30 Nisan 2013 Salı

TIRNAK

Tırnak insanda ve birçok omurgalı hayvanda parmak uçlarının dış bölümünü örten boynuzsu tabakadır. Sağlıklı bir insan vücudunda yer alan 20 parmağın her birinin ucunda yer alması gerekir. Tırnaklar keratin adı verilen sertleşmiş proteinden oluşur. Tırnağın başlangıç kısmında deri ile birleştiği alanda bulunan yarımay şeklindeki beyaz şekle lunula adı verilir. Toynaklılar (çift toynaklılar ile tek toynaklılar) grubundan memeli hayvanların tırnağına toynak denir.
İnsanlarda tırnaklar günde ortalama olarak 0,1 milimetre uzar. (100 günde 1 cm) El tırnaklarının uzayıp tamamen yenilenmesi 4-6 ay, ayak tırnaklarının ise 12-18 ay sürer. Tırnakların büyüme süresi kişiden kişiye, yaşa, mevsime, özel bakıma ve kalıtsal özelliklere göre farklılık gösterir. Tırnaklar da tıpkı deri gibi kuruyabilir ve hastalıklar kapabilir. Tırnak yeme huyu ise kişide birçok önemli hastalığın başlamasına sebep olabilir. Tırnak yemeye sebep olan faktörler aşırı gerginlik, sıkıntı ve açlıktır.
Tırnağın kültürdeki etkisi oldukça büyüktür. Batı kültüründe uzun tırnak kadınlığın simgesi olarak kabul görür. Bazı Asya ülkelerinde erkeklerin de tüm tırnaklarını ya da serçe parmak tırnağını uzattıkları görülse de bu tutum bir çok batı ülkesinde burun karıştırma ya da kokain kulanma ile ilişkilendirildiğinden hoş karşılanmamaktadır. Bununla birlikte birçok gitar sanatçısı tırnak uzatır. Tırnakları boyama geleneği günümüzden 5000 yıl öncesine kadar gider.
Tırnaklar hakkında yanlış bilinen bir söylenti de tırnakların kişinin ölümünden sonra birkaç gün büyümeye devam ettiği inancıdır. Fakat bunun asıl sebebi ölü bedenin gün geçtikçe su kaybetmesi sonucu derinin büzülerek geri çekilmesi sonucu tırnakların daha belirgin hale gelmesidir.

Bazı Tırnak Hastalıkları

Hastalıklı bir ayak tırnağı
Tırnak batması: Tırnak şeklinin müsait olması ya da dar ayakkabı giyilmesi sonucunda gelişebilir. Basit tırnak çekimi ile genellikle düzelme görülmez. Tırnak yatağının onarılması gerekebilir.
Kanca tırnak: Tırnak şeklinin uca doğru kıvrılması ile gelişir. Zamanla tırnağın uç kısmı tam kapanıncaya kadar kıvrılabilir. Tırnak kesmek zorlaşır. Kemiğe baskı yaptığı için ağrıya neden olur, yürümeyi zorlaştırır. Tırnak yatağının düzetilme operasyonu ile düzelme sağlanır. Kanca tırnakta da tırnağın daha kıvrık çıkmasına yol açacağı için tırnağın çekilmesi önerilmemektedir.
Bir sığır tırnağının histolojik görüntüsü. Canlı doku (corium ungulae) ile sert tırnak (capsula ungulae) sınırından alınmıştır.
Tırnak İltihabı: Dolama ya da panariş denilen hastalık tırnak deri sınırından ya da deriden herhangi bir şekilde (diken batması, yaralanma vs.) iltihap kapması durumudur. Parmağın o bölgesinde üreyerek çoğalan mikroplar apse benzeri bir duruma sebep olurlar parmak şişer ve basınç artar; bunun sonucunda dayanılmaz şiddette ağrı olur.

KUTSALA SAYGI

29 Nisan 2013. | KIRIK TESTI
Soru: Dine ve mukaddes değerlere yapılan hakaret ve saygısızlıklar karşısında mü’mince duruş ve tavır nasıl olmalıdır?
Cevap: İnsanın, şahsına karşı yapılan hakaret ve saygısızlıklar karşısında dişini sıkıp sabretmesi, elden geldiğince mukabelede bulunmaması; başına atılan taşları dahi atmosfere çarpıp eriyen meteorlar gibi müsamaha atmosferi içinde eritip yok etmesi dinimizde çok önemli bir fazilet olarak görülmüştür. Ne var ki, “Allah hakkı”, “Peygamber hakkı”, “Kur’ân hakkı” dediğimiz öyle haklar vardır ki, bu haklara karşı hakaret ve saygısızlık irtikâp edildiğinde, bu mesele şahsî bir mesele olmadığından dolayı ferdin bu mevzuda affetme yetkisi yoktur. Mü’min böyle bir durum karşısında, onları görmezlikten gelemez, sineye çekemez, tepkisiz kalamaz. Ancak her işte olduğu gibi bu meselede de o, hep kendine yaraşır ve yakışır şekilde hareket eder, Müslüman karakterinin gereklerini yerine getirir, tepkisini mü’mince ortaya koyar, üslûbunu namusu bilir ve asla ondan taviz vermez.
Saygı Görmek İsteyen Saygılı Olmalı
Maalesef günümüzde çok farklı dengesizliklerle karşı karşıya kalıyoruz. Her gün kin, nefret ve gayz kaynaklı pek çok hâdise vuku buluyor. Sağdan, soldan, alttan, üstten gelen bir sürü yakışıksız söz, yakışıksız tavır var. Bazen bir yerde tali’siz bir hâdise meydana geliyor. Henüz bu hâdiseyi kimin yaptığı ortaya çıkmadan birisi kalkıyor -korkunç bir kin ve nefretle- “Bütün Müslümanları öldürmek lâzım.” diyor. Bir başkası kalkıyor ve o da farklı bir hakarette bulunuyor. Başka bir yerde ise afişler asılarak insanlar tahrik ediliyor. Ne var ki bunca karmaşa içinde şu düşünülmüyor; Zât-ı Ulûhiyet’e, O’nun esmâ ve sıfatlarına, peygamberlere, melâike-i kirama dil uzatan biri, bu değerlerle irtibatı olan bütün insanlara dil uzatmış, onları rencide etmiş olur. Hatta öldükten sonra dirilme ve uhrevî saadet gibi kutsala ait bazı hususlara ilişilmesi sadece İslâm dünyasını değil, diğer din mensuplarını da rahatsız eder. Zira özü itibarıyla, inanca dair bu tür meseleler başka dinler tarafından da kabul edilmektedir. Bu açıdan, dünyada bir buçuk milyara yakın Müslüman’ın yanında, ahiret inancına sahip diğer din mensuplarını da işin içine dâhil ettiğiniz zaman, toplam sayının dört-beş milyar insana ulaştığı görülür. Şimdi dört-beş milyar insanın saygı duyduğu, değer atfettiği, sinelerinde önemli bir yer verdiği bir kutsala karşı, birisi kalkar da nâsezâ, nâbecâ sözler söyler ve saygısızca davranışlarda bulunursa, bir yönüyle beş milyar insana saygısızca dil uzatmış, hakarette bulunmuş olur. Dolayısıyla böyle birinin, kendisine dil uzatılması ve hakaret edilmesini de göze alması gerekir. Evet, bir insan, dört-beş milyar insanın kutsalıyla oynamak suretiyle onlara mızrak saplıyorsa, kendisine batırılan iğneden de rahatsızlık duymamalıdır. Zira kim olursa olsun, siz bir başkasını tahkir ettiğinizde kendinize karşı ondaki tahkir duygusunu tetiklemiş; onun konumuna saygılı davrandığınızda ise onda kendinize karşı saygı hissini harekete geçirmiş olursunuz.
Hem zaten, bir insanın ehli olmadığı bir alanla alâkalı ulu orta söz söylemesi kesinlikle doğru değildir. Mesela hiç felsefe okumamış bir insan, kalkıp bir felsefî ekolü tenkit etse, yerden yere vursa hem kendini gülünç duruma düşürür, hem de ilme ve ilmî usullere karşı saygısızlık irtikâp etmiş olur. Belki siz, temelde Kur’ân’ın sabit disiplinleriyle test edilmemiş felsefî bilgilerin çoğuna düşüncenin falsosu nazarıyla bakabilirsiniz. Fakat siz hiçbir felsefe kitabı okumadığınız ve en azından tenkit ettiğiniz o felsefî ekolle alakalı herhangi bir tetkik ve araştırma gayreti ortaya koymadığınız hâlde, kalkıp o felsefî akımla alakalı hakarete varan sorgulayıcı bir tavır içine girerseniz, sadece kendinizi gülünç duruma düşürmüş olursunuz. Aynı şekilde musikîyle hiçbir alâkası olmayan bir insanın, kalkıp makamlar hakkında ileri geri konuşması, âdeta bir musikişinas gibi yorum yapması da böyle gülünç bir durumdur. Keza gazetecilikle ilgisi olmayan bir insan, kalkar da bu alanla ilgili ahkâm keser bir tavır içinde yorumlarda bulunursa hem gazetecilik ruhuna hem de o meslek sahiplerine saygısızlık yapmış olur. Kaldı ki, sayılan bu hususlar, belli bir gayret ve çalışma sonucunda, birçok insanın uzmanlaşıp başarabileceği türden işlerdir.
Fakat bugün bakıyorsunuz, Kur’ân ve Sünnet’i bilmeyen, cihan tarihinde değişik inkılâplara imza atmış ve aynı zamanda beşinci asra gelinceye kadar geniş bir coğrafyada baş döndürücü bir rönesans yaşanmasına vesile olmuş bir dinden haberi olmayan bir insan, hakarete varan ifadelerle o din ve o dinin müntesipleri hakkında ulu orta konuşuyor, sonra da bunun adına “düşünce ve ifade özgürlüğü” diyor. Hâlbuki uzmanlaşmanın öne çıktığı günümüzde, bir insanın uzmanı olmadığı bir alanda ulu orta konuşması hem o alana hem kendisine hem de selim akla, selim mantığa, selim muhakemeye ve selim vicdana yapılmış bir saygısızlıktır. Böyle bir saygısızlıkta bulunan kişinin, neticede bir kısım heyecan insanları tarafından maruz kalacağı mukabele karşısında da “of”, “puf” etmemesi, ileri geri konuşmaması gerekir. Zira başlangıçta yakışıksız söz, yakışıksız tavır sergileyen kendisidir. Saygısızlıkta bulunduğu insanlar ise dört-beş milyara ulaşan çok geniş bir topluluktur. Bu ölçüde geniş bir toplulukta ise hisleriyle hareket edecek bir kısım heyecan insanlarının bulunması her zaman ihtimal dahilindedir.
Eviniz Kristalden İse…
Öte yandan inanan gönüller olarak bizim de söz, tavır ve davranışlarımızda her zaman çok hassas olmamız, bir söz söylemeden önce bu sözün nasıl geriye dönebileceğini çok iyi hesap etmemiz ve kalbimizin en mahrem noktasına ait hususları hemen dile dökmememiz gerekir. Evet, ağızdan çıkan sözlerin, art niyetli bazı kimselerce farklı yönlere çekilebileceği hiçbir zaman unutulmamalı ve hep muhatapların hisleri hesaba katılarak konuşulmalıdır. Zira eviniz kristalden ise başkasının evine zarar verebilecek hiçbir nesne atmamalısınız. Yoksa kendi elinizle kendi binanızın tahrip edilmesine sebebiyet vermiş olursunuz.
Kur’ân-ı Kerim’de bu hususa, şu ifadelerle dikkat çekilir:
وَلاَ تَسُبُّوا الَّذِينَ يَدْعُونَ مِنْ دُونِ اللهِ فَيَسُبُّوا اللهَ عَدْوًا بِغَيْرِ عِلْمٍ
“Onların Allah’tan başka yalvardıkları tanrılarına hakaret etmeyin ki, onlar da cahillik ederek hadlerini aşıp Allah’a hakarette bulunmasınlar.” (En’âm Sûresi, 6/108) Evet, eğer siz başkalarının Lat’ına, Menat’ına, Uzza’sına, İsaf’ına, Naile’sine söverseniz, onlar da sizin Kutsal’ınıza sövmeye başlar. Hâlbuki ne Kitap’ta ne Sünnet’te ne de selef-i sâlihînin içtihatlarında putperestlerin taptıkları putlara sövülmesi gerektiğine dair bir emir veya tavsiye yer almamaktadır. Siz her zaman doğruyu ifade edersiniz; tevhidi dile getirir, sürekli onu seslendirirsiniz; bu ayrı bir meseledir. Fakat bir mü’minin, kendi nazarında zatî kıymet ve değeri olmayan şeyleri yerin dibine batırma gibi bir sorumluluğu yoktur. Bu açıdan keşke hep Kur’ân ve Sünnet’in kıstaslarına göre diyeceklerimizi desek, yazacaklarımızı yazsak ve yapacaklarımızı yapsak! Zira hissî boşluklarda ortaya çıkan bazı tavır ve davranışların değerlerimiz adına geriye dönüşü çok ağır olabiliyor.
Hatırlanacağı üzere yakın bir tarihte bir yerde Yüce Kitabımız Kur’ân-ı Kerim’e bir hakaret oldu. Bunun akabinde hemen başka bir yerde kiliselere saldırıldı, binalar tahrip edildi. Elbette ki, Kur’ân’a hücum bir kendini bilmezlik ve densizliğin ifadesidir. Fakat böyle bir küstahlığa tepki olarak da kiliseleri tahrip gibi bir yolun seçilmesi başka bir dengesizliğin ifadesidir.
Bu sebepledir ki, kim olursa olsun, bir insanın başkalarını rencide ve tahrik edecek tavır ve davranışlara başvurmadan önce, bunun nasıl geriye döneceğini çok iyi hesap etmesi ve ondan sonra diyeceklerini demesi, yapacaklarını yapması gerekmektedir. Saygısızlığa maruz kalan insanlar tepkilerini hep müspet çizgide ortaya koymalı, ilmî, hukukî yolları kullanarak çirkinlikleri izale yolunu tercih etmeli, karakterlerinden asla fedakârlıkta bulunmamalı ve üslûpta hataya düşmemelidirler. Evet, medenî bir insan tavrıyla bu tür saldırılar nasıl savılacaksa, öyle savmaya çalışılmalıdır. Yoksa daha sonra ah u vah etmenin bir faydası olmaz.
Ne kadar isterdim, kutsala saygı mevzuunda keşke uluslararası bir mutabakat sağlanabilseydi! Bu hususta bazı mercilere sesimi duyurmaya çalıştım, ama galiba derdimi tam olarak anlatamadım. Günümüz dünyasında düşünce ve ifade hürriyeti, üzerinde çok durulan önemli kavramlar. Fakat maalesef dine, diyanete, kutsala hakaret etme ve sövme bazı kesimlerce düşünce ve ifade hürriyeti olarak görülürken başka sahalar için bu türlü çirkin söz ve beyanlar düşünce ve ifade hürriyeti olarak görülmüyor, aksine nefret suçu olarak kabul ediliyor. Esasen yeryüzünde emniyet ve güvenin temsilcisi olan hakikî bir mü’min, hiçbir zaman durduk yere başkasının aleyhinde söz söylemez, hele tahkir ve tezyife girme niyeti içinde hiçbir zaman olmaz, olmamalıdır. Ne var ki, düşünce ve ifade hürriyeti adına bazı alanlarda gezme ve dolaşmanın serbest bırakılıp, bazı alanlarda yasaklanması apaçık bir çifte standart, bir tersliktir. Bunun da inanan gönülleri derinden derine rencide ettiği bir gerçektir.
Hâsılı, bugün, kutsala saygı düşüncesinin bütün insanlığa mal edilmesine ve insanlık adına herkeste bu duygunun uyarılmasına ciddî ihtiyaç var. Bu mesele, artık bütün milletlerin iştirak ettiği uluslararası kuruluşlar tarafından, üzerinde idare-i kelamda bulunmaya meydan verilmeyecek şekilde bir esasa bağlanmalı ve bu konuda söz kesen belli disiplinler vaz’ edilmelidir. Keşke bütün insanlık bu konuda anlaşabilse! Keşke herkes haddini bilse! Zira barış içinde birlikte yaşamanın önemli bir unsuru olan başkasının kutsalına saygı prensibine riayet edilmediği takdirde, küçülen ve büzüşen günümüz dünyasında bu tür saygısızlıklardan kaynaklanan meseleler daha korkunç ve daha büyük problemler hâlinde kendini gösterecektir.

