27 Kasım 2011 Pazar

Çarşı-pazardan nebiler-sıddıklar safına

Medîne'nin Gülü Varlığın Özü Efendimiz, kalbi zühde göre programlandığı için fakirlerden fakir yaşamayı tercih etmiş ve ömrünü hep zâhidâne geçirmiştiZira O, ümmetine ve hususiyle de irşad erlerine misal olma mevkiinde idi. O, böyle davranmakla hem tebliğ ve temsil vazifesinin dünyaya alet edilmemesi gerektiğini eşsiz yaşantısıyla göstermiş, hem bu yüce vazifede "Benim mükafatım ancak Allah nezdindedir." diyen bütün peygamberlerin duygularını yeniden seslendirmiş hem de Kur'an hadimlerine bir örnek, bir rehber olma sorumluluğunun hakkını vermişti. Bundan dolayı, hayatını en fakirane bir çizgide sürdürmüştü.. sürdürmüştü ama ümmetinin fakr u zaruretine asla razı olmamış; ashabını çalışıp kazanmaya, güçlü bir toplum meydana getirmeye teşvik etmiş ve onları el açan değil, el uzatan insanlar olma ufkuna yönlendirmişti.

İşte, zühdün ferde ve topluma bakan yanlarını tefrik edemeyen, takva ile alakalı hakikatleri ve incelikleri kavrayamayan bazı kimselerin ticareti, çok çalışıp çok kazanmayı ve zengin olmayı gereksiz, hatta zararlı görmelerine karşılık, Allah Resûlü, "Sadık ve emin tacir; şehitlerle, sıddıklarla ve nebilerle beraberdir." diyerek, bir manada müminleri ticarete teşvik etmektedir. Şu kadar var ki, Allah'ın en sevgili kullarıyla beraber haşredilmesi için ticaret adamının mutlaka doğru, dürüst ve güvenilir bir insan olması gerektiğini de nazara vermektedir.

Evet, İslam'ın ticaret ahlakını esas alan bir tacir, dürüstlüğü, doğru sözlülüğü ve güvenilirliği ile muhatabına güven vermelidir. Müşterinin bilgisizliğini, gafletini ve ihtiyaç içinde olmasını suiistimal etmemeli ve asla kimseyi aldatmamalıdır. Hatta aldatan ve kandıran bir insan olmayı, İslam dairesinin dışına çıkma gibi saymalı ve böyle bir akıbetten ürkmelidir. Evet, mümin aldansa da aldatmaz. Hazreti Sâdık u Masdûk Efendimiz, bir satıcının, ıslandığı için tartıda normal ağırlığından daha fazla gelen bir miktar buğdayı satmaya çalıştığını görünce, "Niçin ıslak tarafı halkın görebilmesi için üste getirmedin?" diyerek onu ikaz ettikten sonra, "Bizi aldatan bizden değildir" buyurmuş; kusurlu bir malı, ayıbını söylemeden satmanın bir Müslüman'a yakışmayacağını ve ondan gelen paranın da helal olmayacağını belirtmiştir.

Mahşerde nebilerle beraber olacak tacirin en önemli vasfı sıdktır. Yalan söylemek ve hele yalan yere yemin etmek büyük günahlardandır. Allah Teâlâ, çok küçük menfaatler elde etmek için Nam-ı Celîl'ini kullananların ve yeminler ederek insanları aldatanların ötede yüzlerine bakmayacaktır. Bu hakikati dile getiren Resûl-i Ekrem Efendimiz, "elbisesini yerlerde sürüyerek kibirle yürüyen, yaptığı iyiliği başa kakan ve yalan yere yemin ederek malını fahiş bir fiyatla satmaya çalışan" kimselerle Cenâb-ı Allah'ın konuşmayacağını, yüzlerine rahmet nazarıyla bakmayacağını ve onları can yakıcı bir azapla cezalandıracağını haber vermiştir.

Ticaret erbabı için en az sıdk kadar önemli olan emniyet vasfı, alışverişte âdil davranmayı, ölçü ve tartıyı tam yapmayı ve hileden uzak durmayı gerektirmektedir. Kur'an-ı Kerim, geçmiş toplumların gerileyiş, çöküş ve yıkılış sebepleri arasında ölçü ve tartıda haksızlık yapmalarını da saymakta; mesela, Hazreti Şuayb'ın peygamber olarak gönderildiği Medyen ve Eyke halklarını helâke götüren sebeplerden birisinin de ölçü ve tartıda hile yapmaları olduğunu hatırlatmaktadır.

Diğer taraftan, ticaret akdinde bulunan hiç kimsenin aldatılmaması için dinimizin emirleri istikametinde bir dizi tedbirler tavsiye edilmiş; mesela, alışveriş ve borçlanma anlaşmalarının kayıt altına alınması gerektiği vurgulanmıştır. Ayrıca bir ticarî malı pahalanması gayesiyle stoklayıp daha yüksek bir fiyatla satmak için piyasaya arzını geciktirmek anlamına gelen "ihtikâr" ve gerçek alıcı olmayan bir kimsenin satış bedelini artırmak maksadıyla fiyat yükselterek müşteri kızıştırması diyebileceğimiz "neceş" gibi haksız rekabet çeşitleri de yasaklanmıştır. Dolayısıyla, bir tacirin, yukarıdaki hadis-i şerifin şemsiyesi altına girebilmesi için ticaretteki bu türlü gayr-i meşru muamelelerden de kaçınması gerekmektedir.

İradenin Hakkını Ver

Evet, bazı kimseler cismanî arzuları ve şehevanî duygularının altında kalır ve aldanırlar. Bazıları rahat-rehavet, yurt-yuva ve ev-bark gibi dünyalıklara takılır, yolda kalırlar. Diğer bazıları da dünyaya bütün bütün meftundurlar; mala-mülke, servet ü sâmâna asla doymaz ve hep daha çok zenginlik arzularlar. Bu arzularını gerçekleştirmek için de her türlü gayr-i meşru işlere bile tevessül eder ve burası adına art arda yatırımlar yaparken ahiret hesabına sürekli kaybederler. Sadık, iffetli ve helâlinden kazanan bir ticaret adamı ise pek çok insanın ayağının kaydığı bu hususlarda temkinli davranır, kaygan zeminleri dikkatli adımlar ve hep ahiretin yamaçlarını düşünerek hileden, yalandan, müşteriyi kandırmaktan ve haksız kazançtan ısrarla uzak kalır. Çarşı pazarda cirit atan binlerce şeytanın hücumlarına rağmen, haram-helâl mülâhazasına bağlı olarak alışveriş yaptığı sürece, işinin başında geçirdiği ve geçireceği dakikalar da ibadet sayılır.
İşte, bu kayma noktalarında iradesinin hakkını verip mümince duruşunu koruyabilen ve kendini zorlayarak istikamet çizgisinde işini devam ettirebilen sadık ve emin bir tacir, buradaki cehd ü gayretine ve halis niyetine mükafat olarak ötede nebîlerle, sıddıklarla ve şehitlerle beraber haşrolur. Böylece o, ticaretten vazgeçmediği ve dünyayı ihmal etmediği gibi ahiretine de gereken ehemmiyeti göstermiş ve ebedî saadete vesile uhrevî ücretini de elde etmiş olur. Zaten, bir açıdan sırat-ı müstakim; dünyayı ihmal etmemenin yanında, insanın kendisini ve ahiretini de gözetmesinin farklı bir ismidir.

