekli çiçeklenen, kuvvetli melez tırmanıcı güller yine dinlenme döneminde budanır. Yaşlı olan, çiçeklenmiş dallar çıkarılır, 4-5 kuvvetli sürgün bırakılır, bunlar bağlanır. Çok uzun olan sürgünler çiçeklenmeyi teşvik etmek için kısaltılır.


MİNYATÜR (SAKSI) GÜLLERİNİN BUDANMASI

Çok az bir budamaya gereksinim duyarlar. Şekli bozan, uzayan, sıkışıklık yaratan sürgünler alınır. Dipten gelen sürgünler uzunluğunun yarısından budanır. Çiçek geçtikten sonra yeni sürgünler oluşturacak göz üzerinden budanmalıdır.


AÇAN ÇİÇEKLERİN ALINMASI

Bahçe güllerinde yapılan önemli yanlışlardan birisi de açmış, geçmiş, solmuş çiçeklerin bitki üzerinde bırakılmasıdır. Bu şekilde uygulama, yeni çiçeklerin oluşumunu engellediği gibi bitkinin kuvvetinin de azalmasına neden olur. Bu nedenle açmış, solmaya başlayan çiçek, çiçek sapı alt kısmında iki adet beş parçalı yaprak bırakılarak kesilmelidir. Bu işlemde temel olarak yıl içinde yapılan bir budamadır.


SONUÇ

Budama, kişiden kişiye farklılık gösteren bir işlemdir. Bu konuda uzman olan kişiler farklı görüşlere sahip olup, değişik uygulamalar yapabilir. Önemli olan budamada uygulanacak genel kurallar çerçevesinde budama işlemini gerçekleştirmektir. Özellikle ilk yılarda sert kesimlerden mümkün olduğunca kaçınarak, orta şiddette budama yöntemi tercih edilmelidir. Genelde yaşlanan ve zayıf bitkilerde gençleştirme için sert kesimlere başvurulmalıdır. Zaman içinde kazanılacak tecrübelerle kişinin, güllerine uyan budama yöntemini geliştirmesi, yaptığı işten keyif almasını sağlayan en doğru uygulamadır.

Bahçe ile uğraşmanın en önemli yararı, kişileri günlük hayatın sıkıntılarından kurtarması, onları mutlu etmesidir.


Prof.Dr. Ercan ÖZZAMBAK

E.Ü. Ziraat Fakültesi, Bahçe Bitkileri Bölümü

PAŞA KILICI

Kılıç çiçeği ya da Peygamber kılıcı olarak da bilinir. Yapraklarının güzelliği için tercih edilir genelde. Yapraklarının yukarı doğru kılıç gibi uzamasından dolayı bu isim verilmiştir. Bodur cinslerinin boyu pek fazla uzamaz. Anavatanı Afrika'dır.
İç mekanlarda oksijen bakımından oldukça iyi bir bitkidir. Özellikle kapalı alanlar için idealdir. Çünkü ortama bol miktarda oksijen verir. Dekorasyon amacı ile yetiştirilir.
Direk olarak güneş ışığını severler ancak kapalı ortamlarda da rahatlıkla yetişebilen bir bitkidir. Işık ve su eksikliği bitkiye çok fazla zarar vermez.
Bitki ve su depolayan bir bitki olduğu için; toprağı yarı yere kadar kurumadıkça su vermeniz iyi olmaz. Kışın ise sulamasını iyice azaltmanız iyi olacaktır.
Bitkinin gelişimi için çok fazla büyük saksıya gereksinim duyulmaz. Ancak her yıl bir numara büyük saksı değişimi iyi olacaktır. Yaz aylarında bitkinin gelişimi oldukça ileri düzeydedir. Bir bitkiden 5 ya da 10 tane daha geliştiğine şahit olabilirsiniz. Her nisan ayında ayırma yapmanız gerekecek. Aksi halde her yaz bitki saksısına sığmayacak ve aşırı gelişecektir. Derin ve genelde topraktan yapılmış saksı iyi bir seçim olur. Toprak saksı bitkinin havalanmasını sağlar.
Bitki için bahçe toprağı uygundur. Köklerin havasız kalmaması için 4 te 1 oranında ponza taşı kullanılması iyi olacaktır. Şu karışım iyi bir karışım olabilir:
2 ölçü ponza taşı + 1 ölçü perlit + 5 ölçü toprak + (kuvvetsiz toprak kullanırsanız, ayrıca 2 ölçü sığır gübresi)
İki yıl boyunca aynı toprakta yetişen bitkiye besin takviyesi yapılabilir. Ancak her yıl toprağını değiştirmeniz bence daha iyi olacaktır.
Paşa kılıcını kök sürgünlerinden kolayca çoğaltabilirsiniz.
Kök çürümesi: Genelde kış sonunda rizom kökte değil ince köklerde görülür. Sebebi, ya toprağın havasız kalmasıdır, ya çok sulamaktır ya da kışın hiç sulamamaktır. Önemli bir zararı yoktur. Havalar ısındıkça yeni kökler çıkarır. Yazın kökler çürümüşse sebebi toprağının hem havasız kalmış hem fazla sulanmış olmasıdır. Söküp çürüklerden arındırın, iyice yıkayın, kurulayın, iki gün açıkta bırakıp kurutun, sonraki gün havadarlığı ponza taşı ve perlit ile arttırılmış toprağa dikin ve yarı güneşli bir yerde tutun. Rizom kök de çürümüşse sağlam kalan yapraklardan yaprak çeliği ile yeni paşa kılıcı yetiştirebilirsiniz.