                                                                                        HERKUL.ORG
                                                     
                                                         http://www.herkul.org/index.php/krk-testi/kirik-testi

26 Nisan 2013 Cuma

ÜÇGEN GALAKSİSİ

Üçgen Gökadası, (ayrıca Messier 33, Triangulum Galaxy veya NGC 598 olarak da bilinir) yaklaşık 3 milyon ışık yılı uzaklıkta, Üçgen takımyıldızında bulunan sarmal gökada. Gökada, bazı amatör gökbilim kaynaklarında[7], ve internet sitelerinde[8] Fırıldak Gökadası (Pinwheel Galaxy) olarak gösterilmektedir. Ancak, profesyonel gökbilim veritabanı SIMBAD Astronomical Database, Fırıldak Gökadasını Messier 101 olarak gösterir [9] ve başka amatör gökbilim kaynakları, internet siteleri de yine Messier 101 olarak göstermektedirler.[2][10] Samanyolu ve Andromeda gökadası'nı da içeren Yerel Grub'un üçüncü büyük gökadasıdır. Ayrıca kütleçekimsel etkiyle Andromeda gökadası'nın etkisi altında bir uydu da olabilir. Yerel Grub'un küçük bir üyesi olan Cüce balıklar (LGS 3), büyük olasılıkla Üçgen Gökadası'nın bir uydusudur.

Üçgen Gökadası, iyi koşullar altında çıplak gözle görünebilir. Belirsiz ve uzak gökada Messier 81 sadece çok deneyimli gözlemciler tarafından çıplak gözle görünürken, M33 çoğunlukla yardım olmadan görünebilen en uzak nesnedir.[7] Yine de, bazı amatör gözlemciler yakın ve parlak açık küme NGC 752 tarafından yanıltılabilirler.
Üçgen Gökadası muhtemelen Giovanni Batista Hodierna tarafından 1654 yılından önce açık küme NGC 752 ile birlikte keşfedilmiştir. Charles Messier, 25 Ağustos 1764 yılında M33 olarak kataloğuna eklemiştir. William Herschel, 11 Eylül 1784 yılında H V.17. olarak kataloğa eklemiştir. İlk defa "sarmal bulutsu" olarak tanımlayan Lord Rosse olmuştur.