- Efendimiz, kalbini zühde göre programlamış, fakirlerden fakir yaşamayı tercih etmiş ve ömrünü hep zâhidâne geçirmiş ama ümmetinin fakr u zaruretine asla razı olmamıştı.

- Dünyayı ihmal etmediği gibi ahiretine de gereken ehemmiyeti gösteren sadık tacir, ahirette nebilerle, sıddıklarla ve şehitlerle beraber haşrolunacaktır.

- Mahşerde nebilerle beraber olacak tacirin en önemli vasfı doğruluktur. Allah, Nam-ı Celîl'ini gereksiz yere kullanıp yemin edenlerin ötede yüzlerine bakmayacaktır.

Migren ağrısı başladıysa ışık ve sesten uzak durun

Migren hastalarının sürekli ağrı kesici kullanmak yerine, kafein içeren çay ve kahve gibi içecekleri tüketerek ağrıların azalmasını sağlayabilecekleri bildirildi.Pamukkale Üniversitesi (PAÜ) Tıp Fakültesi Nöroloji Anabilim Dalı Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr. Çağdaş Erdoğan, migren olarak adlandırılan 'günlük tekrar eden baş ağrılarının' genellikle hastalar tarafından ihmal edildiğini söyledi. Migren hastalarının bazılarının ağrının geleceğini önceden tespit edebildiğini anlatan Erdoğan, "Eğer rahatsızlık başladıysa hastanın ışıktan ve sesten kendisini izole etmesi gerekiyor. Bir anda başlayan ağrı şiddetini artırarak devam edeceği için uyumayı öneriyoruz.'' dedi. Erdoğan, sürekli ağrı kesici kullanılmasının doğru olmadığını bunun yerine kafein içeren çay, kahve gibi ürünlerin migren ağrısını azaltabildiğini belirtti.

Kanser hastaları, kablosuz internete dikkat etmeli

Süleyman Demirel Üniversitesi (SDÜ) Tıp Fakültesi Biyofizik Bölümü'nde kanserli hücreler üzerinde yapılan çalışmada kablosuz internet kullanımının, kanserli hücre sayısını belirgin şekilde artırdığı tespit edildi.SDÜ Tıp Fakültesi Biyofizik Bölümü Öğretim Üyesi Prof. Dr. Mustafa Nazıroğlu, kablosuz internet kullanımının kanser hastaları üzerindeki etkisiyle ilgili bir araştırma yaptıklarını belirtti. Nazıroğlu, "Kanser hastalarının evlerinde kablosuz internet bulunuyorsa bundan bariz bir şekilde zarar göreceği hücreler üzerinde yaptığımız çalışmayla bilimsel olarak kanıtlandı. Radyasyona maruz kalan kanserli hücrelerin ne kadar maruz kaldılarsa o kadar çoğaldığını gördük.'' dedi.

Beyaz bir çocuğun elinden tutmak ne kadar önemli!

Afrika denince insanlarda hep aynı soruları, aynı telaşları görürsünüz.Türkiye'ye gittiğimizde ilk sorulan soru şu olur hep; 'Orada şartlar nasıl? Her şey var mı? Nasıl bir yer?' Hatta bazen unutup bazen de üzülüp tekrar tekrar sorarlar. Biz de sevdiğimizi söyleyince şaşırır insanlar, garipserler.

Bu sene yeni açılan bir okul için Kamerun'un en gelişmiş şehri, ticari başkent olarak da adlandırılan Douala'dayız. Birçok ülkeden ticaret amaçlı beyazları bulabilirsiniz. Fransız, Lübnan, Amerikan, Japon, Kore, Çin... Birçok beyaz yerleşmiş durumda. Beyazlar Douala'nın yüzde 2'lik kısmını oluşturmakta.

Burada birçok insanın bulamadığı ya da nadir bulunan bir şeye sahibiz; 'aile bağına'. Kimsenin olmadığı bir yerde birbirimize kenetleniyor ve birbirimizin değerini daha iyi anlıyoruz. Yaptığımız en güzel şeylerden biri de birlikte güzel bir hafta sonu geçirmek. Ve biz de bu yüzden ailemizle geçireceğimiz her hafta sonunu iple çekiyoruz... Yine bir hafta sonuydu. Güzel güneşli bir gündü. Tam her şey tamam çıkabiliriz dediğimiz anda kızımız ağlamaya başlamıştı. Nedenini anlayamamıştık. Belki açık havada susar diye ağlamasına rağmen dışarıya çıkmıştık. Etrafı seyrederken susuverdi kızım.

Etrafında gördüğü her çift göz onu süzüyordu. Her geçtiğimiz sokakta birileri bazen sesli bazen de kendi aralarında bizim ve özellikle onun yani kızımızın hakkında konuşuyorlardı. Birbirlerine "elle est une jolie bébé" yani "çok güzel bir bebek" diyor ve hepsi gözlerini ayırmadan ona bakıyordu. Afrika'da bir beyaz olmak hele bir de renkli gözlü ve sarışın olmak onlar için ulaşılmaz bir şeydi ve bu yüzden de sürekli kızımıza bakıyorlardı. Biz Allah korusun nazar değmesin diye düşünürken birden bir çocuk takıldı peşimize. Koşuyor ve kızımızın elinden tutmaya çalışıyordu. Sürekli "Salut salut, bonjour" "Merhaba merhaba, iyi günler" diyor ve elinden tutmaya çalışıyordu. Bir yandan da bizim tavrımıza bakıyordu. Çünkü burada o kadar çok hor görülmüşler ki "Acaba bir şey derler mi?" diye de bizi inceliyordu. Eşim "Elle te dit bonjour" "O da sana iyi günler diyor." demişti. Bize daha da yaklaşarak "Onun elinden tutabilir miyim?" dedi. Biz de "Dokunabilirsin" dedik. Sonra kızımızın elinden tuttu ve yanımızdan ayrıldı. Sadece dokunmak için peşimizden gelmişti. Kim bilir o çocuk kendi dünyasında ne kadar mutlu ve huzurlu. Neden? Çünkü o bir beyaza dokunmuştu. Ötekileştirildiğinin farkında olamayan bir çocuk. Kendi vatanında yabancı olarak yaşıyordu.