Kılıç çiçeği ya da Peygamber kılıcı olarak da bilinir. Yapraklarının güzelliği için tercih edilir genelde. Yapraklarının yukarı doğru kılıç gibi uzamasından dolayı bu isim verilmiştir. Bodur cinslerinin boyu pek fazla uzamaz. Anavatanı Afrika'dır.
İç mekanlarda oksijen bakımından oldukça iyi bir bitkidir. Özellikle kapalı alanlar için idealdir. Çünkü ortama bol miktarda oksijen verir. Dekorasyon amacı ile yetiştirilir.
Direk olarak güneş ışığını severler ancak kapalı ortamlarda da rahatlıkla yetişebilen bir bitkidir. Işık ve su eksikliği bitkiye çok fazla zarar vermez.
Bitki ve su depolayan bir bitki olduğu için; toprağı yarı yere kadar kurumadıkça su vermeniz iyi olmaz. Kışın ise sulamasını iyice azaltmanız iyi olacaktır.
Bitkinin gelişimi için çok fazla büyük saksıya gereksinim duyulmaz. Ancak her yıl bir numara büyük saksı değişimi iyi olacaktır. Yaz aylarında bitkinin gelişimi oldukça ileri düzeydedir. Bir bitkiden 5 ya da 10 tane daha geliştiğine şahit olabilirsiniz. Her nisan ayında ayırma yapmanız gerekecek. Aksi halde her yaz bitki saksısına sığmayacak ve aşırı gelişecektir. Derin ve genelde topraktan yapılmış saksı iyi bir seçim olur. Toprak saksı bitkinin havalanmasını sağlar.
Bitki için bahçe toprağı uygundur. Köklerin havasız kalmaması için 4 te 1 oranında ponza taşı kullanılması iyi olacaktır. Şu karışım iyi bir karışım olabilir:
2 ölçü ponza taşı + 1 ölçü perlit + 5 ölçü toprak + (kuvvetsiz toprak kullanırsanız, ayrıca 2 ölçü sığır gübresi)
İki yıl boyunca aynı toprakta yetişen bitkiye besin takviyesi yapılabilir. Ancak her yıl toprağını değiştirmeniz bence daha iyi olacaktır.
Paşa kılıcını kök sürgünlerinden kolayca çoğaltabilirsiniz.
Kök çürümesi: Genelde kış sonunda rizom kökte değil ince köklerde görülür. Sebebi, ya toprağın havasız kalmasıdır, ya çok sulamaktır ya da kışın hiç sulamamaktır. Önemli bir zararı yoktur. Havalar ısındıkça yeni kökler çıkarır. Yazın kökler çürümüşse sebebi toprağının hem havasız kalmış hem fazla sulanmış olmasıdır. Söküp çürüklerden arındırın, iyice yıkayın, kurulayın, iki gün açıkta bırakıp kurutun, sonraki gün havadarlığı ponza taşı ve perlit ile arttırılmış toprağa dikin ve yarı güneşli bir yerde tutun. Rizom kök de çürümüşse sağlam kalan yapraklardan yaprak çeliği ile yeni paşa kılıcı yetiştirebilirsiniz.