ANNELERİMİZ, AHİRETİ TERCİH VE BOŞANMA

22 Nisan 2013.
Çay Faslından Hakikat Damlaları: Allah’ı Talep ve Gerçek Hürriyet
-Gözün sürekli yukarılarda olmasını çok önemli görüyorum. Bundan maksat; bir kısım harikulâdelikler sergileme ve fevkalâdeliklerle kendini ifade etme değil, O’nu bilme ve kendini O’nun huzurunda bir hiç görme adına derinlik. (00:35)
-Madem sahabe mesleğinin çok önemli bir esası keşif ve keramet gibi harikulâdeliklere tâlip olmamaktır; o halde, Ashab-ı Kirâm’ın yolunu tutan Kur’an talebeleri de başkalarını hayran ve hayrette bırakacak sıradışı işlere merak sarmamalı; havada uçma, suda yürüme, bir bakışla uzaktaki cisimleri hareket ettirme gibi şeyleri meziyet kabul etmemeli, onlara gönül bağlamamalı ve hele asla arkalarına düşmemelidirler. (01:22)
-Hazreti Mevlânâ, en büyük paye bildiği kulluğunu şöyle seslendirir:
مَنْ بَنْدَه شُدَمْ بَنْدَه شُدَمْ بَنْدَه شُدَمْ مَنْ بَنْدَه بَخِدْمَتِ تُوسَرْ اَفْكَنْدَه شُدَمْ
هَرْ بَنْدَه كِه آزَادْ شَوَدْ شَادْ شَـوَدْ مَنْ شَـادْ اَزْ آنَمْ كِه تُرَا بَنْدَه شُـدَمْ
“Kul oldum, kul oldum, kul oldum! Ben Sana hizmette iki büklüm oldum. Kullar âzad olunca şâd olur; ben Sana kul olduğumdan dolayı şâd oldum.” (03:06)
-İslâm’ın kalbî ve ruhî yanı açısından, hürriyet “insanın Allah’tan gayri hiçbir şey ve hiçbir kimsenin boyunduruğu altına girmemesi, hiçbir şey karşısında baş eğmemesi”dir. Hayatını cismanî hazlarının arkasında sürüm sürüm sürünerek geçiren, nimetler karşısında şükredeceğine iyice küstahlaşan ve kazandıkça biraz daha hırsa kapılıp şımarıklaşan ama diğer taraftan elindeki imkânları yitireceği korkusuyla tir tir titreyen bir zavallı –dünyaya hükümdar bile olsa– hür kabul edilemez. Çünkü, gerçek hürriyet ancak, insanın dünyevî endişelerden, mal-menâl gibi gâilelerden kalben sıyrılıp, Hakk’a yönelmesi sayesinde gerçekleşebilir. Dünyanın nefis ve hevesâta bakan yanlarına karşı kapanan, kalbini dünyadan, dünyayı da kalbinden uzaklaştıran bir insan, zindanda dahi olsa gerçek hürriyeti bulmuş demektir. Yaratıcı’ya yönelen, gerçek kıblesine dönen, sadece Hakk’a kul olmak suretiyle arzulara kulluk, kuvvete kulluk, şehvete kulluk, şöhrete kulluk gibi çeşit çeşit kulluklardan kurtulan böyle bir insan gerçek hürdür. O boynuna hiçbir kementin geçirilmesine razı olmaz; ihtiraslar onun ufkunu kirletemez; heva, heves ve şehvet ona boyun eğdiremez. (04:28)
-Bazen hayatını hak ve hakikate hizmete vakfetmiş gibi görünen insanlar arasında bile, bazı dünyevî imkânlardan istifade etmek isteyenler bulunabilir. Fakat adanmış ruhlar, gerçek insanlık ve beklentisizlik ufkuna doğru dikey yükselenlerden biri olan Amr ibn As (radıyallahu anh) gibi davranmalıdırlar. Hazreti Amr, kendisine ganimet verilmek istendiğinde: “Ya Rasûlallah, ben ganimet için Müslüman olmadım!” demiştir. Onunla aynı ruh halini paylaşan bir sahabîye de İnsanlığın İftihar Tablosu (aleyhissalâtü vesselâm) ganimetten hissesini vermek istediğinde, o zat, “Ya Rasûlallah! Ben bunu kabul edemem. Ben (boğazını göstererek) şuradan bir ok yiyeyim de şehit olayım diye Müslüman oldum.” demiş ve neticede arzu ettiği gibi şehit olup ötelere yürümüştür. (06:40)
-Sözlük açısından “doğruluk” demek olan istikamet; ıstılah itibarıyla, itikatta, amelde, muâmelâtta ve yeme-içme gibi bütün davranışlarda ifrat ve tefritten sakınıp takva dairesine girerek nebîler, sıddîkler, şehidler ve sâlihlerin yolunda yürümeye îtinâ gösterme şeklinde yorumlanmıştır. Şu kadar var ki, istikâmetin de dereceleri söz konusudur. Allah Rasûlü (aleyhissalâtü vesselam) bir rivayette, “Hûd Sûresi beni ihtiyarlattı!”; diğer bir rivayette ise, “Hûd Sûresi ve benzerleri belimi büküp saçlarımı ağarttı!” buyurmuş; “Hûd Sûresi ve benzerleri iflâhımı kesip beni yaşlandırdı.” sözü ile
فَاسْتَقِمْ كَمَا أُمِرْتَ
“Emrolunduğun gibi dosdoğru ol.” (Hûd sûresi, 11/112) âyetine işârette bulunmuştur. Evet, Allah Rasûlü “İstikâmet üzere ol!” emrini kendi kulluk ufkuna göre çok derin anlamış ve hayatını o çizgide sürdürmüştür. (10:57)
Soru: Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz’in, eşlerinin bazı taleplerinden dolayı hüzünlenip hücre-i saadetine kapanması, onları dünya nimetleri ile kendisi arasında dilediklerini seçmekte serbest bırakması ve bir süre hiç kimseyle görüşmek istememesi olarak bilinen “tahyir” ve “ilâ” hadiseleriyle alakalı ayet ve hadisler nasıl okunmalı ve hangi esaslar çerçevesinde mütalaa edilmelidir ki mü’minlerin annelerine karşı zihinlerde leke hâsıl olmasın ve onlar hakkında suizanlara düşülmesin? (11:40)
-Tahyîr, Allah Resûlü’nün hanımlarının, Efendimiz’le birlikte yaşayıp-yaşamama mevzuunda muhayyer bırakılmaları hâdisesidir. Mebdei ne olursa olsun, bu hâdise, Allah Rasûlü’ne bizzat Cenâb-ı Hakk’ın emridir. Mevzu ile alâkalı âyet aynen şöyle demektedir:
يَا أَيُّهَا النَّبِيُّ قُلْ لِأَزْوَاجِكَ إِنْ كُنْتُنَّ تُرِدْنَ الْحَيَاةَ الدُّنْيَا وَزِينَتَهَا فَتَعَالَيْنَ أُمَتِّعْكُنَّ وَأُسَرِّحْكُنَّ سَرَاحاً جَمِيلاً وَإِنْ كُنْتُنَّ تُرِدْنَ اللهَ وَرَسُولَهُ وَالدَّارَ اْلاٰخِرَةَ فَإِنَّ اللهَ أَعَدَّ لِلْمُحْسِنَاتِ مِنْكُنَّ أَجْرًا عَظِيمًا
“Ey şanı yüce peygamber! Hanımlarına söyle: ‘Eğer dünya hayatı ve onun ziynetini istiyorsanız, gelin size bağışta bulunayım ve güzellikle salıvereyim. Eğer Allah’ı, peygamberini ve ahiret yurdunu istiyorsanız, bilin ki, Allah, içinizden ehl-i ihsan olup hep iyi davrananlara büyük ecir hazırlamıştır.’” (Ahzâb sûresi, 33/28-29) (12:25)
-Cahiliyede erkekler, kadınları sıkıştırmak için onlara yaklaşmamaya yemin eder ve süresiz olarak onları perişan vaziyette bırakırlardı; buna “îlâ” denirdi. Kur’ân, îlâyı bazı şartlara bağladı ve onun azamî süresini dört ay olarak sınırladı. Bu süre içinde birleşme kapılarını açtı; erkek keffâret vererek eşine dönebilir; fakat dönmemeye kararlı ise, dört ay sonunda eşini serbest bırakmak zorundadır. İlgili ayetin meali şöyledir: “Eşlerine yaklaşmamaya yemin eden kocaların, dört ay bekleme hakkı vardır. Şayet kocaları bu süre bitmeden eşlerine dönerlerse bunda mahzur yoktur. Çünkü Allah çok affedicidir, merhamet ve ihsanı boldur.” (Bakara, 2/226) Allah Rasûlü’nün eşlerine karşı tavır ayarlamasına ve hücre-i saadetine kapanmasına da bir yönü itibarıyla “Îlâ Hâdisesi” denmiştir. (12:35)
-Nebîler Serveri’nin eşleri de birer beşerdi; her insanda bulunan bazı duygular onlarda da zaman zaman hükmünü icra ediyordu. Hane-i Saadet’te vahiyle besleniyor olmalarına rağmen, dünya nimetlerine karşı tabii alâka onların içlerinde de bir ölçüde canlılığını koruyordu. Gerçi, o huzur atmosferinde, bugünkü evlerden yükselen şikayet edalı sesler hiçbir zaman duyulmamıştı; fakat, birkaç kere, onların da günde bir-iki öğün yemek yeme ve herkesin istifade ettiği kadar dünyadan istifade etme arzuları ve bu arzularını açığa vuran imaları olmuştu. Cenâb-ı Hakk’ın mü’minlere bol bol nimetler lutfettiğini görünce, Ezvâc-ı Tâhirât da kendilerine verilen nafakanın arttırılması hususunda Gönüllerin Efendisi’ne başvurmuşlardı. Fakat, Ufuk İnsan (aleyhissalâtü vesselam) zevcelerinin bu müracaatından hiç memnuniyet duymamış; bilakis, oldukça üzülmüş ve hoşnutsuzluğunu belirtmişti. Hatta, Habîb-i Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz, eşlerinin daha fazla nafaka talep etmelerinden dolayı o kadar hüzünlenmişti ki, hücre-i saadetine kapanmış ve bir süre hiç kimseyle görüşmek istememişti. Bunun üzerine, Allah Teâlâ, Kutlu Nebî’ye eşlerini dünya nimetleri ile kendisi arasında dilediklerini seçmekte serbest bırakmasını emretmişti. Hikmetin Lisân-ı Fasîhi, önce Hazreti Aişe (radıyallahu anha) validemizle konuşmuş ve ona “Sana bir şey söyleyeceğim ama anne ve babana danışmadan acele ile karar vermeni istemiyorum!” demiş; sonra da, “Ey Peygamber, eşlerine de ki: Eğer dünya hayatını ve süsünü istiyorsanız, gelin size boşanma bedellerinizi vereyim ve sizi güzelce boşayayım! Yok, eğer Allah’ı, Rasûlünü ve âhiret mülkünü isterseniz, haberiniz olsun ki Allah sizin gibi iyi hanımlara büyük mükâfat hazırlamıştır.” (Ahzab, 33/28-29) mealindeki ilahî beyanı okumuştu. (13:20)
-Allah Rasûlü’nün eşlerini muhayyer bırakması hadisesi hemen duyulmuştu. Herkes hüzünle mescide koştu ve ağlamaya durdu; zira Allah Rasûlü’nü kederlendiren en küçük bir hâdise dahi Müslümanları ağlatmaya yetiyordu. Bütün Müslümanlar Allah Rasûlü’yle o derece bütünleşmişlerdi ki, evinde cereyan eden çok küçük bir huzursuzluk hemen duyuluyor ve Müslümanlar Allah Rasûlü’nü üzen bu hâdisenin ortadan kalkmasını sabırsızlıkla bekliyorlardı. O gün de böyle olmuştu. Hazreti Ebû Bekir ve Hazreti Ömer de mescide koştular. Allah Rasûlü’nün yanına girmek için izin istediler; fakat kendilerine izin verilmedi. Onlar da diğerleri gibi mescitte beklemeye başladılar. Ancak üçüncü taleplerinde izin çıktı ve içeriye girdiler, sonra da kızlarını azarlamaya başladılar. Allah Rasûlü, uzaktan manzarayı seyrediyordu.. ve bu esnada, sadece bir tek cümle söyledi: “Bunlar benden, elimde olmayan şeyler istiyorlar.” (18:07)
-Eski yeni bazı müfessirler, yazarlar ya da araştırmacılar, ezvâc-ı tâhirâtın rahat bir hayat istediklerini, süs ve zinet talep ettiklerini dile getiriyorlar ki bu çok yanlıştır ve büyük bir suizandır. Aslında, o hanede İnsanlığın İftihar Tablosu’na eş olmak, pek çok sorumluluk isteyen büyük bir pâyeydi ve pek ağır mükellefiyetleri beraberinde getiriyordu. Bu itibarla da, o muallâ annelerimizin hepsi çok büyük kadınlardı; öyle ki, eğer onlardan sadece bir tanesi belli bir döneme düşmüş olsaydı, o zaman diliminin tamamını aydınlatırdı. Şayet, onlar farklı farklı devirlerde gelmiş bulunsalardı, kendi devirlerinin müceddidi ve müctehidi olurlardı. Çünkü, onlar Eşsiz Âile Reisi’nin rahle-i tedrisinde Allah’a gönülden teveccühle ve tam bir istiğna ruhu ile kıvamlarını bulmuşlar; tahammül edilmesi çok zor olan şartlara bütün bir ömür boyu katlanmışlardı. Mesela, onlar günde bir defa yiyecek bir lokma ya bulur ya da bulamazlardı. Hazreti Aişe’nin (radıyallahu anhâ) ifadesiyle, “Bazen bir ay geçerdi de, Âl-i Muhammed aleyhissalâtu vesselâm’ın hücrelerinin hiçbirinde ateş yanmazdı.” Evet, hâne-i Saadet’in güzîde fertleri sadece hurma ve su ile iktifa ederlerdi. Bu açıdan, onları kendi hususiyetleriyle ele almak lazımdır. (20:12)
-Allah Rasûlü (aleyhissalatü vesselam) ilk defa Hazreti Âişe validemizi çağırdı ve ona “Seninle bir şey görüşmek istiyorum ama baban ve annenle konuşmadan karar vermekte acele etme.” dedi. Sonra da mevzuun başında zikrettiğimiz âyeti ona okudu. Hazreti Âişe’nin cevabı tam sıddîk babanın sıddîka kızına yakışır şekildeydi: “Ya Rasûlallah, anne ve babama Senin hakkında mı danışacağım; hayır, ben kesinlikle Allah’ı, Peygamberini ve ahiret yurdunu tercih ediyorum!” dedi. Daha sonrasını Validemiz şöyle anlatıyor: “Allah Rasûlü hangi hanımıyla konuştuysa, hepsinden aynı cevabı aldı. Bu hususta hiç kimse farklı bir mütâlaa beyan etmedi. Ben ne demiş isem onlar da aynı şeyi söylediler.” (24:43)
-Habîb-i Ekrem’e zevce olma şerefine ermiş o muallâ hanımların, o hanede bulunmaları aslında bir katlanmaydı; Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz’in istiğnasını paylaşma, zühdüne ortak olma, dünyevî zorlukları beraberce aşma ve el ele Cennet’e koşmaydı. Mü’minlerin anneleri, Rehber-i Ekmel’in yol göstericiliğiyle kullukta zirveye ulaşmış; kendilerini tamamen Allah’a adamış ve mâsivâdan bütün bütün sıyrılmışlardı. Belki, ruhlarındaki insanî duygular ve beşerî istekler topyekün silinip gitmemişti; fakat onlar, nefsanîlikten arınmaları sayesinde o hislerin yönlerini de ahirete tevcih etmiş ve insaniyette kemal derecesine yükselmişlerdi. Evet, onlar ahirette İnsanlığın İftihar Tablosu’yla beraber olabilmek için her zorluğa katlanıyorlardı. Nitekim, Peygamber Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) Hazreti Sevde annemizi (radıyallâhu anhâ) boşamak isteyince ya da validemiz öyle zannedince, büyük kadın hemen yanına koşup Allah Rasûlü’ne âdeta yalvarmış, gününü Hazreti Âişe’ye (radıyallâhu anhâ) verdiğini söylemiş ve tek isteğinin Peygamber zevcesi olarak vefat etmek olduğunu ifade etmişti. (28:10)
-Allah Rasûlü (aleyhissalâtü vesselâm), “Allah katında helâllerin en menfuru, en fazla buğz edileni boşanmadır.” buyurmak suretiyle, karı-kocanın birbirinden ayrılmasının Allah nezdinde mahz-ı buğz bir davranış olduğunu beyan etmiştir. Dolayısıyla böyle bir yola girmemek için daha baştan evliliğin akıl ve mantık blokajı üzerine oturtulması gerekir. Zira evliliğin hissîliğe tahammülü yoktur. Hissî temayüllerin yanında mutlaka mantığın da son kertesine kadar çalıştırılması icap eder. (29:55)
-Allah’ın emaneti olarak alacaksınız, belli ölçüde beraber kalacaksınız, kanlarına gireceksiniz, sonra da partal bir eşya gibi kaldırıp bir tarafa atacaksınız.. öbür tarafta kaldırır sizi partal bir eşya gibi atarlar. (…) Beddua edesim geliyor. Kana girdikten sonra onlara karşı kötü muamele yapanlar hakkında beddua edesim geliyor!.. (32:18)
-Cenâb-ı Allah, ezvâc-ı tahiratı nazara verirken şöyle buyuruyor:
اَلنَّبِيُّ أَوْلَى بِالْمُؤْمِنِينَ مِنْ أَنْفُسِهِمْ وَأَزْوَاجُهُ أُمَّهَاتُهُمْ
“Peygamber, mü’minlere kendi canlarından daha yakındır. Eşleri, onların analarıdır.” (Ahzâb, 33/6) Bazıları meseleyi sadece fıkhî açıdan ele alabilirler; fakat doğrusu, inanan insanlar bir anneye ait bütün hususiyetleriyle onlara bakmalı ve kendi öz annelerine toz kondurmadıkları gibi (belki ondan da öte) onlar hakkında da çok hassas olmalıdırlar. (34:06)
-Ezvâc-ı Tâhirât validelerimiz, kendilerine hürmet edip öz anneleri gibi saygı duyanlara mutlaka sahip çıkarlar. Nitekim, bir müşahedede Hazreti Hatice annemiz, Rasûl-ü Ekrem Efendimiz ile hizmet erleri arasında elçilik yapıyor. (36:38)
 