NENE HATUN

Erzurum'da doğdu. 98 yıl Erzurum'da yaşadıktan sonra yine Erzurum'da, zatürre hastalığından hayata vedâ etti. Ölümünden üç ay önce Türk Kadınlar Birliği tarafından yılın annesi seçilmişti.

Tarihimizde 93 Harbi olarak anılan 1877 - 1878 Osmanlı - Rus Savaşı sırasında, Erzurum'daki Aziziye Tabyası'nın savunulmasında kahramanca çalıştı. Adını bu şekilde tarihe yazdırdı. Mücâdeleye, küçük yaştaki oğlunu ve kızını evde bırakarak katılmıştı. O sıralarda 20 yaşlarında genç bir gelindi.

7 Kasım 1877 gününün gece yarısında, bölge halkından olan Osmanlı vatandaşı Ermeni çeteleri Erzurum'un Aziziye Tabyası'na girmeyi başarmışlardı. Tabyayı koruyan Türk askerlerini öldürdüler. Arkadan gelen Rus askerleri, hiçbir mukavemetle karşılaşmaksızın tabyayı ele geçirdiler. Baskından yaralı olarak kurtulmayı başaran bir er, şehir merkezine ulaşıp kara haberi Erzurum'lulara ulaştırdı. Sabah ezanından hemen sonra minârelerden şehir halkına duyuru yapıldı. "Moskof askeri Aziziye Tabyası'nı ele geçirdi." Bu haber, Erzurum halkı tarafından, vatan savunması için emir telakki edildi. Silâhı olan silâhını, olmayanlar; balta, tırpan, kazma, kürek, sopa ve taşları ellerine alarak Tabya'ya doğru koşmaya başladı. Kadın - erkek tüm Erzurum halkı yollara dökülmüştü. Koşanlar arasında, erkeği cephede çarpışan bir tâze gelin de vardı. Ağabeyi bir gün önce cepheden yaralı olarak gelmiş ve kollarında can vermişti . Üç aylık bebeğini emzirmiş, "Seni bana Allah verdi. Ben de O'na emânet ediyorum." Diyerek vedâlaştıktan sonra birkaç saat önce ölen ağabeyinin kasaturasını alarak sokağa fırlamıştı.

Erzurumlular, ölüme gittiklerini bildikleri halde, Aziziye Tabyası'na doğru koşuyordu. Tabyaya yerleşmiş olan Rus askerleri, gelenlere yaylım ateşi açtı. Ön sıradakiler o anda şehit oldular. Arkadakiler, geri çekilmek yerine daha bir kararlı ve hızlı olarak ileri atıldılar. Demir kapılar kırılıp içeri girildi. Boğaz boğaza bir savaş başladı. Mükemmel silâhlarla donanmış Moskof ordusu, baltalı - tırpanlı, taşlı - sopalı eğitimsiz halk karşısında ancak yarım saat tutunabildi. 2300 Moskof öldürülüp, Tabya geri alındı. Türkler, 1000 kadar şehit vermişlerdi.

Hemen yaralıların tedâvisine başlandı. Nene Hâtun da yaralılar arasındaydı. Fakat o yarasına aldırmıyor, evindeki bebeğini unutmuş, diğer yaralıların kanını durdurabilmek, yaralarını sarmak için çırpınıyordu. Nene Hâtun böyle bir ortamda tanındı ve saygı ile sevil di.

O'nun, vatan için gece başlayan mücâdelesi, tüm düşman Erzurum'dan kovuluncaya kadar devam etti. Erzurum'un her karış toprağında cephâne taşıyarak, yaralılara hemşirelik yaparak, yemek pişirerek, su dağıtarak, hizmetten hizmete koşarak destanlaştı. Gazi Ahmet Muhtar Paşa'nın zaferinde Nene Hâtun'un ve O'nun vatan aşkını paylaşan sivil insanların da payı vardı.

Savaştan sonra da Nene Hâtun, destan kahramanlarına yaraşır bir asâletle yaşadı. Kendisini ziyâret eden NATO'da görevli Amerika'lı subayın bir sorusuna: "O zaman vazifemi yapmıştım. Bu gün de ilerlemiş yaşıma rağmen aynı hizmeti, daha mükemmeliyle yapacak güç ve heyecana sahibim." cevabını vermişti.
Tarihimizden Altin Bir Yaprak: Nene Hatun

Takvimler 7 Kasim 1877’yi gosteriyordu.

Nene Hatun uc yil once evlenmisti. Henuz yirmisindeydi ve uc aylik bebegi vardi.. On bes gun once, koyleri Rus askerleri tarafindan isgal edilince, ailesiyle Erzurum’a gelmisti. Turk ordusu uzunca bir zamandir bircok cephede carpisiyordu. Dogu cephesinde de savas butun hiziyla devam ediyordu. Aslinda Gazi Ahmet Muhtar Pasa simdiye kadar dusmanin isini coktan bitirecekti; ama hesapta olmayan bir dusman daha vardi. Yillarca bu topraklarda birlikte yasadigimiz Ermenilerden bir kismi simdi ceteler hâlinde geziyor, baskinlar yapiyor, mâsum insanlari -hem de coluk cocuk demeden- katlediyordu. Daha dun sabah, yakinlardaki bir koyde ceteler tarafindan agaca civilenen bebegin hikâyesini dinlemisti. Allah’im bu nasil bir vahsetti, bunu yapanlarin hic mi vicdani yoktu! Nene Hatun, asirlarca birlik ve beraberlik icinde yasadiklari bu insanlardan bazilarinin bugun nicin bu derece canavarlastiklarini zaman zaman dusunuyor; fakat ikna edici bir cevap bulamiyordu. Bu ceteler yuzunden eli silâh tutan herkes cepheye gidemiyor, mâsumlar katledilmesin diye koylerde nobet tutuluyordu.

Kerpicten yapilma iki odali evlerinin kucuk odasinda safagin sokmesini bekleyen Nene Hatun, bir yandan sobanin yani basindaki besiginde uyuyan bebegini salliyor, diger yandan da mum isiginda sag elindeki Mushaf’i okumaya devam ediyordu.

Bircok yakini cephedeydi. Uzun zamandir hic birinden haber alamamisti. Dun kusluk vakti agabeyini getirmislerdi. Vucudunda bogaz bogaza carpismanin sebep oldugu cok derin sungu yaralari vardi. Âdeta damarlarinda kan kalmamisti. Ve bir-iki saat sonra Nene Hatun’un kollarinda ruhunu teslim etti. Nene Hatun, kutlu bir yolda canini veren ve sehadet serbetini icerek sonsuzluga ucan agabeyinin vucuduna sarilip agladi, agladi, agladi... Sehitlerin ardindan aglanmaz diye engel olmaya calistilar; ama Nene Hatun sadece agabeyi icin degil, vatan icin de agliyordu.

