13 Nisan 2012 Cuma

Karar sizin!

Kâfirin kâfirliğini yapmasını hiç yadırgamıyorum da, mü'minin çeşitli sebeplerle, kâfir sıfatlarına takılıp kalmasını hazmedemiyor ve buna bir türlü mana veremiyorum. Evet, bir müessese içinde iki insan birbirlerinin hizmetlerini engelliyorsa, kâfir olmasalar bile, kâfirlik yapıyorlar demektir. Hırsları, kaprisleri, haset ve kıskançlıkları sebebiyle başkalarına çelme takıyorlarsa kâfirlik yapıyorlar demektir. Her mü'minin her sıfatı mü'min olmayabilir tıpkı her kâfirin her sıfatının kâfir olmadığı gibi. Yukarıda zikredildiği şekilde davranan insanlar, üzerlerinde kâfir sıfatı taşıyan mü'minlerdir. Fakat bizim sıfat olarak kâfirliği bırakıp mü'minliğe açılmamız lâzımdır. Zira Allah, insanlara, taşıdıkları sıfat ve o sıfatlara göre yaptıkları amelleri nazara alarak muamelede bulunuyor. Ve bence, üzerinde hassasiyetle durulacak mesele de işte budur! Tekrar ediyorum mü'min, kâfir sıfatlarının mağlûbu olmamalıdır. Meselâ, düşünmemek, sistemli çalışmamak, vahdeti zedeleyici davranışlar içine girmek, mü'minlere karşı hazımsızca davranmak, küçük küçük meseleleri öne çıkartıp büyütmek, kavga etmek, dedikodu, gıybet ve suizanlara girmek... Evet, bütün bunların hepsi birer kâfir sıfatıdır. Ve bunca kâfir sıfatını üzerinde taşıyan bir insanın ve böylesi insanları bünyesinde barındıran bir müessesenin muvaffak olması kat'iyen düşünülemez. Ne kadar arzu ederdim, 24 saat hizmet uğrunda ölesiye çalışan çalışıp muvaffak olan bir arkadaşın, gelip bana 'Hocam, Allah bana şunları, şunları yaptırdı. Fakat ben, bu işlerin benden olduğunun bilinmesini istemiyorum. Ben yine aynı şekilde perde arkasında ölesiye çalışsam, çalışsam ama tembel oturan miskin bir insan gibi görünsem.' demesini. Evet, yıllardan beri günümüz insanından benim beklediğim hep bu oldu. Heyhat! Bunu bulduğumu söylemede biraz zorlanacağım. Ne yapacağız o zaman? Gelin mukaddes tanıdığımız değerler üzerine yemin edelim. Dinimiz üzerine.. çoluk çocuğumuz üzerine.. ailelerimiz üzerine yemin edelim.. Rabbimize en yakın olduğumuz dakikalarda.. gecenin sessizliğinde: 'Eğer bu müessesede kavga çıkartırsak, hazımsız davranırsak, gıybet yaparsak, suizanna düşersek çoluk-çocuğumuz, mal ve menalimiz şöyle olsun-böyle olsun!..' diyelim ve söz verelim birbirimize.. el sıkışalım ve kenetlenelim birbirimizle.. ücret esnasında Ali Bey, Veli Bey diyerek kendimizi kenara çekelim ama hizmet adına gelen tekliflere de 'Başüstüne' deyip hemen o işi yapmaya koyulalım. O zaman, işte bu ruhun karşısında ne kâfirin gücü, ne şeytanın plânı, ne ifritlerin dehası ne de nefsin vesvese ve desiselerinin tesirinin kalmadığını göreceğiz.. ve işlerin ahenk içinde yürüdüğünü müşahede edip, aşk u şevkle yeniden kanatlanacağız.