                                                                  HERKUL

                                                                  http://www.herkul.org/index.php/bamteli/bamteli

DENGE VE İTİDAL

22 Nisan 2013. | KIRIK TESTI
Soru: Hayatın hemen her sahasında ciddî düşünce kaymalarının yaşandığı, aşırılıklara prim verildiği günümüzde, ifrat veya tefritlere girmeme adına dikkat edilmesi gereken hususlar nelerdir, izah eder misiniz?
Cevap: Dini, murad-ı ilâhîde mahiyeti ne ise o şekilde yaşayıp hayatımıza hayat kılabilmek için dengeli olma ve itidali koruma çok önemlidir. Zira denge kaçırıldığı zaman ya ifrata ya da tefrite düşülür ki, ifrat tefriti, tefrit de ifratı doğuracağı için neticede fasit bir daire oluşur. Esasen ifrat ve tefritlerden salim kalmanın yolu, ümmetine daima itidali tavsiye buyuran sırat-ı müstakim rehberi İnsanlığın İftihar Tablosu’nun sünnetine uymaktır.
Sırat-ı Müstakim
İslam düşünce sisteminde sırat-ı müstakim tarif edilirken, dünden bugüne mesele genellikle kuvve-i şeheviye, kuvve-i gadabiye ve kuvve-i akliyeye irca edilmiş ve bunların itidal halleri sırat-ı müstakim olarak ifade edilmiştir. Fakat rekabet, tenafüs, niyet ve nazar gibi daha başka hususları da bu çerçevede değerlendirmek mümkündür. Daha doğru bir tabirle insan tabiatında mündemiç olan iyi ve kötü bütün duygu ve düşünceler için bir sırat-ı müstakimden bahsedilebilir.
Mesela eşya ve hâdiseleri okuma, değerlendirmeye tâbi tutma mânâsında “nazar”ı ele alacak olursak, nikbin onun ifrat, bedbin tefrit hâlini; hakikatbin ise orta hâlini temsil eder. Bildiğiniz üzere nikbin, kötü ve çirkinliklere gözlerini kapatıp her şeyi sadece iyi ve güzel yönleriyle ele alan, bedbin ise her şeyi kötü ve kapkara gören kişi demektir. Hakikatbin veya hüdabine gelince, o, her şeyi kamet-i kıymetine ve keyfiyetine uygun olarak görmeye çalışan kişidir. Vâkıa Hz. Pîr’in de Hakikat Çekirdekleri’nde ifade ettiği üzere “Güzel gören, güzel düşünür; güzel düşünen, hayatından lezzet alır.” Ayrıca güzel olmayan şeylerde bile, kabil-i tevil olduğu sürece iyi düşüncelere, güzel değerlendirmelere gitmek gerekir. Fakat bu, realiteyi görmezlikten gelme, sadece hayal ve hülya dünyasında yaşama demek değildir. O hâlde yapılması gereken; gerçeklerden kaçmadan, realitelere gözünü kapamadan ama aynı zamanda karamsarlığa, ümitsizliğe de düşmeden her şeyi olduğu gibi görmektir ki, işte bu, “nazarda denge” demektir.
Esasında sırat-ı müstakimde hareket edildiği takdirde insan mahiyetine yerleştirilmiş olan ve zahirî yönü itibarıyla şer gibi görünen nefis bile insan için hayırlı hale gelebilir. Hatta “iğva” ve “tesvilâtıyla” insanları saptırıp baştan çıkaran şeytan dahi, yaratılış hikmeti ve konumu doğru anlaşıldığı takdirde insanın Cenâb-ı Hakk’a teveccüh etmesine ve sık sık O’na sığınmasına sebep olabilir. Fakat -hâşâ- ona müstakil bir güçmüş gibi bakıldığında vehmî bir kuvvet ve iktidar izafe edilmiş olur ki, bu da, ışık ve zulmette bir güç, kuvvet ve iktidar vehmedenlerin hâli gibi, insanı alır, dalâlete sürükler. Bildiğiniz gibi bu inançta olanlar, ışık ve karanlığın ayrı birer güç kaynağı olduğuna inanır, ışıktan bir zarar gelmeyeceği ama karanlığı temsil edenlerin mutlaka memnun edilmesi gerektiğini düşünür ve böylece bu çarpık telakkinin peşinde akla, hayale gelmedik kötülükler irtikâp ederler. Aynı felsefeyle hareket eden Satanistler de şeytanın şerrinden korunabilme adına kendilerince onu memnun etme yoluna gitmişlerdir. İşte insana karşı “tesvil” ve “tezyinden” başka herhangi bir silâh ve kozu olmayan âciz bir mahlûku -hâşâ- Yaratıcı’ya ait bazı güç ve kuvvetlere sahip bir varlık gibi düşünmek, onun hakkında dalalet ölçüsünde bir ifrat olduğu gibi; onun tesvil ve tezyinini, “hemz” ve “lemzini” görmezden gelmek, hafife almak, böylece Kur’ân ve Sünnet’in beyanlarına göz kapamak ve kulak tıkamak da onun hakkındaki değerlendirmede bir tefrittir. Zira o, insanın apaçık bir düşmanıdır ve insan, iradesinin hakkını vermeyip gaflette bulunduğu takdirde o amansız ve imansız düşmanının eliyle ebedî saadetini kaybedebilir.
Muvaffakiyet Kurbanları
Helâka sürükleyebilecek menfî hususlarda insanın dengeyi bulması çok önemli olduğu gibi, pozitif sahada, hayır istikametinde kendisine verilen hususlarda da dengeli olması çok önemlidir. Yani bir kısım menfîliğe açık duyguları, hayır istikametinde kullanma adına dengeli olmak gerektiği gibi, iman, ibadet ve ahlâk adına ortaya konulan kalbî ve bedenî amellerde de ifrat ve tefritten uzak durulmalı ve sırat-ı müstakimin dışına çıkılmamalıdır. Mesela insan, namaz kılma, zekât verme, hacca gitme, oruç tutma, dua etme, hatta tefekkür, tezekkür ve tedebbürde bulunma gibi bütün ibadet ve amellerini özenerek, mükemmelliği yakalama peşinde ortaya koymalıdır. Zira Yüce Allah, Kitab-ı Mübin’inde
اِعْمَلُوا فَسَيَرَى اللَّهُ عَمَلَكُمْ وَرَسُولُهُ وَالْمُؤْمِنُونَ
“Amel edin! Yaptıklarınızı Allah da, Resûlü de, mü’minler de görecekler.” (Tevbe Sûresi, 9/105) ferman-ı sübhanisiyle, amellerin Allah’ın, Peygamber’in ve basiret erbabı mü’minlerin teftişine arz ediliyor gibi arızasız ve kusursuz ortaya konulmasını emretmektedir. Kısaca insan bütün ibadetlerinde “Acaba oldu mu?!” endişesini taşımalı ve hep kemâl peşinde koşmalıdır. Fakat Allah’a kulluk adına ortaya konulan böyle bir performansta mükemmel denecek bir çizgi yakalansa dahi, insan hiçbir zaman elde edilen neticeyi kendinden bilmemeli, muvaffakiyet ve zaferi kendine izafe etme gibi bir küstahlığa girmemelidir. Zira neticeyi yaratan Allah’tır (celle celâluhu). İşte ibadet ve amellerin başını gözünü yararak, onları üstünkörü, gevşeklik ve gaflet içerisinde yerine getirme durumuna tefrit diyecek olursak, çok ciddî bir performans ortaya koyup Cenâb-ı Hakk’ın tevfikine mazhar olduktan sonra, neticeyi kendinden bilme gibi Hakk’a karşı küstahlık tavrı da ifrattır. Zira her ne kadar işin başında ciddî bir ceht ve gayret ortaya konulup mükemmellik peşinde koşulsa da, netice itibarıyla başarılara sahip çıkılıp, onlar şan ve şöhret hesabına değerlendirilmektedir. Bu ise insanın başının dönüp bakışının bulanmasına, şirk ve nifak vadilerinde helâk olmasına yol açar.
O hâlde, Allah yolunda belli başarı ve muvaffakiyetlere nail olan insana yaraşan; tevazu, mahviyet ve hacalettir. O, her zaman “Değildir bu bana lâyık bu bende, bana bu lütf ile ihsan nedendir?” demelidir. Evet, insan bir taraftan yapabileceği şeyleri en mükemmel şekilde yapmaya çalışmalı, diğer yandan da debbağın deriyi yerden yere vurduğu gibi kendisini yerden yere vurmasını bilmelidir. Hatta nail olduğu başarı ve muvaffakiyetlerin kendisi için bir imtihan unsuru olabileceğini hiçbir zaman aklından çıkarmamalı, bunların istidrac olabileceği endişesiyle oturup kalkmalı ve kayıp gitmekten çok korkmalıdır.
Düşünün ki, hakikî nurun her yeri aydınlattığı, ayların ve güneşlerin bile kararıp gittiği bir dönemde Esvedü’l-Ansî, Müseylimetü’l-Kezzâb gibi peygamberlik iddiasında bulunan kişiler zuhur etmiştir. Bu zavallılar kendilerinde gördükleri bazı kabiliyet ve becerilerin kurbanı olmuş, kibir ve bencilliğin pençesi altında mahvolup gitmişlerdir.
Enaniyet Çağında Mehdi Enflasyonu
Elbette ki, yaşanan bu tür inhiraf ve dalâletler sadece belli bir döneme mahsus değildir. Hemen her dönemde benzer hâdiselere şahit olunmuştur. Günümüzde de, azıcık ağzı laf yapan, bir iki satır bir şey karalayan, mâneviyatta birazcık yol kat eden bazı insanların dengeyi kaçırarak kendilerini bir mihrap veya bir kıblenüma hâline getirmeye çalıştıklarını ve benlik iddialarıyla oturup kalktıklarını görmek mümkündür. Bunlar, azıcık bir şey ortaya koydukları ve etraflarında da safderun insanlardan müteşekkil bir halka oluştuğu zaman, hemen kendilerini bir kamer gibi görmeye başlıyorlar. Bundan dolayı olsa gerek, günümüzde ciddî bir mehdi enflasyonu var. Fakir bile, şimdiye kadar sadece bizim toplumumuz içinden çıkmış beş altı tane “mehdi” (!) tanıdım. Hatta bunlardan üç tanesi benimle irtibata geçmek istedi. Mesela, geçenlerde biri buraya geldi. Yirmi iki yaşında olduğunu ifade etti. Daha sonra, “Hocam, ben kendimi sadece Hüseynî biliyordum. Son zamanlardaki derin tahkikatımla Hasenî olduğumu da tespit ettim.” dedi. Ben ona mahviyet ve tevazu adına bazı hususları hatırlattım. Küçüklerde küçüklüğün emaresinin tekebbür olduğunu, onların pencereden görünmek için ayakları üzerine dikileceklerini, büyüklerde büyüklüğün emaresinin ise asa gibi iki büklüm olmak olduğunu anlatmaya çalıştım. Söyleyeceklerimi söyledikten sonra, ayrılırken ben zannettim ki ikna oldu. Kapıyı açtım, tam dışarı çıkarken, aynen şöyle dedi: “Pekâlâ hocam, size bu mevzuda seçme hakkı vermemişlerse ne yapacaksınız!” Hâlbuki peygamberliğin dışında insanlara ilân ve tebliğ edilme mecburiyeti olan hiçbir makam ve unvan yoktur. Buna Ebû Hanifelik, Şafiîlik, Malikilik ve Hanbelilik dahil olduğu gibi, mehdilik de dahildir. Ne var ki, böyle bir anlayışa kilitlenmiş insanlara bir şey anlatabilmek oldukça zordur. Rabbim, mehdilik iddiasında bulunan bütün bencil ve mütekebbirleri doğru yola hidayet eylesin!
Son bir husus olarak şunu ifade edeyim ki, mahviyet, tevazu, ihlâs ve iddiasızlık anlayışı üzerine kurulu salih bir daire içinde dahi benzer iddiaları seslendiren şahısların olabileceği hiçbir zaman göz ardı edilmemelidir. Hatta bu kişiler, enaniyetlerini aidiyet mülâhazasına dayandırdıklarından, onlara laf anlatmak belki çok daha zordur. Mesela birisi kalkar der ki, “Ben bugüne kadar çıraktım, tilmizdim. Falan kişi şimdiye kadar bin tane melekle veya ruhaniyle destekleniyordu. Fakat şimdi onlardan dokuz yüzü onu bırakıp bana geldi.” Her dönemde başka örnekleriyle görüldüğü üzere insan çok değişik aldanmalarla nefis ve şeytanın esiri olabiliyor.
O hâlde, ekilen tohumların neşv u nema bulduğu, gül bahçelerini güllerin sardığı bir dönemde de olsa, diken istilâsının her zaman için muhtemel olduğu hatırdan çıkarılmamalı ve yürünen yolda hep basiretli ve gözü açık yürünmelidir. Evet, her zaman bazı mudiller çıkabilir; çıkıp safderun insanları arkalarından sürükleyip götürebilirler. Zira güllerin yanında dikenler olabileceği gibi bülbüllerin yanında saksağanlar da ötebilir. Bülbülün o güzel sesini duymamış ve kulakları ona alışmamış bazı kimseler de saksağan sesine kapılıp gidebilirler. Bu itibarla insanların bu tür iddialara kanıp aldanmalarına meydan vermeme adına her zaman bir Hazreti Ebû Bekir, bir Hazreti Ömer (elfü elfi merratin radıyallahu anhüma) firasetiyle hâdiseler görülüp gözetilmeli, sürekli teyakkuz halinde olunmalı ve temkinli hareket edilmelidir.
                                                                         
                                                                                                  HERKUL

                                      http://www.herkul.org/index.php/krk-testi/kirik-testi

18 Nisan 2013 Perşembe

YARATILIŞ GAYEMİZ NEDİR?

İnsanoğlu, Yüce Yaratıcı’nın halifesi olarak büyük işler başarmak ve değerli eserler ortaya koymak için dünyaya gönderilmiştir. O, bu mükellefiyetin şuurunda ise, eşya ve hâdiselerin içine girecek, onlara müdahale edecek, her gün başka terkip ve başka tahlillerle, yeni yeni sanat eserleri ortaya koyacak.. bütün bunları yaparken de her lahza, irâdesinin simasında Hakk’ın sonsuz irade ve kuvvetini sezecek ve şükranla iki büklüm olacaktır.
Bu yüce vazifeleri görebilmesi için gerekli olan şeyler ise, ona çok önceden verilmiştir. İnsanlığa yükselmek için irade ve heyecan; kâinat ve içindekileri tanıyıp sevmek için merak ve güzellik aşkı; dürüstlük ve adâlet için vicdan; varlığa alâka duymak için kalb; bu lütûfları yerinde kullanma ve belli bir ölçüde, iyiyi kötüden ayırdedebilmek için akıl; nihayet, bütün bu işleri yanılmadan, arızasız görebilmek için de vahyin aydınlatıcı tayflarıyla pırıl pırıl bir atmosfer...