Cepheden gelen son haberlere gore dusman cok kalabalikti, ondan da onemlisi iyi silâhlari vardi. Bunlari dusunurken, dilinden hic dusurmedigi duasini bir kez daha tekrarladi: “Allah’im, dusmanlari Sen’in azamet ve kudretine havale ediyor ve serlerinden Sana siginiyoruz.”

Sabah ezaninin okunmasina az bir zaman vardi. Disaridan gelen bagrismalar ve silâh sesleriyle irkildiler. Esinin disari cikmasiyla iceri girmesi bir oldu ve kararli bir sekilde sunlari soyledi: “Ermeni ceteleri ve Rus askerleri tabyalara saldirmislar, karsi koymaya gidiyoruz. Eger donemezsem ve dusman buraya kadar gelirse sakin teslim olmayin, alacaklarsa cesetlerinizi alsinlar. Allah’a emanet olun!” Ve sobanin yaninda duran baltayi kaptigi gibi kapidan yildirim hiziyla tabyalara dogru kosmaya basladi.

Nene Hatun’un cesaretli ve sogukkanli bir yapisi vardi. Kocasinin kolay kolay geri donmeyecegini biliyordu. Arkasindan “Allah yardimciniz olsun!” diye dua etti.

Zaman hayli ilerlemisti. Silâh seslerinin ardi arkasi kesilmiyordu. Abdestini tazeledi. Yuregi cephede, kulagi ezandaydi. Fakat minarelerden ezandan hemen once farkli bir ses duyuldu. Aziziye Tabyalari’nin dusman eline gectigi, askerlerin cogunun sehit oldugu ilân ediliyordu.

Cok dinleyemedi Nene Hatun. Cocugunu optu, kokladi; “Nâzim’im seni bana Allah verdi, ben de seni yine O’na emanet ediyorum” dedi. Eline satirini ve sehit agabeyinin tufegini aldigi gibi tabyalara dogru kosmaya basladi.

Tabyalarda mevzilenmis ceteler ve dusman askerleri, kendilerine dogru akmakta olan iman ordusu karsisinda sanki butun Anadolu uzerlerine geliyormus gibi hissettiler. Baslarindaki subayin “Ates serbest!” emriyle namlular birbiri ardina patlamaya basladi. Ilk siralarda olanlar birer birer yere yigiliyordu; ama gelenlerin ardi arkasi kesilecek gibi degildi. Dusman, hic boyle bir direnis beklemiyordu. Yediden yetmise butun Erzurumlular, tabyalarin demir kapilarini bir kâgit gibi cigneyerek dusmanin icerisine dalmisti. Ceteler ve dusman askerleri sel sularinda eriyen kar gibi eridi. Carpisma kisa surmustu. Nene Hatun, cetelerin olanca kinleriyle sokerek yere attiklari sanli bayragi dustugu yerden aldi, alnina goturdu ve gozlerinden yaslar bosanirken ait oldugu yere asti. Nene Hatun ve kahraman Anadolu insaninin o sabah baslattiklari mucadele, dusman, vatan topraklarini terk edinceye kadar devam etti. Iyi donanimli dusman askerlerinden tabyalar geri alindi. Uc bin dusman askeri oldurulmustu. Buna karsilik bin kadar sehit vardi. Varsin olsundu, vatan olmadiktan sonra yasamanin ne mânâsi vardi?!..

Nene Hatun da omzundan yaralanmisti. Ama o âdeta kendini unutmus, yarasi daha agir olanlarin yardimina kosuyordu. Birkac dakika oncesine kadar cephede mermi tasiyan, askerlere su dagitan ve siper kazan kahraman kadin, simdi yerini askerlerin yaralarini saran bir hastabakiciya birakmisti.

O gun Aziziye Tabyalari’nda, Musluman-Turk tarihinde Nene Hatun’la sembollesen altin bir sayfa daha acildi. Allah icin can siperâne mucadele veren Safiyye ve Nesibe Hatunlarin, Ûmm-û Hiramlarin, cepheye cephane tasirken donarak sehit olan Serife Analarin, cephane arabasinin boyundurugunun bir tarafina elde kalan tek hayvanini, diger tarafina da kendisini kosarak cepheye mermi tasiyan Ayse Analarin olusturdugu altin halkaya bir kahraman kadin daha eklendi.

Nene Hatun’un vatan icin kahramanca verdigi mucadele bu kadarla da bitmemisti.. O gun evde uc aylikken biraktigi oglu Nâzim ve daha sonra dogan uc oglundan ikisi, Birinci Dunya Harbi’nde canlarini vatana feda ettiler.

Ne mutlu sana Kahraman Ana. Kendin gazi, ogullarin sehit...

Aziziye Tabyasi’na diktigin bayrak, bugun dalgalanmaya devam ediyor.

Nene Hatun kimdir

Erzurum'da doğdu. 98 yıl Erzurum'da yaşadıktan sonra yine Erzurum'da, zatürre hastalığından hayata vedâ etti. Ölümünden üç ay önce Türk Kadınlar Birliği tarafından yılın annesi seçilmişti.

Tarihimizde 93 Harbi olarak anılan 1877 - 1878 Osmanlı - Rus Savaşı sırasında, Erzurum'daki Aziziye Tabyası'nın savunulmasında kahramanca çalıştı. Adını bu şekilde tarihe yazdırdı. Mücâdeleye, küçük yaştaki oğlunu ve kızını evde bırakarak katılmıştı. O sıralarda 20 yaşlarında genç bir gelindi.

7 Kasım 1877 gününün gece yarısında, bölge halkından olan Osmanlı vatandaşı Ermeni çeteleri Erzurum'un Aziziye Tabyası'na girmeyi başarmışlardı. Tabyayı koruyan Türk askerlerini öldürdüler. Arkadan gelen Rus askerleri, hiçbir mukavemetle karşılaşmaksızın tabyayı ele geçirdiler. Baskından yaralı olarak kurtulmayı başaran bir er, şehir merkezine ulaşıp kara haberi Erzurum'lulara ulaştırdı. Sabah ezanından hemen sonra minârelerden şehir halkına duyuru yapıldı. "Moskof askeri Aziziye Tabyası'nı ele geçirdi." Bu haber, Erzurum halkı tarafından, vatan savunması için emir telakki edildi. Silâhı olan silâhını, olmayanlar; balta, tırpan, kazma, kürek, sopa ve taşları ellerine alarak Tabya'ya doğru koşmaya başladı. Kadın - erkek tüm Erzurum halkı yollara dökülmüştü. Koşanlar arasında, erkeği cephede çarpışan bir tâze gelin de vardı. Ağabeyi bir gün önce cepheden yaralı olarak gelmiş ve kollarında can vermişti . Üç aylık bebeğini emzirmiş, "Seni bana Allah verdi. Ben de O'na emânet ediyorum." Diyerek vedâlaştıktan sonra birkaç saat önce ölen ağabeyinin kasaturasını alarak sokağa fırlamıştı.

Erzurumlular, ölüme gittiklerini bildikleri halde, Aziziye Tabyası'na doğru koşuyordu. Tabyaya yerleşmiş olan Rus askerleri, gelenlere yaylım ateşi açtı. Ön sıradakiler o anda şehit oldular. Arkadakiler, geri çekilmek yerine daha bir kararlı ve hızlı olarak ileri atıldılar. Demir kapılar kırılıp içeri girildi. Boğaz boğaza bir savaş başladı. Mükemmel silâhlarla donanmış Moskof ordusu, baltalı - tırpanlı, taşlı - sopalı eğitimsiz halk karşısında ancak yarım saat tutunabildi. 2300 Moskof öldürülüp, Tabya geri alındı. Türkler, 1000 kadar şehit vermişlerdi.

Hemen yaralıların tedâvisine başlandı. Nene Hâtun da yaralılar arasındaydı. Fakat o yarasına aldırmıyor, evindeki bebeğini unutmuş, diğer yaralıların kanını durdurabilmek, yaralarını sarmak için çırpınıyordu. Nene Hâtun böyle bir ortamda tanındı ve saygı ile sevil di.

O'nun, vatan için gece başlayan mücâdelesi, tüm düşman Erzurum'dan kovuluncaya kadar devam etti. Erzurum'un her karış toprağında cephâne taşıyarak, yaralılara hemşirelik yaparak, yemek pişirerek, su dağıtarak, hizmetten hizmete koşarak destanlaştı. Gazi Ahmet Muhtar Paşa'nın zaferinde Nene Hâtun'un ve O'nun vatan aşkını paylaşan sivil insanların da payı vardı.

Savaştan sonra da Nene Hâtun, destan kahramanlarına yaraşır bir asâletle yaşadı. Kendisini ziyâret eden NATO'da görevli Amerika'lı subayın bir sorusuna: "O zaman vazifemi yapmıştım. Bu gün de ilerlemiş yaşıma rağmen aynı hizmeti, daha mükemmeliyle yapacak güç ve heyecana sahibim." cevabını vermişti.

22/05/1955 Aziziye Tabyası kahramanı Nene Hatun 97 yaşında Erzurum'da vefat etti.
Bir kahramanlık sembolü olarak tanındı ve anıldı.







Türk milletinin mukaddesatına ne kadar bağlı olduğunu, değerleri uğruna canını feda ettiğini ve edebileceğini tüm dünya bilir ve ecdadımız bunu bilfiil ispatlamıştır. Tarih kitapları bunların örnekleri doludur. Ancak ecdadımızın bıraktığı hatıralar sadece kitaplarda kalmamalı ve onları anlamak, değerlerini bilmek adına okunmalıdır. İşte tarihe destan yazmış ecdadımızdan biri de NENE HATUN'dur. Henüz 3 aylık yavrusunu beşiğinde bırakarak ve onu Allaha emanet ederek gitmiştir Aziziye Tabyasına. Ve giderken bebeğini Allaha emanet etmenin rahatlığıyla gözünü bile kırpmamış ve mukaddesatı uğruna savaşmıştır. Peki kimdir Nene Hatun? Dilerseniz biraz da onu anlamak adına hayatından bahsedelim.


Tarihimize "93 Harbi" adıyla geçen Türk-Rus savaşında Erzurum'un Aziziye Tabyası'nda gösterdiği kahramanlıkla adını tarihe kazandıran Türk kadını. 1857 yılında Erzurum'da doğdu. Tam doksan sekiz yıl orada yaşadı. Bir kahramanlık sembolü olarak tanındı ve anıldı. Ömrünün son demlerini "Üçüncü Ordu'nun Annesi" olarak geçirdi. 1955 yılında "Yılın Annesi" seçildikten sonra 22 Mayıs 1955 günü Erzurum'da zatürreden vefat etti.


Türk-Rus Harbi'nin kanlı ve karanlık günleriydi. 1877 yılı Kasım ayının 7'sini 8'ine bağlayan gece, civarda bulunan iki Ermeni köyünden gizlice harekete geçen kalabalık bir çete, sinsi sinsi yaklaşıp Erzurum'un meşhur Aziziye Tabyası'na girmeyi başarmıştı. Tabyayı savunan Türk askerlerini öldürdüler acımasızca…. Arkadan gelen Rus kuvvetleri de hiç bir direnme görmeksizin Aziziye Tabyası'nayerleştiler.


Bu baskından yaralı olarak kurtulan bir asker koşa koşa Erzurum'a varıp kara haberi yetiştirdi. Minarelerden sabah ezanı yerine "Moskof Aziziye'ye girdi!" sesleri yükselmeye başladı. Bir anda bütün Erzurum duymuştu bu kara haberi. Ve bir anda bütün Erzurum şahlanıvermişti. Tüfeği olan tüfeğini kaptı, olmayan eline ne geçirdi ise tırpan, kazma, kürek, sopayı alıp sokaklara döküldü. Erkekli kadınlı bütün Erzurum halkı Aziziye'ye doğru koşmaya başladı.


Şehrin kenar bir mahallesindeki mütevazi bir evde oturan taze bir gelin vardı. Bir gün evvel ağabeyi Hasan cepheden ağır yaralı olarak eve getirilmiş ve bir kaç saat önce bu taze gelinin kolları arasında ruhunu teslim etmişti. Kocası cephede idi. Minarelerden yükselen "Moskof Aziziye'ye girdi" seslerine, seferber olup koşanların uğultuları karışıyordu. Taze gelin, bu kara haberi duymuş gibi hemen ağlamaya başlayan üç aylık bebeğini emzirip uyuttu. Usulca onu beşiğine bıraktı ve heyecan dolu bir sesle:
- Seni bana Allah verdi, ben de seni Allah'a emanet ediyorum yavrum, diye mırıldandı.
Sonra şehit kardeşinin döşeğine seğirtti. Ölüyü alnından öptü:
- Seni öldüreni öldüreceğim ben de, dedi, kin dolu bir sesle.
Ve masanın üzerinden satırı kapmasıyla kapıdan dışarı fırlaması bir oldu. O da çılgınca Aziziye'ye doğru koşmakta olan kadınlı erkekli, taşlı sopalı kalabalığın arasına karıştı.
Bütün Erzurum, o dadaşlar diyarı şahlanmıştı. Aziziye'de boğaz boğaza kanlı bir dövüş başladı.


Başka bir zaman olsaydı Türkün merhameti galebe çalardı, belki. Fakat bu zaman diğer zamanlardan çok farklıydı. Aziziye'nin dışında ve içinde kadınlı, ihtiyarlı çocuklu yüzlerce Erzurumlu kanlar içinde yatıyordu. Onlara ateş açanlar acımışlar mıydı? Taze gelin de elinde satırı, karşısına çıkan Moskof'un kafasına, suratına indiriyordu. Şehit düşen ağabeyisinin acısını, bin Moskof'u öldürse içine atamazdı...