Boğmaca, çocuklara anne baba ve kardeşlerden bulaşıyor

'Bordetella pertussis' adlı bakteri ile meydana gelen ve bulaşıcılığı yüksek olan boğmaca, öksürükle kendini gösteriyor. Çocukluk çağı hastalığı olarak kabul edilmesine karşın tüm yaş gruplarını etkiliyor. Gazi Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ufuk Beyazova, son yıllarda okul çocuklarında ve ergenlerde boğmaca vakalarının azımsanmayacak ölçüde artış gösterdiğini belirtiyor. Genelde iki haftadan uzun süren öksürük şikâyeti ile tanınan boğmacanın yeni doğan ve süt çocuklarında ağır seyrettiğini ve ölüm gibi ciddi komplikasyonlara yol açtığını ifade eden Beyazova, "Yeni doğanlara ve süt çocuklarına boğmaca, yüzde 75 oranında anne-baba ve kardeşler ve diğer kişilerden bulaşmaktadır. Süt çocuklarına boğmaca bulaştırmada yüzde 32 oranında anneler, yüzde 15 oranında babalar ve yüzde 20 oranında 4-19 yaş aralığındaki kardeşler sorumludur." diyor. Gazi Üniversitesi Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Figen Şahin ise bebekleri korumak için bebekle teması olan anne-baba- kardeş, bakıcı ve sağlık çalışanlarının aşılanmasını içeren 'koza stratejisi'ni öneriyor. Bebeklerin de korunması için 2., 4. ve 6. aylarda aşılanması gerekmektedir. Bebeğinizi bu süre içinde öksüren kişilerden uzak tutun.

Erken evliliklerde yaşanan düşükler, psikolojiyi de bozuyor

Dicle Üniversitesi Psikiyatri Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr. Yasin Bez, evlenecek kişilerin biyolojik gelişiminin tamamlanmış olması gerektiğini söyledi. Yasin Bez, erken yaşta dünyaevine giren genç kızlarda düşük yapma oranının, 18 yaşından sonra yapılan evliliklere göre daha fazla olduğunu kaydetti. Bez, "Henüz biyolojik gelişimini tamamlamamış bir insana hamilelik yükü yüklenmiş oluyor. Dolayısıyla beden o yükü kaldıramıyor ve düşük oluyor. Psikolojileri de bozuluyor. Erken yaşta evlenen kadınlar çok sık bedensel şikâyetlerle hastaneye başvuruyor. Bazı insanlarda bedensel ama tıbben açıklanamayan ağrılar oluşuyor." dedi. Diyarbakır'da 18 yaş altı evliliklerle ilgili bir araştırma yaptıklarını söyleyen Yrd. Doç. Dr. Yasin Bez, erken yaşta evlendirildiği için kadınlarda iç çatışmaların yaşanabildiğini, kendini ifade edemediği zaman da vücudunda sebebi belirsiz ağrıların ortaya çıktığını aktardı. Yasin Bez, "Yaptığımız araştırmaya göre, bu ağrı ve şikâyetleri doktorlar açıklamakta başarılı olamıyor. Psikiyatrinin devreye girmesi gerekiyor. Bu insanlardaki sıkıntı sürekli vücuduna vuruyor ve baş ağrısı yapıyor. Stresten mideye kramp girebiliyor. Hastalar tedavi göremediği için yaşam kalitesi düşüyor. Ayrıca bir sürü sağlık harcaması yapılıyor." diye konuştu.