                                                                http://tr.fgulen.com/content/view/4533/3/

PARMAK

Parmak insanlarda ve bazı hayvanlarda ellerin ve ayakların son bölümünü oluşturan, boğumlu, hareket ettirilebilen, uzunca organların her birine verilen addır. Sağlıklı bir insanda 5'i sağ elde, 5'i sol elde, 5'i sağ ayakta ve 5'i sol ayakta olmak üzere toplam 20 parmak ve her bir parmak ucunda farklı büyüklük ve şekillerde oluşması muhtemel tırnak adı verilen kemiksi yapı bulunur. Doğuştan bu sayının fazla olmasına Palidaktili ya da Türkçeleşmiş genel adı ile altı parmaklılık denir. Parmakları insanlarda olduğu gibi uzun bir çıkıntı biçiminde gelişen hayvanların da organlarına parmak adı verilirken kedi, köpek gibi hayvnaların organlarına pati adı verilir.
El parmakları, ayak parmaklarına göre çok daha aktif ve hareketlidir. Sağlıklı bir insanda tüm parmaklar hareket ettirilebilir ve bükülebilir. İnsan vücudunda parmakların hareketini sağlayan iki ana kas yapısı bulunur, bunun yanında diğer hareketleri sağlayan ayrı kas yapıları vardır. Parmak hareketlerinin sağlandığı tüm kaslar avuç içi ile kolun dirsek altı kısmı arasına bulunur. Parmaklar genel olarak bilinçli şekilde hareket ettirilse de günlük uğraşlar sırasında parmak hareketlerinin bir çoğu beyinden gelen komutlar sayesinde istemdışı olarak yapılır.
Vücuttaki her bir parmak simetrik biçimde dizilidir. Sağ ve sol eller yanyana koyulduğunda baş parmakların birbiri ile temas etmesi gerekir. Her iki elin en dış tarafında bulunan parmaklar, sağlıklı bir insanda en küçük el parmaklarıdır. Birçok kültürde her bir parmak farklı biçimlerde adlandırılmıştır, Türkçede sağ el baz alınarak, parmaklara verilen adlar şöyledir; (soldan başlayarak)
Birinci parmak : Başparmak
İkinci parmak : İşaret parmağı, şahadet parmağı
Üçüncü parmak : Orta parmak
Dördüncü parmak : Yüzük parmağı
Beşinci parmak : Serçe parmak

KUTLU DOĞUM VE İNSAN ONURU




15 Nisan 2013.
Çay Faslından Hakikat Damlaları: “Her kışın bir baharı, her gecenin bir nehârı vardır!”
-Günümüzde adanmış ruhlar bir kuşatılmışlık içinde.. tam mü’min olmayanlar, ilhadda bulunanlar, hasede yenik düşenler, “Biz de varız!” deyip hiss-i rekabetle hareket edenler ve tenâfüsü yanlış anlayanlar tarafından iç içe daireler şeklinde kuşatılmışlık içinde. Fakat, böyle bir duruma bakarken bunun ilelebet sürüp gideceğine ihtimal vermemek lazım; çünkü iş Allah’ın elinde!.. (00:35)
-Hâdiseler bir doğru çizgi üzerinde cereyan etmez; her şey dairevî döner durur. Bugün birilerine bayram ise, yarın da başkalarına bayram olacaktır. Kur’ân-ı Kerim, bu “tarihî tekerrürler devr-i dâimi”ni şöyle ifade etmektedir: “O günler... onları Biz insanlar arasında çevirir dururuz.” (Âl-i İmrân, 3/140) Bu itibarla da mevcut tabloya bakıp ye’se düşmemek lazımdır. (01:40)
-Her gecenin bir nehârı her kışın da bir baharı vardır. Geceden sonra bir sabah, gündüzün akabinde ise yeni bir gece geleceğini kabul edip hem geceye hem de gündüze göre planlar yapmak gerekir. (03:50)
-Ne gecenin karanlığına takılıp paniklemeli; ne de gündüzün aydınlığına aldanıp ferih fahur yaşamalı!.. (05:35)
-Durmamanın sırrını keşfetmek lazım!.. Ka’be’nin etrafında tavaf edenlerin hareket üslubu esas olmalı; rahat zamanda koşarcasına, izdiham esnasında ise en azından yerinde zıplarcasına yürümeli ama hareketten dûr olmamalı!.. (06:00)
-İbadet ü tâatlerimizin günün belli bölümlerine taksim edilmesi, bir yönüyle bize her zaman ve her şarta göre farklı şekillerde ama mutlaka hareket halinde olmanın yolunu göstermektedir. (08:18)
-Sürekli üreten olmalı.. İşleyen alet pas tutmaz. Küflenmemek için her zaman faaliyet içinde bulunmak lazım. Onun için, Cenâb-ı Allah mü’minleri anlatırken önce iman, sonra amel buuduna dikkat çekiyor; ameli de salih olma şartına bağlıyor. (11:28)
-Rahat ve rehavete kendilerini salanlar başka şeylerin değil rahat ve rehavetin kurbanı olmuşlardır. (14:42)
-Çay bardağına yapışan peçete ve ondan çıkarılan hikmet incisi… (15:33)
Soru: Diyanet İşleri Başkanlığı, bu seneki Kutlu Doğum haftasının konusu olarak “Hz. Peygamber ve İnsan Onuru” başlığını seçti. İnsanın kıymet, şeref ve haysiyeti açısından Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz’den öncesini ve sonrasını değerlendirir misiniz? O’nun “üsve-i hasene” oluşunun insana verdiği değer buudundan da bahsedilebilir mi? (16:28)
-İnsanlığın İftihar Tablosu’nun (aleyhi efdalüssalevât ve etemmüstteslimât) doğumu insanlığın da yeniden doğumu demektir. O dünyayı teşrif edeceği âna kadar insanlık vardı yoktu belli değildi. (17:05)
-Regâib, Miraç, Beraat ve Kutlu Doğum’la alâkalı olan faaliyetler farz, vacip ve sünnet gibi yapılması dinen istenen sorumluluklar kategorisinde mütalaa edilemez. Ancak, o mübarek gün ve geceler münasebetiyle bir kere daha Efendimiz’i (sallallahu aleyhi ve sellem) yâd etme, O’nun vilâdetini hatırlama ve nûrefşan mesajını anlayıp başkalarına da anlatmaya çalışma çok değişik hayırlara vesile olabilir. (19:00)
-O’nun sevdirilmesi Allah’ın sevdirilmesi demektir. O’na yönelen insanların Allah’a yönelmemesi düşünülemez. Allah’a giden yollar O’ndan geçer. (19:40)
-Peygamber Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem) doğumu Miladî takvime göre nisan ayına denk geldiğinden dolayı bazı yerlerde anma programları nisan içerisinde yapılıyor. Esasen Ramazan, Kadir Gecesi, Beraat, Regâib, Miraç gibi gün ve gecelerimiz Kamerî aylara göredir. Fakat, Kamerî aya göre Mevlid gecesini değerlendirmekle beraber, İnsanlığın İftihar Tablosu’nu farklı yönleriyle anlatmak için nisanı da vesile yapmanın mahzuru yoktur. (20:47)
-O’ndan evvel insan onurunun var olduğu söylenemez. Belki bazı kimseler onurlu değil, çok gururlu, çok kibirli, çok şımarık, çok küstah idi. Tipik bir kast sistemi vardı. Gerçi, bugün de bu duygu ve düşünce bir yönüyle hala yaşanıyor. Nitekim seçim arefesinde günümüzdeki kast sisteminin üst basamaklarında olan birileri “Benim oyumla bir köylünün oyu bir mi sayılacak?” demişti. (22:33)
-Rasûl-ü Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) sayesinde insan biyolojik bir canlı seviyesinden hakikî insan olmanın ayrı bir unvanı sayılan “ahsen-i takvîm” mertebesine ulaşmış; O’nun vasıtasıyla kendini keşfederek, varlıklar arasındaki konumunu kavrayabilmiştir. (25:30)
-İslam, cahiliye karanlığında sömürülen, köleleştirilen ve ikinci sınıf kabul edilen kadını zavallı bir mahlûk olma durumundan kurtararak, yeni bir statü ile onu mübarek bir varlık olma seviyesine yükseltmiştir. Evet, Allah Rasûlü (aleyhi ekmelüttehaya) sayesinde, kadın hak ettiği yüksek mevkiye yükseltilmiş, ona tabiatına uygun işler tevdi edilmiş ve onun toplum içindeki hayatî konumu yeniden ortaya çıkartılmıştır. Hem de bu büyük inkılap, dünyanın vahşet içinde yüzdüğü ve kadının insan olup olmadığının, ruhu bulunup bulunmadığının tartışıldığı karanlık bir dönemde yapılmıştır. (26:21)
-İnsanlığın İftihar Tablosu’nun insanlığa sunduğu en büyük armağan insanlığı mahiyet-i nefsü’l-emriyesine göre yeniden tanımlaması, “İnsan budur!..” demesi ve “Her insan kerimdir” hakikatini gönüllere işlemesidir. O’nun sayesinde toplumda bambaşka bir yer edinen Hazreti Bilal, bu hususun pek çok misalinden sadece biridir. (27:16)
-Cahiliye devrinde, belli yörelerde ve toplumun belli kesimlerinde dünyaya gelen kız çocukları büyük çoğunluğu itibariyle diri diri toprağa gömülürdü. Bu vahşice âdeti, kimileri tuhaf bir cahiliye gayretiyle, kimileri geçim sıkıntısı sevkiyle, kimileri de servet ve sâmânlarının, kızları vasıtasıyla başkalarının eline geçeceği endişesi ve kabile hırsıyla yapıyorlardı. Hangi sebebe istinâd ettirilirse ettirilsin, hangi sâikle yapılırsa yapılsın, bu bir vahşetti ve mutlaka önlenmeliydi, Allah Rasûlü sayesinde önlendi de. Bir sahabi, cahiliyede kızını nasıl çukura attığını anlatırken, Rasûl-ü Ekrem onu gözyaşları içinde dinlemiş ve etrafındakilere İslam’ın insanları hangi vahşiliklerden kurtardığını hatırlatmıştı. (29:00)
-Muhterem Hocaefendi, merhum Mehmet Akif’in “Bir Gece” şiirini okuyor:
“On dört asır evvel, yine bir böyle geceydi,
Kumdan, ayın on dördü, bir öksüz çıkıverdi!
Lâkin o ne hüsrandı ki: Hissetmedi gözler;
Kaç bin senedir, halbuki, bekleşmedelerdi!
Nereden görecekler? Göremezlerdi tabiî:
Bir kere, zuhûr ettiği çöl en sapa yerdi;
Bir kere de, ma’mure-i dünyâ, o zamanlar,
Buhranlar içindeydi, bugünden de beterdi.
Sırtlanları geçmişti beşer yırtıcılıkta;
Dişsiz mi bir insan, onu kardeşleri yerdi!
Fevzâ bütün âfâkını sarmıştı zemînin
Salgındı, bugün Şark’ı yıkan, tefrika derdi.
Derken, büyümüş, kırkına gelmişti ki öksüz,
Başlarda gezen kanlı ayaklar suya erdi!
Bir nefhada kurtardı insanlığı o ma’sum,
Bir hamlede kayserleri, kisrâları yere serdi!
Aczin ki, ezilmekti bütün hakkı, dirildi;
Zulmün ki, zevâl aklına gelmezdi, geberdi!
Âlemlere, rahmetti, evet, Şer’-i mübîni,
Şehbâlini adl isteyenin yurduna gerdi.
Dünya neye sâhipse, onun vergisidir hep;
Medyûn ona cemiyyeti, medyûn ona ferdi.
Medyûndur o masûma bütün bir beşeriyyet...
Yâ Rab, bizi mahşerde bu ikrâr ile haşret.” (31:00)
-Kur’an-ı Kerim, İnsanlığın İftihar Tablosu’nu (aleyhissalatü vesselam) “üsve-i hasene” olarak nazara vermiştir. Ayet-i kerimede şöyle buyurulmaktadır:
لَقَدْ كَانَ لَكُمْ فِي رَسُولِ اللَّهِ أُسْوَةٌ حَسَنَةٌ لِمَنْ كَانَ يَرْجُو اللَّهَ وَالْيَوْمَ الْآخِرَ وَذَكَرَ اللَّهَ كَثِيراً
“Hakikaten, Allah’ın Rasûlünde sizler için, Allah’a ve âhiret gününe kavuşmayı bekleyenler ve Allah’ı çok zikredenler için en mükemmel bir nümûne vardır (o en güzel örnektir).” (Ahzâb, 33/21) “Üsve-i hasene”, en güzel örnek demektir; “nümûne-i imtisal”, yolunda gidilmeye, kendisine uyulmaya ve adım adım takip edilmeye layık, örnek alınabilecek en mükemmel model manalarına gelir. Kâmil insanların en kâmili İnsanlığın İftihar Tablosu, bu yüce evsafın birinci kahramanıdır. Günümüzde o üsve-i haseneye bütün gönülleri tevcih etmek, en azından insanlığın insafla O’na bakmasını sağlamak bugünün nesillerine düşen bir vazifedir. (32:40)
                                                                