Yaralılar arasında taze gelin de vardı. Elinde satırı ile döğüşürken aldığı bir yaranın etkisiyle o da kanlar içinde yere yıkılmıştı. Fakat yaralı olarak baygın bulunduğu zaman dahi elindeki kanlı satırını sıkı sıkıya kavramış bırakmıyordu ellerinden...


Adı Nene idi taze gelinin. O günden sonra o da bütün Erzurum'un tanıyıp saydığı kişiler arasına katıldı. Doksan sekiz yıllık ömrü boyunca bütün Erzurumlulara Moskof'un Aziziye'de nasıl tepelenişini anlattı. Fakat kendinden bir kaç kelime ile bahsetti.


Nene Hatun o günleri özetle şöyle anlatmıştır :
Ağabeyim Hasan cepheden ağır yaralı olarak bir gece önce eve gelmişti. Bir yandan ona bakarken, bir yandan da 3 aylık çocuğumu emziriyordum. Kardeşim o gece kollarımın arasında öldü. Sabaha karşı minarelerden 'Moskof Aziziye'ye girdi' diye haykırışlar başlayınca, kardeşimin alnını öpüp, 'Seni öldüreni öldüreceğim' diye and içtim. Yavrumu Allah'a emanet ettikten sonra, ağabeyimin tüfeğini ve satırımı alıp dışarı fırladım. Sel gibi Aziziye'ye akıyorduk. Tabyanın mazgallarından düşman ölüm yağdırıyordu. Düşmanda iyi silah vardı, bizde de iman. İleri atıldım. Dadaşlar arasına karıştım. Satırım durmadan kalkıp iniyordu.


Aziziye Savunması'na genç bir gelinken katılan Nene Hatun, bu şanlı savunmanın hatırasını uzun yıllar yaşattı. 1952 yılında Erzurum'da yapılan askeri manevralar sırasında Türkiye'ye gelen NATO Kuvvetleri Başkumandanı General Ridgway, Nene Hatun'u ziyaret ederek elini öpmüş ve yeni bir savaş olduğunda katılıp katılmayacağını sormuştu. Feri yavaş yavaş sönmeye yüz tutmuş gözlerinde bir an Aziziye savunmasının hayalleri belirip kaybolan 95 yaşındaki kahraman, Türk kadını heyecanla 'Tabii giderim...' diye cevap vermişti. Bu cevap üzerine heyecanlanan General Ridgway daha sonra şu sözleri söyleyecekti: 'Aziziye mucizesinin sırlarını Nene'nin sözünden ve yüzündeki çizgilerden öğrendim. Nene efsane değil, bir hakikattir.

İşte böyledir bu destanı yazan Nene Hatunun öyküsü…Tek o mudur? Ne neneler çıkmıştır bu vatanın bağrından. Ne öyküler yazmıştır kanıyla canıyla bu toprağın bağrına analar… Peki torunları onları anlayabilmiş midir? Düşünmüş müdür acaba neden nenesi , 3 aylık bebeğini bırakıp da gitmiştir savaşa… Üstün silahlarımı vardı o ananın, savaşacak gücü mü çoktu? Yoksa imanımı mı ter ü tazeydi. Torunlarını mı düşünmüştür yoksa çocuğunu düşünmeden önce… Onlara bağımsız yaşayacakları bir vatan bırakmak ve ardında kendisine hayır dua edecek evlatları torunları mı olsun istemiştir. Henüz 20 yaşında, gencecik Türk anası… Şimdilerde kaç genç kız bunu yapabilir acaba? Ya da şöyle sormak mı gerekir ? Şimdi 20li yaşlarda olan genç kızlar nelerle meşguldürler…Nene hatundan çok uzakta olduğu kesin bazılarının…Aklı imanında ya da nene hatunlar gibi ve nice şehidlerin uğruna can verdiği vatanın da mıdır? Yoksa günlük basit işlerde, basit duygularda mıdır? Bu sorunun cavabı vicdanlarınıza bırakaılmıştır….
Geçenlerde bir internet sitesinde “kadınlar askere giderse” adlı bir başlık gördüm.Bayanları askeriyede gösteren birkaç karikatür. Askerdeki bayanlar süsleniyorlar, dedi kodu ediyorlar, nöbet yerleri süslnemiş vs vs….Bu yazıyı yazmaya çalışırken ve de Nene Hatuna layık olamamanın duygusallığını içimde yaşarken bu gördüklerim canımı sıktı ve o resimlere o anda şöyle bir yorum yazdım: “nene hatunların, sırtındaki ve üşüyen bebeğine rağmen onun örtüsünü taşıdığı kağnıdaki mermilerin üstüne örten elifin, osmanlıda ki baciyan-ı rumların torunları bunları asla yapmaz, ben de onların torunlarıyım askere alsalar şerefle gider ve tüm yüreğimle yaparım. Dinim için ve vatanım için canım feda, şehidlik nasip olsa daha ne...”


Türk kadınları olarak başta Hz. Hatice, Hz. Aişe annelerimizin daha sonra da onların ahlakıyla yetişmiş bulunan Nene Hatunların ahlakını, kalp güzelliğini, imanlarını, yaşayışlarını örnek alıp tatbik etmemiz gerekiyor. Modelimiz, örneğimiz onlardır. Yoksa tv dizilerinden fırlayıp çıkmış süslü kadınlar değil…


Dinimiz kadınlara çok değer vermiş ve o değere kimse de olmayan bir şefkat duygusu ve annelik makamı bahşedilmiştir. Cennet anaların ayakları altına serilmiştir. Bu değerlerin farkında olan Bediüzzaman Hazretleri; “insanın en birinci muallimi annesidir” diyerek onlardaki sorumluluğu ve de güzelliği bizlere anlatmaya çalışmıştır. Nesiller yetiştiren onları büyüten annelerdir. Nene Hatun tehlikeyi görüp cepheye koşturumuş ve canını dişine takarak savaşmıştır. Günümüzde görünürde bir tehlike yok ama maneviyatımıza öyle içten saldırıyorlar ki…Nene hatun misali olmalı anneler ve korumalılar yavrularının ruhlarını, tıpkı onun da vatanı koruduğu gibi...

TÜRK-GÜNEŞİ "Erler Yaylası Erzurum'un yiğit evlatları!.. Var olun!.."

Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK




"93 Harbi" adıyla bilinen Türk-Rus savaşı günlerinde, 1877 yılının 7 Kasım gecesi, kalabalık bir ermeni çetesi Erzurum'un Aziziye Tabyaları'na gizlice girerek uyumakta olan Türk askerlerini katletmiş, hemen ardından da Rus ordusu Aziziye'yi işgal etmişti.

Acı haber Erzurum'a tez ulaştı. Camii minarelerinden yankılanan "Moskof Aziziye'ye girdi" sesleriyle birlikte harekete geçen Erzurum Türkleri kadın erkek, genç yaşlı, çoluk çocuk demeden vatan toprağını korumak için Aziziye'ye doğru sel gibi akmaya başladılar. Silahı olan silahını kapmıştı, olmayan da eline ne geçtiyse...