Cep telefonsuz bir hayat, çok bunaltıcı

Birkaç yıl önce 'SMS'siz olmaz' diyenler, artık mobil interneti olan telefonlardan mahrum kalma korkusu yaşıyor. İngiltere'de yapılan bir araştırmada soruları cevaplayanların yüzde 66'sı telefonlarını kaybetme fikrini 'çok bunaltıcı' olarak cevapladı. Gençler de sosyal ağlara sürekli bağlı kalmak istiyor. İngilizce "no mobile phobia"dan türetilen "nomofobi" ya da cep telefonundan mahrum kalma korkusu, özellikle sosyal ağlara sürekli bağlı kalmak isteyen gençleri etkiliyor. 2008'de "nomofobi" teriminin ilk olarak çıktığı İngiltere'de şubat ayında bin kadar cep telefonu kullanıcısının katılımıyla yapılan araştırmada, soruları cevaplayanların yüzde 66'sı cep telefonlarını kaybetme fikrinin kendilerini "çok bunalttığını" belirtti. Bu oranın 18-24 yaşlarındaki gençlerde yüzde 76'ya çıktığını gösteren ve cep telefonları için güvenlik önlemleri geliştiren SecurEnvoy adlı şirket tarafından yapılan araştırmaya katılanların yüzde 40'ı ayrıca iki cep telefonuna sahip olduğunu kaydetti. Yeni teknolojiler konusunda uzman FaDa ajansından Damien Douani, araştırma sonuçlarıyla ilgili yorumunda, "Akıllı telefonların ortaya çıkışıyla iş iyice büyüdü ve sınırsız bir hal aldı. Artık herkesin hizmetlere erişimi var. Neredeyim? Yakında lokanta var mı? Hafta sonu için tren bileti alacağım, gecemi planlayacağım, vesaire..." diye konuştu. Birkaç yıl önce SMS'nin bir tür nomofobi olarak görüldüğünü ve durmadan kısa mesaj yazanları tanımlamak için "başparmak nesli" bile dendiğini söyleyen Douani, ancak mobil internetle akıllı telefonun 10 bin SMS gücünde olduğunu ifade etti. Damien Douani, "Google refleksi mobile de geçti, bilgiye ihtiyacım var ve her şeye yanıt buluyorum, bu büyük bir kolaylık." dedi. Fransa'da geçen ay yapılan benzer bir araştırmada da Fransızların yüzde 22'si cep telefonları olmaksızın bir gün bile geçirmelerinin "olanaksız" olduğunu açıklarken, bu oranın 15-19 yaşlarında yüzde 34'e çıkması dikkati çekti. Mingle şirketi tarafından bin 500 cep telefonu kullanıcısının katılımıyla yapılan araştırmada, soruları cevaplayanların yüzde 29'u telefonlarında 24 saatten fazla vazgeçebileceklerini, "ama bunun çok zor" olacağını söylerken, yüzde 49'u bunun bir sorun teşkil etmeyeceğini ifade etti. Son 10 yıldır yapılan Dünya Cep Telefonsuz Günü'nün organizatörü Phil Marso, "Akıllı telefonlarına bağımlı insanları anlayabiliriz, çünkü her şeyleri, tüm hayatları onun içinde. Cep telefonlarını kaybeder ya da bozulursa, kendilerini dünyadan tamamen kopuk hissederler. İnsanlık dışı bir alet. Bir gün sokakta, aradığı sokağı bana sormak yerine akıllı telefonunun ekranındaki haritayı gösterene bile rastladım." diye konuştu. ANKARA AA

Fruktozlu içecekler sağlığa zararlı mı?