YÜZÜK

Yüzük, çoğu zaman süs eşyası olarak yararlanılan ya da nişan, evlilik gibi kurumların simgesi olarak parmağa takılan madenî halkadır. Varlıkları tarih öncesi çağlara dayanan yüzüğün ilk örnekleri Tunç Çağı'nde görülür. Bunlar çok kaba biçimde yapılmış çemberlerdir. Ancak Girit ve- Miken uygarlıklarında (MÖ. 1800) ince bir işçilikle süslenmiş yüzükler yapılmaya başlanmıştır. Böylece yüzük değerli bir süs eşyası olarak yavaş yavaş yer edinmeye başlamıştır.
Eski çağlarda yüzük genellikle altından, kimi zamanda o çağlarda çok değerli bir maden olarak kabul edilen demirden yapılırdı. Bu dönemlerde üzerlerinde mühürler bulunan yüzükler çok yaygındı. Bunlar papirüs ya da parşömen üzerine yazılmış belgeleri damgalamak için kullanılırdı. Ayrıca yüzüğün, takan kişiler için egemenlik ve gücü yansıtan simgesel bir önemi vardı.
Bir cam yüzük. İtalya'nın Murano adasında cam işlemeciliği sanatı yaygındır. Burada camdan yüzükler ve diğer takılar da yapılmaktadır.
Antik Yunanistan'da ise yüzük bir süs eşyası olmaktan çok sınıf farklarını belirten bir araç hâline gelmiştir. Yunan yüzük işçiliği basit olmasına karşın, Romalıların yaptığı yüzüklerde zengin bir çeşitlilik ve ince bir işçilik göze çarpar. Üzerlerinde çok değerli motifler bulunan ve zevkle işlenmiş olan bu yüzükler çok değerlidir. Yüzüklerin nişan ve evlilik simgesi olarak kullanılması da Romalılar döneminden kalma bir gelenektir. Roma devrinde senatörlerin kullandıkları yüzükler İ.S. birinici yüzyılda özgür kişilerin kullandıkları birer simge olmuştur.
Orta Çağ'a gelindiğindeyse yüzük işçiliği çok büyük değişmeler göstermiş, farklılığa ve kullanılan renklerin uyum içinde olmasına büyük önem verilmiştir. Yüzüklerin üzeri değerli taşlar ile işlenmiş, her taş değişik bir anlam ifâde etmiştir. Mühürlü yüzükler Ortaçağ'da da oldukça yaygınlık ve çeşitlilik kazanmıştır. Gösterişin ve zenginliğin ölçüsü olarak değerlendirilmiştir.
Rönesans ile gelen yeni sanat akımları yüzük işçiliğini de etkilemiştir. Venedik, Floransa ve Roma gibi kentler yüzük işçiliğinin merkezi durumuna gelmilerdir. Bu çağlarda da yüzükler Cellini gibi ustalar tarafından çok değerli taşlar işlenmiştir. XV. yüzyılda her parmağa bir yüzük takması âdet hâline gelirken zamanla bir ya da iki parmağa takılır hâle gelmiştir.
Barok çağda üstleri çiçek motifleri ile süslü yüzükler moda olmuş XVIII. yüzyılda ise markiz adlı uzun yüzükler ortaya çıkmış, değerli ve mineler ile süslü ince bir işçilikle hazırlanmış yüzükler yayılmıştır. Fransız Devrimi'nden sonra yüzük işçiliği gerilemiş ve daha az ayrıntı içeren yüzükler kabul görmeye başlamıştır.