1857 yılında Erzurum'un Pasinler İlçesi'ne bağlı Çeperli Köyü'nde dünyaya gelen Nene Hatun henüz 15 gündür Erzurum şehir merkezinde bulunmaktaydı. Sokaktaki gürültüler üzerine uyandıklarında kocası odunluktaki baltayı kapmış ve eğer Erzurum işgal edilecek olursa, esir düşmektense kundaktaki bebeğini ve kendisini öldürmesini Nene Hatun'a vasiyet ederek dışarı fırlamıştı.

Tüm Erzurum düşmana karşı tek yürek, tek bilek halinde şahlanmışken, Nene Hatun durur mu? Kundaktaki birkaç aylık bebeğine sarılıp öptükten sonra, belki de bir daha göremeyeceği yavrusunu evde tek başına bırakarak mutfaktaki satırı alıp, tabyalara doğru olanca gücüyle koşan kalabalığa katıldı ve Mecidiye'yi aşıp Aziziye'ye vardığında, düşmanın kulakları sağır eden tüfek ateşleri altında yaralanana, ölene bakmadan ileri atılarak satırıyla önüne çıkan her Rus'u devirmeye başladı.

93 Harbi'nin komutanı Gazi Muhtar Ahmet Paşa da olayı haber almış ve askerlerini Moskof üzerine göndermişti. Erzurumlular bir koldan, Ahmet Paşa'nın askerleri diğer koldan çarpışarak o gün orada bir destan yazdılar. Gün ışıdığında tek bir köpek sağ kalmamış, vatan toprağı kurtulmuştu.

Mutluydu Nene Hatun... Süngü darbeleriyle parçalanmadık yeri kalmamasına ve yanı başında savaşan 16 yaşındaki kardeşi Hasan'ın "Abla ağlama, anamız bizi bugün için doğurmuştu. Ben de babam ve dedem gibi şehitlik mertebesine yükselmeyi her zaman istemiştim. Moskof'u kovduk ya, gayrısına gam yemem!" diyerek son nefesini vermesine rağmen mutluydu... Çünkü O, "Vatan Sağolsun" inancıyla tüm acılara göğüs germesini bilen asil bir ırkın mensubuydu.

Fakat ne yazık ki, yurt ve şeref uğruna mücadele eden her Türk evladının başına gelen, O'nun da başına geldi. Gösterdiği kahramanlıkla felaket günlerinin aşılmasında büyük pay sahibi olan Nene Hatun, uzun yıllar boyunca unutulmuşluğa terkedilmiş, vefatından bir yıl öncesine kadar kendi haline bırakılıp, çile ve sefalet dolu bir hayat sürmesi görmezden gelinmiştir. 1954 yılına dek sahip çıkılmayan Nene Hatun, bu tarihte 3. Ordu Müfettişi Orgeneral Nurettin Baransel Paşa'nın gayretleriyle, aradan yarım asırdan fazla bir zaman geçtikten sonra yeniden hatırlandı ve kaldığı virane evde bir kez daha keşfedilerek kendisine "3. Ordu'nun Nenesi" ünvanı verilip, cüzi de olsa maaş bağlandı. 8 Mayıs 1955'te, Nene Hatun geç de olsa "Yılın Annesi" seçilerek ömrünün son deminde mutlu edilmiştir. Ancak, geç gelen bu saadet günleri uzun sürmedi ve 22 Mayıs 1955'te, 98 yaşındayken zatürre hastalığından vefat etti.

Kabri, uğruna savaştığı toprakların bağrında, Aziziye Şehitliği'ndedir.


Takvimler 7 Kasim 1877'yi gosteriyordu.

Nene Hatun uc yil once evlenmisti. Henuz yirmisindeydi ve uc aylik bebegi
vardi. On bes gun once, koyleri Rus askerleri tarafindan isgal edilince,
ailesiyle Erzurum'a gelmisti. Turk ordusu uzunca bir zamandir bircok cephede
carpisiyordu. Dogu cephesinde de savas butun hiziyla devam ediyordu. Aslinda
Gazi Ahmet Muhtar Pasa simdiye kadar dusmanin isini coktan bitirecekti; ama
hesapta olmayan bir dusman daha vardi. Yillarca bu topraklarda birlikte
yasadigimiz Ermenilerden bir kismi simdi ceteler hâlinde geziyor, baskinlar
yapiyor, mâsum insanlari -hem de coluk cocuk demeden- katlediyordu. Daha dun
sabah, yakinlardaki bir koyde ceteler tarafindan agaca civilenen bebegin
hikâyesini dinlemisti. Allah'im bu nasil bir vahsetti, bunu yapanlarin hic
mi vicdani yoktu! Nene Hatun, asirlarca birlik ve beraberlik icinde
yasadiklari bu insanlardan bazilarinin bugun nicin bu derece
canavarlastiklarini zaman zaman dusunuyor; fakat ikna edici bir cevap
bulamiyordu. Bu ceteler yuzunden eli silâh tutan herkes cepheye gidemiyor,
mâsumlar katledilmesin diye koylerde nobet tutuluyordu.

Kerpicten yapilma iki odali evlerinin kucuk odasinda safagin sokmesini
bekleyen Nene Hatun, bir yandan sobanin yani basindaki besiginde uyuyan
bebegini salliyor, diger yandan da mum isiginda sag elindeki Mushaf'i
okumaya devam ediyordu.

Bircok yakini cephedeydi. Uzun zamandir hic birinden haber alamamisti. Dun
kusluk vakti agabeyini getirmislerdi. Vucudunda bogaz bogaza carpismanin
sebep oldugu cok derin sungu yaralari vardi. Âdeta damarlarinda kan
kalmamisti. Ve bir-iki saat sonra Nene Hatun'un kollarinda ruhunu teslim
etti. Nene Hatun, kutlu bir yolda canini veren ve sehadet serbetini icerek
sonsuzluga ucan agabeyinin vucuduna sarilip agladi, agladi, agladi...
Sehitlerin ardindan aglanmaz diye engel olmaya calistilar; ama Nene Hatun
sadece agabeyi icin degil, vatan icin de agliyordu.

Cepheden gelen son haberlere gore dusman cok kalabalikti, ondan da onemlisi
iyi silâhlari vardi. Bunlari dusunurken, dilinden hic dusurmedigi duasini
bir kez daha tekrarladi: "Allah'im, dusmanlari Sen'in azamet ve kudretine
havale ediyor ve serlerinden Sana siginiyoruz."