Meyve sularında, gazlı içeceklerde ve hazır tatlılarda mısırdan elde edilen fruktoz şurubu kullanılıyor. Araştırmalar, günde ikiden fazla kutu fruktozla tatlandırılmış içecek alan kişilerde, kalb hastalığı riskinin yüzde 35 daha fazla olduğunu söylüyor. Ayrıca fruktozlu gıdaların diyabet, hipertansiyon ve obeziteye sebep olduğu belirtiliyor. Son yıllarda mısırdan elde edilen fruktoz şurubu tüketimi gittikçe artmaktadır. Fruktoz şurubu, hem gazlı içeceklerde, meyve sularında, hem de baklava ve benzeri tatlılarda kullanılmaktadır. Fruktoz şurubunun tercih edilmesi; koruyucu özelliği ile tatlandırıcılığının fazla olmasından ve iştah artırıcı tesiri dolayısıyla bir nevi beslenme bağımlılığı yapmasındandır. Fruktoz şurubu, mısırdaki tabiî glikozun izomeraz enzimi ile fruktoza dönüştürülmesiyle elde edilir. Fruktoz şurubunu aşırı tüketmek, en başta obezite olmak üzere metabolik sendroma, ateroskleroza, hipertansiyona, aterosklerotik kalb ve böbrek hastalıklarına yol açabilir. Halk dilinde karbonhidratlara (sakkaritler) şeker denir. Yediğimiz şekerler sindirim sisteminde glikoz, fruktoz ve galaktoz monosakkaritlerine parçalanır. İnce bağırsaktan emilen bu monosakkaritlerin hemen hemen tamamı karaciğerde önce glikoza çevrilir. Kana geçen şekerlerin yüzde 80'i glikozdur. Bu sebeple kanda çok az fruktoz ve galaktoz vardır. Toklukta kanda glikoz miktarı yükseldiğinde, pankreastan bunu düşürmekle vazifeli insülin salgılanır. İnsülin, glikozun kandan enerji ihtiyacını karşılamak üzere hücrelere geçirilmesinde, dolayısıyla kan şekerinin azaltılmasında görev yapar; ayrıca ihtiyaç fazlası glikozun öncelikle karaciğerde glikojen şeklinde depolanmasında da rol oynar. Karaciğer ve iskelet kasındaki glikojen depoları dolduktan sonra glikoz, yağ olarak depolanır. FRUKTOZUN GLİKOZDAN NE FARKI VAR? Meyvelerde bulunan fruktozun bağırsaklardan emilimi, meyvenin içindeki liflerden dolayı yavaştır. Çünkü lifler, fruktozun kana geçmesini engellemekte veya dengelemektedir. Ancak fruktoz meyve suyu olarak tüketilirse, lif sayısı çok az olduğundan hızlı emilir ve kana çabuk geçer. Yemekten sonra kanda artan glikozla, hipotalamustaki tokluk merkezi nöronları uyarılır ve kişi kendini tok hisseder. Aynı anda açlık merkezi nöronları da baskılanıp, açlık duyusunun yok edilmesi sağlanır. Ancak fruktoz tokluk hissi oluşturmaz. Dolayısıyla kanda glikoz değil de fruktoz aşırı yükselirse, kişi tok olmasına rağmen, tokluk hissi ortaya çıkmadığı gibi açlık hissi de bastırılamamaktadır. Neticede kişi fruktozlu gıdaları yedikçe daha fazla yemek istemektedir. Fruktozun tokluk hissini uyarması, ancak karaciğerde glikoza çevrildikten sonra mümkündür. FRUKTOZLU İÇECEKLERİN KALP KRİZİ RİSKİ VAR Fruktozun gıda olarak alınmasında -insülin salgılatma rolü olmadığından- yağlar, kanda ve karaciğerde birikir ve neticede karaciğer harabiyetine ve damar sertliğine zemin hazırlanır. Deney hayvanlarında fruktoz ile beslenme neticesinde, yağ üretiminin yağ dokusundan karaciğere kaydığı ve bunun neticesinde karaciğer ve kan yağlanması riskinin arttığı bulunmuştur. Bu kaymanın iki sebebi vardır: Birincisi, fruktoz karaciğerdeki yağ üretici enzimlerin artmasına tesir ederken, yağ dokusunda bu tesir olmamaktadır. İkincisi fruktoz, glikozun yağ dokusunda yağlara dönüşmesinde engelleyici rol oynar. Ayrıca fruktoz tüketiminin kan yağlarında yükselmeye sebep olduğu bulunmuştur. Günde iki veya daha fazla kutu fruktozla tatlandırılmış içecek alan kişilerde, kalb hastalığı riskinin yüzde 35 daha fazla olduğu bulunmuştur. Deney hayvanlarındaki bazı çalışmalarda fruktozla beslenmenin, yüksek tansiyona sebep olduğuna dâir yayınlar vardır. Aşırı fruktoz tüketiminin hem karaciğer hem de periferik dokularda insülin direncine sebep olduğuna ve bu yolla şeker hastalığına sebep olabileceğine dâir çok sayıda çalışma vardır. Son yıllarda yapılan bir çalışmada da aşırı fruktoz tüketiminin böbrek hastalıkları için bir risk olduğu, glomeruler hipertansiyon, renal harabiyet ve iltihap (inflamasyon) ve böbrek tüp ve dokusunda hasara sebep olduğu iddia edilmiştir. Son 35 yılda fruktoz şurubu kullanımındaki artış ile şişmanlık arasında paralellik bulundu. Ayrıca 1.749 kız ile erkek çocuk ve genç üzerinde yapılan bir çalışmada, vücut kitle indeksi ile aşırı fruktoz ihtiva eden gazlı içeceklerin (kola ve benzeri) tüketimi arasında pozitif bağlantı bulunmuştur. Bu çalışmayı destekleyen çok sayıda çalışma vardır. Bu açıdan aşırı fruktoz alımının, şişmanlık, damar sertliği, şeker hastalığı gibi birçok hastalığın birlikte olduğu "metabolik sendroma" yol açtığı bilinmektedir. Endüstri, fruktozdan vazgeçemiyor Fruktoz şurubu, son yıllarda giderek artan nispetlerde gıda endüstrisinde kullanılmaktadır. Amerika Birleşik Devletleri Gıda ve İlâç Dairesi'nin (FDA) 2000 yılı raporuna göre fruktoz şurupları, yaklaşık yüzde 50'den fazla fruktoz ihtiva eden şeker karışımıdır. Nem çekme özelliği ile gıda ürünlerinin kurumasını önler. Tatlılık derecesi yüksek olduğundan, çoğunlukla aromalı gıdalarda bilhassa gazlı içeceklerde ve meyve sularında kullanılır. Su çekme basıncının yüksek olması ile gıda ürünlerinde mikrop üremesini önler ve gıdaların dayanıklı olmasında rol oynar. Yüzde 42 ila 55 fruktoz ihtiva eden şuruplar, fırın ürünleri, çeşitli hububat ürünleri, süt mamulleri ve işlenmiş gıdalarda, gazlı ve gazsız içeceklerde, dondurmada ve dondurulmuş tatlılarda kullanılır.