                                                    HERKUL.ORG
 
                                  http://www.herkul.org/index.php/bamteli/bamteli                                                     

10 Nisan 2013 Çarşamba

NURANİ KARDEŞLİK BAĞLARI

08 Nisan 2013. | KIRIK TESTI
Soru: Hutbe-i Şamiye’de terakkimize mâni olan hastalıklar sayılırken, “Ehl-i imanı birbirine bağlayan nuranî rabıtaları bilmeme”nin de önemli bir sebep olduğu zikrediliyor. Müminleri birbirine bağlayan nuranî rabıtalar nelerdir, izah eder misiniz? 
Cevap: Bediüzzaman Hazretleri, Şam’da Hutbe-i Şamiye’yi verdiği dönemde İslâm âlemi, tarihinin hiçbir döneminde yaşamadığı ölçüde felaketlerle karşı karşıya bulunuyordu. İşte böyle bir ortamda Hazreti Üstad, yıllardan beri dura dura âdeta paslanmış ve işe yaramaz hâle gelmiş, bütün nöronları körelmiş, harekete geçme imkân ve kabiliyetleri kalmamış insanları bir kere daha maddî mânevî bütün havâss-ı zahire ve bâtıneleriyle harekete geçirme yollarını araştırmıştır. Chopin’in cenaze marşı gibi marşlarla, ümit kırıcı sözlerle insanlara ölüm havası telkin etmek yerine o, bizim mehterlerimiz gibi gürül gürül, “Ümitvâr olunuz. Şu istikbal inkılâbâtı içinde en yüksek ve gür sada, İslâm’ın sadası olacaktır.” ifadeleriyle, ölmüş iradeler için ümit kaynağı olmaya çalışmıştır. Zannediyorum, tan yeri ağarırken ümit adına bazı hususları mırıldanmak mârifetsizlik olmasa da çok büyük bir marifet değildir; asıl marifet, yalancı bir şafağın bile çakmadığı bir dönemde iradelere fer verecek bu sözleri söyleyebilmektir.
İlâhî İsimler Sayısınca Uhuvvet Rabıtaları
Evet, Hazreti Üstad yaklaşık bir asır önce Şam’ın Emeviye Camii’nde verdiği bu hutbede, öncelikle ilerleyip yükselmemize mâni olan hastalıkların teşhisinde bulunmuş; sonra da, âlem-i İslâm’ın yeniden dirilmesi adına gerekli olan reçeteleri sunmuştur. İşte onun teşhis ettiği en önemli hastalıklardan biri ehl-i imanı birbirine bağlayan nuranî rabıtaların bilinmemesi; tedavi adına ortaya koyduğu reçete de meşveret ruhuyla vifak ve ittifak anlayışının yeniden diriltilmesidir. Esasında Hz. Pîr, Hutbe-i Şamiye’de icmalen ifade ettiği bu hususu, daha sonra Lâhikalarda, İhlâs ve Uhuvvet Risaleleri’nde tafsil etmiştir. Mesela o, Uhuvvet Risalesi’nde, Müslümanlar arasında esmâ-i ilâhiye adedince vahdet alâkaları, ittifak rabıtaları ve uhuvvet münasebetleri bulunduğunu belirttikten sonra, Allah, Peygamber, din, kıble, vatan gibi diğer birlik rabıtalarından bazılarını saymış ve bunların ona, yüze, bine kadar sayılabileceğini ifade etmek suretiyle de meselenin azamet ve önemine dikkat çekmiştir.
Resûl-i Ekrem Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir hadis-i şeriflerinde imanın altmış veya yetmiş küsur şubesi olduğunu ifade etmiştir. (Bkz.: Müslim, îmân 57) Bu beyanı çokluktan kinaye olarak da anlayabiliriz. İşte bu şubelerden her birisi bizi birbirimize bağlayan kopmaz birer bağdır. Aynı şekilde Kur’ân-ı Kerim’in ifade buyurduğu hakikatlerin her biri bizi birbirimize bağlayan çok güçlü rabıtalardır.
Diğer taraftan mesele bir millet çapında ele alındığı zaman da, müşterek pek çok bağın olduğu görülecektir. Zira aynı vatanı ve aynı toprakları paylaşmamız münasebetiyle uzun zaman beraber yaşamışız. Bu itibarla aynı kaderin, aynı kültürün, aynı terbiyenin çocuklarıyız. Bu aynılıklar içinde mazlumiyette, mağduriyette ve mahkûmiyette ortak olmuşuz. Bu sebepledir ki Hz. Pîr, bu kadar vifak ve ittifakı, muhabbet ve uhuvveti gerektiren ortak paydalar olduğu hâlde, şikak, nifak, kin ve düşmanlığa sebebiyet verecek tavır ve davranışlar sergilemenin büyük bir zulüm olduğuna dikkatleri çekmiştir.
Kendi Doğrularından Vazgeçebilme İradesi
Ehl-i iman arasındaki bu nuranî bağların zedelenmeden mevcudiyetini devam ettirebilmesi, her bir ferdin, yeri geldiğinde, kendi doğrularından, kendi içtihat ve tercihlerinden vazgeçebilmesine; ortak bir noktada buluşabilme adına kendine rağmen yaşamasına bağlıdır. Bu hususu yine Hz. Pîr’in yaklaşımıyla ifade edecek olursak, bir meselede hasende ittifak sağlanabiliyorsa, ahsende ihtilâfa düşülmemelidir. Farklı bir tabirle, şayet “daha güzel”in peşinde olmak bizi birbirimize düşürecekse, işte orada sükût etmek ve ”güzel”le yetinmek gerekir. Bu açıdan bence, sıradan bir güzellik etrafında birlik ve beraberlik tesis edilebiliyorsa, “daha güzel”, “daha daha güzel” demek suretiyle kardeşler arasında ayrışmaya gidilmemeli, ihtilaf ve iftirak vesileleri ortaya atılmamalıdır. Zira Cenâb-ı Hak tevfikat-ı sübhaniyesini vifak ve ittifaka bağlı olarak gönderdiğine göre, kendisinde ittifak edilen bir şey zahiren “hasen” bile olsa, gerçekte o, en güzellerden daha güzeldir. İşte bu sebepledir ki, eften püften bir kısım meseleleri ayrıştırıcı unsur olarak kullanmaktan kaçınmak kardeşlik ruhunun korunması adına son derece ehemmiyet arz etmektedir. Evet, gerekirse insan başkalarının hissiyatını hesaba katarak kendi içtihat ve istinbatlarından vazgeçmesini bilmeli ve böylece teferruata ait bir kısım mülahazaların ihtilaf vesilesi yapılmasına fırsat vermemelidir.
Mesela namazı hakikatine uygun bir şekilde eda etmek çok önemlidir. Alvar İmamı’nın ifadesiyle, “Namaz dinin direğidir, nurudur, sefine-i dini namaz yürütür, cümle ibadetin namaz piridir...” Namazın hakikati, insanın kendinden sıyrılması ve miraç yapıyor gibi kendisini Cenâb-ı Hakk’ın karşısında hissetmesi demektir. İnsan, irfan ufkunun açıklığı ölçüsünde daha niyet ederken kalbini bütün masivadan temizlemeli, gözü başka hiçbir şey görmez olmalı, sonra da farklı bir buutta, farklı tecelliler müşahede ediyor gibi mest ve sermest bir halde namazını ikame etmelidir. Fakat genellikle biz, ümmî insanlarız. Dolayısıyla bizim gibi sıradan insanların kılacağı namaz da çok defa şeklî ve surî olur. Ancak hiçbir zaman unutulmaması gerekir ki, şeklî bile olsa, şayet bir insan rükün ve şartlarına riayet ederek namazını kılıyorsa, o artık, zahire bakan yönü itibarıyla vazifesini yerine getirmiş demektir. Bu noktada, namazı gerçek mânâ ve muhtevasıyla eda etmiyor diye, insanları itham edici bir dil ve üslûp kullanmak kesinlikle doğru değildir. Yapılması gereken, şeklî ve surî de olsa meseleyi öylece kabul etmek, bunda vifak ve ittifak sağlandıktan sonra meseleyi aksa’l-gâyâta, encebü’l-gâyâta, efdalü’l-gayâtâ bağlamak suretiyle yani en üstün dereceye ulaşmak arzusuyla ihtilafa düşmemektir. Yoksa daha güzeli ararken insan hiç farkına varmaksızın değişik çirkinlikler içine düşebilir. Bu ise Allah’ın teveccüh, nazar, tevfik ve inayetinin kesilmesine sebebiyet verme demektir.
Aynı mülahazalar zekât için de geçerlidir. Mesela siz insanları infaka teşvik etmek, gönüllerde “verme duygusu”nu harekete geçirebilmek için kırkta bir oranında verilen zekâtı “cimri zekâtı” olarak nitelendirebilir ve insanlardan yirmide bir, onda bir, beşte bir zekât vermelerini isteyebilirsiniz. Her ne kadar tergîp üslûbu açısından bu caiz olsa da, şayet sizin bu tavrınız bir ihtilaf kapısı aralayacak, niza ve tartışmalara sebebiyet verecekse, asla buna girmemeli ve dinin objektif hükümlerini esas almalısınız. Aslında Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) dinini öğrenmek için dışarıdan gelen bir kişiye, beş vakit namazı, bir ay orucu ve (kırkta bir) zekâtı talim buyurması, o kişinin bu miktarları ne azaltıp ne de arttıracağını söylemesi ve bunun üzerine Allah Resûlü’nün de (sallallâhu aleyhi ve sellem), “Eğer doğru söylüyorsa kurtuldu.” (Bkz.: Buhârî, ilim 6) buyurması bu hususa işaret etmektedir. Bu itibarla siz şayet kendi subjektif hükümlerinizle aksa’l-gâyâtı kurtulmanın eşiği olarak sayarsanız, muhataplarınızı kendinizden uzaklaştırmış, onları yapabilecekleri bazı güzel amellerden mahrum bırakmış ve belki de onlarda size karşı bir kıskançlık ve haset duygusu uyarmış olursunuz. Diğer ibadet ve sorumlulukları da söylenen bu hususlara kıyas edebilirsiniz.
Netice itibarıyla, insanları belli bir ufku yakalamaya teşvik etmek başka; meseleyi sadece belli bir seviye ve daireyle sınırlandırmak ise tamamen başkadır. Eğer sizin kalb ve ruh hayatı itibarıyla bir ufkunuz varsa, insanları o ufka çağırırsınız. Fakat ihtilafın ortaya çıkacağı yerlerde mutabakat sağlamayı esas almak, ittifak edilebilecek noktada durmak daha önemlidir. Bu açıdan biz, her yerde ve her zaman birlik vesileleri araştırmalı, vifak ve ittifak üzerinde durmalı, birlik ve beraberlik ruhunu koruma adına elimizden gelen her türlü fedakârlığı yapmalıyız.