İstirahat halinde iken el titremesine dikkat edin

Doç. Dr. Okan Doğu, parkinson hastalığının görülme yaşının 20'li yaşlara kadar düşebildiğini söyledi. Doğu, tarımsal ilaçların ve kuyu suyu kullanmanın parkinson riskini artırdığını belirtti. Hastalık çok yavaş ilerlediği için belirtileri de fark edilemiyor. Hareketlerde yavaşlama, istirahat halinde ellerde titreme, kaslarda sertlik ve denge bozukluğu ile ortaya çıkan parkinson, yaşlılık hastalığı olarak bilinse de başlangıç yaşı 20'lere kadar inebiliyor. Nörolojik bir hastalık olan parkinson, tedavi altına alınmadığında hayat kalitesini düşürüyor. Parkinson Hastalığı Derneği Yönetim Kurulu Üyesi Doç. Dr. Okan Doğu, çilek, yaban mersini ve elma gibi meyvelerin içerdikleri bazı antioksidan maddeler nedeniyle erkeklerde hastalık riskini yüzde 40 civarında azalttığını belirtiyor. Ancak bu besinleri düzenli tüketmek gerekiyor. Egzersiz de beyin sağlığını koruyor. Parkinson Hastalığı Derneği'ne göre ülkemizde 100 bin civarında parkinson hastası bulunuyor ve bu rakamın 2030 yılında iki katına çıkacağı öngörülüyor. Türkiye'deki hastaların yüzde 60'ı ise bu hastalığa yakalandığının farkında değil. Kronik ilerleyici bir hareket hastalığı olan parkinson, hareketlerin kontrolü ve koordinasyonunda görevli dopamin kimyasal maddesini üreten hücrelerin yavaş yavaş ölmeye başlaması sonucu ortaya çıkıyor. Doç. Dr. Doğu, ülkemizde genç parkinson hasta sayısının fazla olduğunu ifade ediyor. Akraba evliliği nedeniyle genç yaşlarda genetik parkinson hastalığının görüldüğünü belirten Okan Doğu, tarımsal ilaçlara maruz kalma ve içme suyu için kuyu suyu kullanmanın hastalık riskini artırdığını söylüyor. Belirtileri neler? Parkinsonun belirtileri genellikle çok sinsi ve yavaş bir biçimde başlıyor. Ancak en sık rastlanılan belirti sadece bir elde başlayan istirahat halinde görülen titremedir. Kişi harekete başladığında veya dikkatini titreyen vücut bölgesine çevirdiğinde titreme azalır ya da kaybolur. Ancak yürürken tekrar belirginleşir. Hastalığın diğer belirtileri ise şöyle: El yazısında ani küçülme, koku duyusunda kayıp özellikle muz, turşu, meyan kökü gibi yiyeceklerin kokusunu alamama, derin uyku esnasında yatakta tekmeleme, vurma, yürürken kolları sallayamama, kabızlık, düşük tonlu konuşma...

Karanlıklara ışık tutmada acele edin!..

Resûl-i Ekrem Efendimiz, hayırlı işleri sürekli erteleyen ve bugünün işini yarına bırakan kimselerin kendilerini büyük bir tehlikeye attıklarını belirtmiş; ölüm gelip çatmadan tevbe etmekte, ahiret için azık toplamakta, zekât ve sadaka vermekte ve namazı vaktinde kılmakta acele edilmesi gerektiğini beyan buyurmuştur. Bu konuda, Hazreti Ömer ile koşarak camiye giden bir çocuk arasında geçen konuşma pek ibretamizdir: Hazreti Ömer Efendimiz, her zamanki gibi namaza giderken koşarak yanından geçen bir çocuk görür. Ona seslenir; 'A be evlat, bu ne acele?' der. Çocuk, 'Namaza gidiyorum, cemaate yetişmek istiyorum' cevabını verir. Mü'minlerin emiri, 'Sen daha küçüksün..' mukabelesinde bulununca; çocuk, 'Efendim, dün komşumuzun oğlu vefat etti; o benden de küçüktü.' der ve hızlı adımlarla caminin yoluna koyulur. İşte, ecel kapıyı çalmadan evvel kulluk vazifelerini yerine getirmek konusunda o salih çocuk gibi acele etmek makbul bir aceleciliktir. İslam âlimleri, Peygamber Efendimiz'in söz ve uygulamalarına bakarak özellikle beş hususta ağır ve yavaş davranmamak gerektiğini söylemiş; bu meselelerde 'acele' denecek kadar seri hareket etmenin lüzumuna dikkat çekmişlerdir: Misafir gelir gelmez ona yemek ikram etme, bir günahın ardından hemen tevbe kurnasına koşup af dilenme, özellikle farz namazları vaktinde ikâme etme, çocuklara dinî bilgileri güzelce öğretme, zamanı gelince de onları geciktirmeden evlendirme ve bir de cenaze namazını çabucak kılarak vefat eden insanı bir an önce defnetme konularında acele etmenin makbul ve daha faziletli olduğunu bildirmişlerdir. Acele edilmesi gereken ameller cümlesinden olarak, Allah'ın yüce adının ve Resûl-i Ekrem'in davasının dünyanın her yanına yayılmasını düşünüyorsanız, elde ettiğiniz fırsatları o istikamette değerlendirme hususunda da âhesterevlik etmemelisiniz. Cenâb-ı Hakk'ın ihsan ettiği imkânlarla yeryüzünün dört bir yanında eğitim müesseseleri açabilecekseniz, daha çok yere giderek daha çok beldeyi diyalog ve dünya barışı adına bir sulh adacığı haline getirebilecekseniz, bu meselede de kat'iyen yavaş davranmamalı, bilakis acele hareket etmelisiniz. binlere, onbinlere ulaşın Şayet, bugün Anadolu'nun bağrından çıkıp cihana yayılan samimi insanların yurtdışında açtığı birkaç yüz okul varsa, keşke bu sayı birkaç bin olsaydı. Olsaydı da, dünyanın dört bir bucağında, bu okullar vesilesiyle aynı eğitimi alan, aynı duyguları paylaşan, aynı düşünceleri taşıyan ve bir araya geldiği zaman aynı dili konuşan on binlerce talebe bulunsaydı.. bulunsaydı ve bu münevver insanların herbiri kendi ülkesinde dostluğun, diyaloğun ve evrensel barışın temsilciliğini yapsaydı. İşte, keşke bu mevzuda asla âhesterevlik edilmeseydi.. keşke eğitim gönüllüleri az yese, az uyusa ve az dinlenselerdi ama günde birkaç yere derse gitse, bir sonraki yere yetişmek için acele etse ve ocak tüttürmedikleri hiçbir diyar kalmaması için dur-durak bilmeden koştursalardı. Evet, diyalog çalışmaları vesilesiyle herkesle münasebete geçmeli ve bazıları sizi çok yanlış bir şekilde anlatmadan insanlara kendinizi tanıtmalısınız. Şimdiye kadar diyalog sahasında yalnız at oynatan ve çoğu zaman bu mülahazayı istismar eden bir kısım teşkilatlar, bazı organizasyonlar onu bütün bütün kendi inhisarları altına almadan kendi değerlerinizi herkese anlatmalısınız. Bu zamana kadar bazıları diyaloğu kendi güdümlerinde görüyor ve onu kendi emellerine ulaşmaya vasıta olarak kullanıyorlardı. Onlar, samimi diyalog taraftarı değillerdi; fakat şimdi değişik felsefe ve inançların müntesipleri arasından bunun samimi taraftarları da çıktı. Bir yönüyle, herkes diyalog ortamını kendi inandığı değerler ve beğendiği kültür birikimi adına serbest dolaşım için önemli bir fırsat saymaya başladı. Dolayısıyla, hemen her düşüncenin temsilcileri belde belde, ülke ülke geziyor ve gezdikleri her yerde kendi güzelliklerini neşrediyorlar. Şayet, sizin de hakikaten kadirşinas olan insan vicdanı tarafından beğenilecek bazı değerleriniz ve hatırı sayılır bir kültür mirasınız varsa, siz de aynı yolu izlemeli; daha çok yere gitmeli, daha çok insanla bir araya gelmeli ve dilbeste olduğunuz hakikatleri daha yaygınca anlatmalısınız. Şimdiye Kadar Neredeydiniz? Mesela; yeryüzünde bizim ulûhiyet telakkimiz kadar sağlam ve arızasız bir uluhiyet anlayışı yoktur. Koca bir dünya Yüce Yaratıcı'yı yanlış biliyor; isimsiz, sıfatsız ve şe'n-i Rubûbiyetsiz bir ilah telakkisi peşinde gidiyor; 'God' kelimesinin darlığı içinde ve 'Diyo' yakıştırmasının sığlığına bağlı bir ilah ve mabud anlayışı takip ediyor. Bu gidişle ulûhiyet hakikatini gerçek mahiyetiyle ve kendi enginliğiyle duyabilecek gibi de görünmüyor. Öyleyse, onu biz duyurmalı ve hakikatler hakikatini biz ilan etmeliyiz. Şayet, bu vazifenin gereğini yerine getiremez ve mefkûremiz hesabına bizi bekleyen böyle bir takdim görevinde âhesterevlik edersek vefasızlık yapmış ve çok büyük bir kusur işlemiş sayılırız. Aynı zamanda, bizim vesilemizle hidayete eren bahtiyar kimselerin 'Şimdiye kadar neredeydiniz? Keşke birkaç sene önce gelseydiniz! Gelseydiniz de hayatı boyunca hep bir arayış içinde bulunan ama Allah'ı, Hazreti Muhammed'i ve Kur'an'ı hiç duyamadan altı ay önce aramızdan ayrılan babama da bu yüce dîni öğretseydiniz!..' çığlıklarına verecek bir cevap bulamayız. Bu itibarla da, bu meselede acûliyete ihtiyaç vardır.