                                                                                             HERKUL
 

ÜLKEMİZİN KALKINMASINDA EĞİTİMİN ROLÜ

Kalkınmada Eğitimin Rolü
Prof. Dr. Yahya Kemal KAYA Eğitim ile toplumsal gelişmeler arasında ilişkiler olduğunun bilinmesi yeni değildir. Tarihe bakıldığında Eski Yunan ve İslam düşünürlerinin çalışmalarında, eğitimin önemine ilişkin ilginç görüşler belirttikleri görülmektedir. Günümüze kadar uzanan dönem içinde pek çok ekonomistin, sosyal ve siyasal bilimcinin kalkınmada eğitimin çok önemli bir rolü olduğunu ileri sürdükleri bilinmektedir. Özellikle 1960 yılından beri okur-yazarlık oranı, ilk, orta ve yükseköğretimdeki okullaşma oranı, eğitim teknolojisinin yaygınlık derecesi, eğitim ve öğretim programlarının niteliği gibi pek çok ölçütle belirlenen eğitim düzeyinin yükseltilmesi; bütün toplumsal, ekonomik, yönetimsel ve siyasal gelişmeler-kısaca kalkınma- için bir önkoşul olarak düşünülmektedir. Başka bir deyişle başarılı bir kalkınma süreci, toplumu değişim bilincine kavuşturmaya dayanır. Değişim bilincine kavuşmanın ilk adımı da eğitimdir. Bir ülkenin kalkınması, o ülke halkının gelişmesine sıkı sıkıya bağlıdır. İnsanları geliştirmek, onlara kalkınmaya uygun davranışlar kazandırmak da ancak eğitimle olur. Kalkınma, davranışların rasyonelleşmesini gerektirir. Rasyonel davranışlar, ancak kafalarda devrim yapılması ile sağlanır. Bunun için de gelişmeye açık kafalar gerekir. Gelişmeye açık kafalar oluşturmanın yolu da eğitim anlayışını değiştirmeden geçer. Kaba gözlemlerle bile bugün, dünyamızda eğitim düzeyi yüksek olup da geri kalmış bir toplum gösterilemeyeceği gibi, eğitim düzeyi düşük olup da sanayileşmiş, kalkınmış bir toplum da gösterilemez. 1960’lı yıllarda yapılan çok sayıdaki araştırma; kişi başına düşen milli gelirin ve diğer ekonomik göstergelerin artışı olarak tanımlanan ekonomik büyümeyle, geleneksel-tarımsal toplumdan geçiş toplumuna, sonra da sanayileşmiş çağdaş topluma geçiş olanak tanımlanan toplumsal değişmeyle ve demokratlaşma olarak tanımlanan siyasal gelişme süreçleriyle, toplumların eğitim düzeyi arasında ilginç ilişkiler olduğunu ortaya çıkarmıştır. Böylece kişi başına düşen milli gelir, ya da ekonomik büyüme ile eğitim düzeyi arasında doğru orantılı bir ilişki olduğu anlaşılmıştır. Hatta bazı ekonomistler daha da ileri giderek; hangi okur-yazarlık oranının kaç dolarlık kişi başına düşen milli geliri sağlayabileceğini gösteren tablolar bile hazırlamışlardır. Bu nedenle her koşulda geçerli olmamakla birlikte, söz konusu bir ülkenin okur-yazarlık oranı bilinince, o ülkenin kişi başına düşen milli gelirini, kişi başına düşen milli geliri bilinince de, okur-yazarlık oranını yordamak (tahmin etmek) mümkün olmuştur. Siyasal Yönetim Biçimleri ve Eğitim Düzeyi Ünlü siyasal bilimci yazarlar Gabriel A. Almond ve James S. Coleman dünyamızda uygulana gelmekte olan siyasal yönetim biçimlerini üç gruba ayırmaktadır: 1. Otoriter siyasal sistemler
2. Yarı-demokratik siyasal sistemler
3. Demokratik siyasal sistemler Yazarlara göre bu siyasal yönetim biçimlerinden her biri; geleneksel, çağdaş ya da karma siyasal kurumlara sahip olabilirler. Aynı yazarlar, bu siyasal sistemlerin geçerli olduğu ülkelerdeki zenginlik, sanayileşme, kentleşme ve eğitim düzeyi gibi kalkınma ölçütlerini de gözden geçirmişler ve ilginç bulgular ortaya çıkarmışlardır. Konuya biraz yakından bakalım. 1. Otoriter Siyasal Sistemler Dünyamızdaki ülkelerin pek çoğu politikaların; tek adam, tek bir grup, ya da tek bir parti tarafından yönlendirildiği, “Baba en iyisini bilir" felsefesinin geçerli olduğu otoriter siyasal sistemlerle yönetilmektedir. Bu ülkelerde karşıt gruplara örgütlenerek kendilerini ifade hakkı tanınmamaktadır. Yönetimi ellerinde tutanlar, genellikle kelleyi koltuğa alıp eski yönetimi devirerek, ‘ülkeyi daha iyi yönetmek amacıyla’ devrim yapmış aydınlardır. Çoğu dünyanın diğer ülkelerini görmüş, oralarda eğitim yapmış, dünyadaki diğer siyasal yönetim biçimlerini, demokrasiyi bilen; komutanlar, polis şefleri, üst bürokratlar gibi toplumdaki rol ve statüleri önemli olan aydınlardır. Geleneksel siyasal kurumların yaygın olduğu otoriter toplumlarda, siyasal ve ekonomik alanda uzmanlaşma gelişmemiştir. Siyasal, ekonomik, askeri, sağlık, din vb. alanlara ilişkin tüm işlevler bir kişinin, ya da bir grubun elinde toplanmıştır. Tarıma dayalı kırsal nüfus, halkın büyük çoğunluğunu oluşturur. Bununla birlikte; nüfusun çoğunluğunun yaşadığı kırsal kesime okul ve öğretmen ulaştırılamamıştır. Oralarda kendilerine yetecek ve yönetici azınlığın payını ayıracak kadar (vergi) üretim yapmak yeterlidir. Bu yüzden de kişi başına düşen milli gelir düşüktür. Sanayileşme yeni başlamış, ya da ideal olarak kalmıştır. Toplumsal ve coğrafi hareketlilik; çağdaş sektörlerde hızlı, diğer sektörlerde yok denecek kadar yavaştır. Kısmen etnik, dinsel, kültürel ve ırksal nedenlere; kısmen de çağdaşlaşma sürecinin sınırlı ve yavaş işleyişine bağlı olarak, bu toplumlarda ulusal birlik ve bütünlük sağlanamamıştır. Bu toplumlar, çağdaş toplumun en belirgin özelliği olan çoğulcu toplum olma özelliğine sahip değillerdir. Bu toplumlarda; kabile, etnik grup, ırk, din mezhep ve çevre ekonomik yapısı insanları bir arada tutan egemen değerlerdir. Bu grupların ısrarlı varlığı ve insanlar üzerindeki etkisi, ulusal bir topluma bağlılık duygusunun, dolayısıyla ulusal birlik duygusunun oluşmasını geciktirir. Böyle toplumlarda, kişi davranışları genellikle, geleneklerle belirleniyor ve insanların dünyaları, dünya görüşleri bağlı oldukları gruplarla sınırlı kalıyor. Dış dünyaya açılma çok yavaş çok seyrek oluyor. Bu durum, böyle toplumların değişmeye, yenileşmeye karşı direnişlerinin nedenini açıklayıcı niteliktedir. Bu toplumlarda; geleneksel kitleler ile azınlıktaki Batıya yönelmiş elit arasında dünya görüşü ve yaşam biçimi yönünden bir uçurum bulunmaktadır. Toplumda siyasal ve yönetimsel kurumları kontrol eden, tüm toplum adına karar veren ve hareket eden azınlıktaki bu ikinci gruptur. Bu azınlıktaki aydınlar; toplumdaki siyasal etkinliklerin ve toplumsal değişmenin merkezinde yer alırlar. Bu toplumlarda; katılımcı siyasal etkinlikler oldukça sınırlıdır. Bununla birlikte tek liste, açık oy, gizli ayrımlı da olsa seçim vardır. Seçimler, genellikle seçmene sunulan tek listenin yüzde 95-96 gibi ezici çoğunluğuyla sonuçlanır. Böylece; yüzde 4-5 gibi de olsa, karşıt grupların bulunduğu, demokratik yönetim olduğu gösterilmeye çalışılır. Çünkü; varolan rejimin babaları olan liderlerin hedefleri, ülkelerini demokrasiye götürmektir. Onlar genellikle demokrasiye inanmışlardır. Ancak; “Daha vakit erkendir! Halkın eğitim düzeyi demokrasiyi yaşatacak düzeye gelmemiştir. Bir gün; eğitim düzeyi yeterli duruma geldiğinde, karşıt partilere de izin verilecek, serbest seçimler yapılacaktır.” Zaten bu siyasal rejimlerin adlarında bile demokrasi sözleri geçmektedir. Halk Demokrasisi, Afrika Demokrasisi, Güdümlü Demokrasi, Kooperatif Demokrasi, Arap Demokrasisi gibi adlar, büyük bir olasılıkla, bu rejimin liderlerinin hedeflerini göstermektedir. Ne var ki; genellikle bu liderler, hedefledikleri demokrasiyi kuramadan, “ülkeyi kurtarmak” üzere harekete geçen başka bir kişi, ya da grup tarafından yapılan bir devrimle yönetimden uzaklaştırılırlar. İster geleneksel, ister çağdaş, ister karma siyasal kurumlara sahip olsun, otoriter siyasal yönetime sahip olan ülkelerde, okur-yazarlık oranı, her alanda okullaşma oranı -kısaca eğitim düzeyi- özellikle bu rejimlerin geldiği dönemlerde, çok düşüktür. Bu ülkeler de; zamanla, eğitim düzeyi, okur-yazarlık oranı yükseldikçe toplum yeni bir siyasal aşamaya gelebiliyor. 2. Yarı-Demokratik Siyasal Sistemler Tüm işlevlerin tek kişi ya da grubun tekelinden kurtularak yeni güç odaklarının oluştuğu, belirli işlevlerin bu güçlerin eline geçmekte olduğu siyasal sistemlerdir. Bu sistemler içinde bir yaş da birden fazla muhalefet partilerine izin verilmiş parlamentoya, anayasa mahkemesine, gizli oy, açık ayırtma dayalı seçim gibi demokratik kurumlara sahip olan; fakat henüz halkın yegane siyasal güç durumuna gelemediği siyasal yönetim biçimidir. Siyasal yaşamda etkin başka güçler vardır. İktidarların; seçmene rağmen, seçmen dışı güçler tarafından değiştirilebildiği, bu toplumlarda zaman zaman görülür. Ayrıca; yani-demokratik siyasal sistemle yönetilen ülkelerde; etnik ayrılıklar, dinsel nedenler, ekonomik bağımlılık ve okur-yazarlık oranının düşüklüğü seçmenin siyasal bağımsızlığını engelleyebilmektedir. Fred Riggs’in Prizma Toplumu’nun ya da ünlü sosyolog Daniel Lerner'in Geçiş Toplumunun (Transitional Society) tüm özellikleri yani-demokratik siyasal sistemlerin geçerli olduğu ülkelerde açıkça görülür. Eski ve yeni kurumların, eski ve yeni kurumlara bağlı grupların yan yana bulunduğu, birbirine yan bakıştığı, birbirleriyle didiştiği bir aşamadır geçiş toplumları. Giderek uzmanlık alanlarının doğduğu, pazar ekonomisinin başladığı, sosyal güvencelerin istenmeye başlandığı bir aşamadır geçiş toplumları. Toplumda tüm işlevleri ellerinde tutan yönetici azınlığa yeni ortaklar çıkar bu aşamaya gelinirken... Bazı işlevlerini yitirirler yönetici gruplar. Kuvvetler ayrımı başlamıştır, fakat henüz berrak değildir. Prizmanın içindeki renkler gibi. Çağdaşlaşma çabası içinde olan bir toplumdur geçiş toplumu. Burada; eğitimin en önemli rolü, çağdaşlaşma için gerekli olan iletişim ağını oluşturmuş olması ve yaygınlaştırmasıdır. Kitle iletişim araçlarının gelişmesi, özellikle radyo ve TV, bu toplumları dış dünya ile sürekli ilişki içine getirmektedir. Fakat bunların (radyo, TV) eğitilmemişlere getirdiği mesajlar tam değildir ve kalıcı olmaktan yoksundur. İşlevsel okuryazarlık, bu sakıncaları büyük ölçüde giderecektir. Bununla birlikte; bu toplumlarda bugün gelişen teknoloji karşısında aydınlar arasındaki işlevsel bilgisizlik (functional illiteracy) en önemli sonun durumuna gelmektedir. Bu aşamada kitle iletişim araçlarının yaygınlaşmasıyla meydana gelen tutum değişmeleri ve giderek gelişen çelişkili beklentiler, çeşitli grupları köklü değişmelere iter. Siyasal ve toplumsal tansiyon artar. Oysa siyasal gelişme, yerel ve grup çemberinin ötesinde, ulusal birliği hızlandırıcı çabaları gerektirir. Eğer biçimsel olarak var olan siyasal sistem, özde de sağlıklı işlemek zorunda ise ulusal duyguların gelişmesi ve ortak değerlerde anlaşma sağlanması son denece gereklidir. Vatandaşlar çağdaşlaşma gereğinde uyumlu bir biçimde birleşemezlerse ve farklı görüşler, farklı istekler hoşgörü içinde bin arada; en doğruyu, en güzeli bulmaya yönlendirilmezse, toplumun siyasal yaşamına vatandaşların aktif ve bilinçli katkıları sağlanamaz. Bunu sağlamak için atılacak ilk adım da; ülkede çağdaşlaşmayı, demokratlaşmayı hedeflemiş, ulusal ideallerle beslenmiş eğitim düzeyini yükseltmektir. Biçimsel olanak demokrasinin var olduğu, fakat sağlıklı işlemediği, sık sık kazalara uğradığı bu ülkelerde, okur-yazarlık oranın in %50-90 arasında değiştiği, eğitimin kırsal kesime doğru yaygınlaştığı, meslek okullarının çoğalmaya başladığı görülebilmektedir. 3. Demokratik Siyasal Sistemler Bunlar; seçmene çeşitli seçeneklerin sunulabildiği çoğulcu, özgürlükçü demokrasinin sağlıklı olarak yaşayabildiği, adına çok partili demokrasi de denen siyasal sistemlerdir. Bu sistemler; her türlü görüşün siyasal arenada bir hizmet yarışı ve barış içinde bir arada bulunabildiği, hoş görünün egemen ve seçmenin siyasal iktidarları belirlemede ve değiştirmede tek etkin güç olduğu siyasal sistemlerdir. Bunlar; sivil yönetimin mutlak üstünlüğünün bulunduğu, seçmenin ve kamuoyunun siyasal kararların oluşmasında belirleyici olduğu, ilgi gruplarının ve meslek gruplarının örgütlenerek çok sayıda güç odağı oluşturdukları, her alanda yeni toplumsal güçlerin ve dengelerin var olduğu bir aşamada bulunan siyasal sistemlerdir. Demokratik siyasal sistemlerin sağlıklı bir biçimde yaşayabildiği ülkelerde; okur-yazarlık oranı yüzde 100’e ulaşmıştır. İlk ve ortaöğretim sorunu kalmamış, yükseköğretimde okullaşma oranları yüzde 50'lere ulaşmıştır. Böyle bir toplumda yaşayan bir kişinin, geri kalmış (geleneksel) bir toplumda yaşayan bir kişiye göre 100 kat fazla bilgi-haber sağlayabildiği tahmin edilmektedir. Bu bilgilerin yüzde 601 da okuma yoluyla kazanılmaktadır. Özet olarak; siyasal bilimciler, siyasal gelişme, yani demokratlaşma ile eğitim düzeyi arasında doğrusal ilişkiler olduğuna dikkat çekmektedirler. Girmek için başvurduğumuz Avrupa Topluluğu ülkelerinin tümü, Coleman’ın yarışmalı siyasal sistem (competitive) olarak adlandırdığı demokratik siyasal sistemle yönetilmektedir. Bu durum; bu siyasal yönetim biçiminin temel öğelerine daha yakından bakmayı gerekli kılmaktadır. Çağdaş Toplumun özellikleri ve Demokratik Siyasal Sistemin öğeleri Girmek için başvurduğumuz Avrupa Topluluğu ülkelerinde kurumlaşmış olan ve kazasız olarak işleye gelen siyasal yönetim biçimi; yarışmaya dayanan demokrasidir. Bu toplumlar, sosyologların verdikleri tanımlara göre modern toplumlar, çağdaş toplumlardır. Demokratik siyasal sistemlerle yönetilen çağdaş toplumların ilk bakışta görülen özellikleri şunlardır: • Kentleşme, büyük orandaki kentli nüfus, kentsel ve kırsal kesimde benzer yaşam standardı, yüzde 10’un altına düşmüş tarımsal nüfus.
• Okur-yazarlık başta olmak üzere eğitimin her düzeyinde ve kültüre ilişkin göstergelerde yüksek oranlar.
• Kişi başına düşen yıllık milli gelirin yüksek oluşu, yüksek yaşam standardı, güçlü bir orta sınıf.
• Yüksek teknoloji.
• Yüksek derecede sanayi ve ticarete dayalı ekonomi.
• Çağdaş, toplumsal ve ekonomik süreçlere halkın yaygın olarak katılımı.
• Yaygın sosyal ve ekonomik güvenceler.
• Kişisel insiyatifin ve insan haklarının sistemin merkezi olması. Öte yandan; çağdaş siyasal sistem olan çoğulcu demokrasinin en belirgin öğeleri şöylece özetlenebilir: 1. Farklılaşma (çoğulcu toplum, ilgi ve uzmanlaşmaya dayalı farklılaşma).
2. Açıklık.
3. Siyasal ve yönetimsel yapıda işlevsel belirginlik (kuvvetler ayrımı).
4. Seçenek çokluğu ve seçenekler arasında yarışma.
5. Ulusal bütünlük. Eğitim düzeyi ile ekonomik büyüme ve siyasal gelişme arasında olumlu bir korelasyon bulunmaktadır. Sağ ve sol dikta rejimlerinde; baskılara, haksızlıklara karşı baş kaldıranların, insan hakları savunuculuğu yapanların, bu yüzden “rejim karşıtı”, “halk düşmanı” gibi suçlamalarla cezaevlerinde ömür tüketenlerin, ya da akıl hastanelerinde “mikroplaşmış beyinleri" tedavi edilenlerin, o toplumun en iyi eğitim görmüş kesimlerinde görülmesi ve toplumda şair, bilim adamı gibi kişilerin hep aydınlar arasından çıkması, eğitim düzeyi ile demokratlaşma arasındaki olumlu korelasyonun varlığını kanıtlamaktadır. Abece 102,1995. 26-28.
 

ULUCAMİ ( BURSA )

Bursa Ulu Camii, aslen zaviye olarak yapılan, sonradan cami olarak kullanılmaya başlanmış olmasına rağmen çok ayaklı cami şemasının en klasik ve anıtsal örneği sayılır. I. Bayezid tarafından 1396-1400 yılları arasında yaptırılmıştır. Dikdörtgen planlı cami yaklaşık toplam 5000 metrekare boyutlarında olup 20 kubbe ile örtülüdür. Sekizgen kasnaklara oturan kubbeler mihrap duvarına dik beş sıra halinde dizilmiştir. Kasnaklar mihrap ekseni üzerindekiler en yüksek olmak üzere yanlara doğru gidildikçe her sırada daha alçak düzenlenmiştir.
Düzgün kesme taşlarla inşa edilmiş kalın beden duvarlarının masif etkisini hafifletmek için cephelerde her kubbe sırası hizasına gelmek üzere sağır sivri kemerler yapılmıştır. Her kemerin içinde iki sıra halinde ikişer pencere yer alır. Bunların gerek biçimleri gerek boyutları her cephede farklıdır. Son cemaat yeri bulunmayan yapının kuzey cephesinde köşelerde sonradan yapılan iki minare vardır. Minarelerin ikisi de beden duvarına oturmaz, yerden başlar. Batı köşesindeki minare I. Bayezid tarafından yaptırılmıştır. Sekizgen biçimli kürsüsü bütünüyle mermerden, gövdesi tuğladandır. I. Mehmet'in yaptırdığı söylenen doğu köşesindeki kare kürsülü minare, caminin beden duvarından da 1 m kadar ayrıktır.
Şerefeler her iki minarede de aynı olup tuğlalı mukarnaslarla bezelidir. Kurşun kaplı külahlar 1889'daki yangında ortadan kalkınca, bugünkü boğumlu taş külahlar yapılmıştır.Türk islam dünyasının en eski camilerinden birisi ulu camiidir. Minberin giriş kapısının üzerindeki kitabede altın yaldızla Osmanlıca olarak, 'Yıldırım Beyazıt Han tarafından hicri 804 (miladı 1399) yılında yaptırılmıştır' ibaresi yer alıyor. Bursa kent merkezinde, Atatürk Caddesi üzerindedir.
                                                                                 
                                                                                                  VİKİPEDİ

ÇİLEKLİ TART

Çilekli Tart


Malzemeler
  • 250 gr margarin
  • 2 yumurta
  • 1 kahve fincanı süt
  • 1 su bardağı toz şeker
  • 2 su bardağı un
  • Yarım çay kaşığı karbonat
  • 1 paket vanilya
  • Krema için
  • 2 su bardağı süt
  • 2 yemek kaşığı un
  • 1 yumurta
  • 3 yemek kaşığı toz şeker
  • 1 paket vanilya
  • 1 tatlı kaşığı margarin
  • Üzeri için
  • 300 gr çilek
  • Yarım çay bardağı file Antep fıstığı
  • Nane yaprağı
Tarif
  • Margarini eritin.
  • Şeker ve süt ilave edip mikserle karıştırın.
  • Yumurtaları ekleyin.
  • Unu ve karbonatı harmanlayıp azar azar ilave edin.
  • 28 cm çapında (ters çevrildiğinde ortası çukur olan) tart kalıbını yağlayıp hamuru içine dökün.
  • Önceden ısıtılmış 180 derece fırında pişirin.
  • Tart tabanı soğurken kremayı hazırlayın.
  • Süt, un, şeker, yumurta ve vanilyayı bir tencerede karıştırıp orta ateşte muhallebi kıvamına gelinceye kadar pişirin.
  • Ocaktan almadan 2 dakika önce margarini ekleyip karıştırın.
  • Soğuyan tart tabanını kalıptan çıkartın.
  • Ortadaki boşluğa kremayı doldurun.
  • Çilekleri saplarından ayırıp uzunlamasına dilimleyin ve tartın üzerine dizin.
  • Çileklerin üzerine Antep fıstığı serpiştirin ve nane yapraklarıyla süsleyin. Servis yapın.

KÖFTELİ PATATES YEMEĞİ

   MALZEMELER
  • 5-6 adet patates
  • 1 büyük domates
  • 2 adet köy biberi
Köfte için
  • 250 gram kıyma
  • 1 soğan
  • 2-3 adet ekmek içi
  • 1 adet yumurta
  • Tuz
  • Karabiber
  • Pul biber
  • Kekik (Diğer baharat tercihleri size kalmış fesleğen ve naneyi öneririm.)
Sosu için
  • 1 yemek kaşığı salça
  • Su
  • Tuz
Kızartmak için
  • Sıvı yağ

Soğanı rendeliyoruz, yumurta, kıyma, ufalanmış bayat ekmekler ve baharatlarını ekleyerek köftemizi yoğuruyoruz. İstediğiniz şekilde köftelerimizi şekillendiriyoruz. Patatesleri soyarak ay şeklinde kesiyoruz.Tavaya sıvı yağ dökülerek önce patatesleri sonra köfteleri kızartıyoruz.(Fırına gireceği için tam olarak kızarmış olması önemli değil). Patatesler altta olacak şekilde fırın kabına malzemeleri yerleştiriyoruz. İlk önce patates sonra köfteler daha sonra ay şeklinde dilimlediğimiz domates onun üzerine doğradığımız biberleri koyuyoruz .Salça ve suyla sos hazırlıyoruz. Bütün malzemelere değecek şekilde sosu üzerinde gezdirerek döküyoruz. 180-200 derece fırında domatesler pişene kadar tutuyoruz. Afiyet olsun :)
Köfteli Patates Yemeği

9 Nisan 2013 Salı

NEDEN HIÇKIRIRIZ?

NEIL H. SHUBIN, SA 2009

Hıçkırıklar bir kaç dakikalık bir rahatsızlıktan aylara, bazı nadir durumlarda da yıllara değin uzanan ve önemli düzeyde yaşam tehlikesi oluşturan sorunlara yol açabilirler. Hıçkırık boğazdaki ve göğüsteki kasların kasılması ile oluşur. Karakteristik ‘hık’ sesi , boğazın arka kısmında yumuşak dokudan oluşan bir kapak olan epiglotis (küçük dil) kapanırken havayı çok keskin bir biçimde içeri aldığımızda çıkar. Bu hareketlerin tümü tamamen istemsizdir, düşünmeden hıçkırırız. Hıçkırıklar pek çok nedenden dolayı oluşabilirler; çok hızlı ya da çok fazla yediğimizde; hatta daha ağır koşullarda örneğin göğüs bölgesindeki tümörler hıçkırığa neden olabilir.

İyi desteklenen bir varsayıma göre hıçkırıklar, birisi balıklarla diğeri de yüzergezerlerle (amphibians) paylaşılan en az iki tabaka evrimsel geçmişe işaret eder. Soluk almada kullandığımız iki ana siniri balıklardan edindik.

Sinirlerin bir grubu, frenik (phrenic), kafatasının tabanından çıkar, diğer yerlerin yanısıra göğüs boşluğu ve diyaframdan geçer. Bu zorlu yol sorunlar yaratır; frenik sinirlerin yolunu kesintiye uğratan herhangi bir engel nefes alma yeteneğimizi olumsuz etkiler. Frenik sinirlerin tahriş edilmesi hıçkırığa da yol açabilir. Daha rasyonel bir tasarım sinirleri enseden değil diyaframa yakın bir yerden geçirirdi. Bir şanssızlık eseri bu tasarımı solungaçları bir diyaframın altında değil de enselerine yakın olan balıksı atalarımızdan miras aldık.

büyütmek için tıklayın
Eğer sinirlerin bu tuhaf yolu balık kökenimizin bir ürünüyse, hıçkırık, yüzergezerlerle paylaştığımız evrimsel geçmişten kaynaklanıyor olabilir. Hıçkırıkların kas ve sinir etkinliğine ait karakteristik örnek diğer canlılarda da doğal bir biçimde oluşmuştur ancak bu her canlıya özgü bir durum değildir. Bunlar özellikle hem akciğerlerini hem de solungaçlarını solumak için kullanan kuyruklu kurbağalarda ortaya çıkar. Kuyruklu kurbağalar solungaçlarını kullandıklarında, bir sorunla karşılaşırlar- suyu önce ağızlarına ve boğazlarına pompalamak sonra da solungaçları boyunca geçirmek zorundadırlar, ama bunu yaparken suyun akciğerlerine girmesini önlemeleri gerekir. O halde ne yaparlar? Soluk borusunu kapamak için dilciği (glottis) suyu ani bir biçimde içeri çekerken kapatırlar. Aslında böylelikle hıçkırığın genişletilmiş bir türünü kullanarak solungaçlarıyla nefes almış olurlar.

Çok uzun bir süre evrimsel tarihimizi, ofislerde, kayak parkurlarında ve futbol alanlarında değil, değişik zamanlarda, çok eski okyanuslarda, küçük ırmaklarda ve savanlarda geçirdik. Geçmişimiz ve bugünkü durumumuz arasındaki bu olağanüstü kopukluk vücudumuzun zaman zaman belli öngörülebilir şekillerde denetimi kaybetmesine yol açar. İnsan dizindeki, beldeki ve bileklerdeki kemikler, su canlılarında yüzlerce milyon yıl önce ortaya çıktılar. O halde dizlerimizdeki kıkırdağı yırtmamız, iki bacak üzerinde yürürken bel ağrısı duymamız, bilgisayar kullanırken, örgü örerken veya yazarken karpal tünel sendromu oluşması şaşırtıcı olabilir mi? Balık ve yüzergezer atalarımız bunları yapmıyorlardı.

Bir balığın vücut planını ele alın, bir solucan türünün vücudunu oluşturan genleri değiştirerek uyarlayın, daha sonra da onu dik bir şekilde yürüyen, düşünen ve parmaklarını son derece ince bir biçimde denetleyebilen bir memeli olarak giydirin, böylece felaketi davet etmiş olursunuz. Bu balığı ancak bir bedel ödeyerek giydirebiliriz. Mükemmel bir biçimde tasarlanmış olan -yani uzatılmış tarihsel mirası olmayan- bir dünyada basurdan ya da fıtıkdan çekmek zorunda kalmazdık. Ne de binalarımızı yenilemek bu kadar pahalı olurdu.