Sabah ezaninin okunmasina az bir zaman vardi. Disaridan gelen bagrismalar ve
silâh sesleriyle irkildiler. Esinin disari cikmasiyla iceri girmesi bir oldu
ve kararli bir sekilde sunlari soyledi: "Ermeni ceteleri ve Rus askerleri
tabyalara saldirmislar, karsi koymaya gidiyoruz. Eger donemezsem ve dusman
buraya kadar gelirse sakin teslim olmayin, alacaklarsa cesetlerinizi
alsinlar. Allah'a emanet olun!" Ve sobanin yaninda duran baltayi kaptigi
gibi kapidan yildirim hiziyla tabyalara dogru kosmaya basladi.

Nene Hatun'un cesaretli ve sogukkanli bir yapisi vardi. Kocasinin kolay
kolay geri donmeyecegini biliyordu. Arkasindan "Allah yardimciniz olsun!"
diye dua etti.

Zaman hayli ilerlemisti. Silâh seslerinin ardi arkasi kesilmiyordu.
Abdestini tazeledi. Yuregi cephede, kulagi ezandaydi. Fakat minarelerden
ezandan hemen once farkli bir ses duyuldu. Aziziye Tabyalari'nin dusman
eline gectigi, askerlerin cogunun sehit oldugu ilân ediliyordu.

Cok dinleyemedi Nene Hatun. Cocugunu optu, kokladi; "Nâzim'im seni bana
Allah verdi, ben de seni yine O'na emanet ediyorum" dedi. Eline satirini ve
sehit agabeyinin tufegini aldigi gibi tabyalara dogru kosmaya basladi.

Tabyalarda mevzilenmis ceteler ve dusman askerleri, kendilerine dogru
akmakta olan iman ordusu karsisinda sanki butun Anadolu uzerlerine
geliyormus gibi hissettiler. Baslarindaki subayin "Ates serbest!" emriyle
namlular birbiri ardina patlamaya basladi. Ilk siralarda olanlar birer birer
yere yigiliyordu; ama gelenlerin ardi arkasi kesilecek gibi degildi. Dusman,
hic boyle bir direnis beklemiyordu. Yediden yetmise butun Erzurumlular,
tabyalarin demir kapilarini bir kâgit gibi cigneyerek dusmanin icerisine
dalmisti. Ceteler ve dusman askerleri sel sularinda eriyen kar gibi eridi.
Carpisma kisa surmustu. Nene Hatun, cetelerin olanca kinleriyle sokerek yere
attiklari sanli bayragi dustugu yerden aldi, alnina goturdu ve gozlerinden
yaslar bosanirken ait oldugu yere asti. Nene Hatun ve kahraman Anadolu
insaninin o sabah baslattiklari mucadele, dusman, vatan topraklarini terk
edinceye kadar devam etti. Iyi donanimli dusman askerlerinden tabyalar geri
alindi. Uc bin dusman askeri oldurulmustu. Buna karsilik bin kadar sehit
vardi. Varsin olsundu, vatan olmadiktan sonra yasamanin ne mânâsi vardi?!..

Nene Hatun da omzundan yaralanmisti. Ama o âdeta kendini unutmus, yarasi
daha agir olanlarin yardimina kosuyordu. Birkac dakika oncesine kadar
cephede mermi tasiyan, askerlere su dagitan ve siper kazan kahraman kadin,
simdi yerini askerlerin yaralarini saran bir hastabakiciya birakmisti.

O gun Aziziye Tabyalari'nda, Musluman-Turk tarihinde Nene Hatun'la
sembollesen altin bir sayfa daha acildi. Allah icin can siperâne mucadele
veren Safiyye ve Nesibe Hatunlarin, Ûmm-û Hiramlarin, cepheye cephane
tasirken donarak sehit olan Serife Analarin, cephane arabasinin
boyundurugunun bir tarafina elde kalan tek hayvanini, diger tarafina da
kendisini kosarak cepheye mermi tasiyan Ayse Analarin olusturdugu altin
halkaya bir kahraman kadin daha eklendi.

Nene Hatun'un vatan icin kahramanca verdigi mucadele bu kadarla da
bitmemisti. O gun evde uc aylikken biraktigi oglu Nâzim ve daha sonra dogan
uc oglundan ikisi, Birinci Dunya Harbi'nde canlarini vatana feda ettiler.

Ne mutlu sana Kahraman Ana. Kendin gazi, ogullarin sehit...
Aziziye Tabyasi'na diktigin bayrak, bugun dalgalanmaya devam ediyor.

Kurtuluş svaşı kahramanlarından Şerife Bacı

Şerife Bacı veya Şerife Kadın[1] (d. ????, Seydiler, Kastamonu[2] - ö. Aralık 1921[3]), Türk Kurtuluş Savaşı'nın halk kahramanlarından biridir.[3]
Şerife Bacı, Kurtuluş Savaşı'nda yaşlı kadın ve erkekler ile birlikte İnebolu'da bulunan cephaneleri Ankara'ya götürülmesinde çocuğu ve kağnısıyla yer alırken kış şartları nedeniyle Aralık 1921'de donarak öldü.[3] Seydiler Belediyesi, 1973 yılında[4] Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşunun 50. yılında belediye binasının önüne rölyefini yaptırmış[3] ve ismi birçok kuruma verilmiştir.[3]
İnebolu sahilinde bir parkın içinde 2001 yılında Türk Kara Kuvvetleri eski komutanı Aytaç Yalman tarafından Şehit Şerife Bacı Anıtı yaptırıldı.[5] Açılısı Atilla Ateş ve Aytaç Yalman birlikte yaptı.[5] Anıtın plaketinde "Bu anıt İstiklal Savaşı şehitlerinden Şerife Bacı'nın anısını Cumhuriyet çocuklarına anlatmak için Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Aytaç Yalman tarafından armağan edilmiştir. 4 Aralık 2001" yazılıdır. Şehit Şerife Bacı adı Kastamonu'da Seydiler'de, İnebolu'da Kurtuluş Savaşı'nın kadın kahramanlarını simgelemektedir.

Kurtuluş savaşı kahramanlarından Kılıç Ali Kimdir?

Ali Kılıç

Vikipedi, özgür ansiklopedi

Ali Kılıç (d. 1889 - ö. 1971) Türk asker ve siyasetçi. Asıl adı Süleyman Asaf Emrullah'dır. Çoğunlukla Kılıç Ali olarak bilinir.
Askeri okulu bitirdi. Binbaşı rütbesiyle I. Dünya Savaşı'na katıldı. Kurtuluş Savaşı'nda Maraş, Antep yöresinde milli kuvveti kurmakla görevlendirildi. Karayılan ve Şahin Bey ile birlikte bu bölgede çıkan ayaklanmaları ve Kırşehir İsyanı'nı bastırdı. Keferdiz ( Sakçagözü ) ağası Hurşit Ağa'nın konağını karargâh olarak kullandı ve Hurşit Ağa'nın 200'den fazla silahlı adamının askeri taktiklerini koordine etti. Yine Hurşit Ağa'nın kişisel servetiyle aldığı silahların ve cephanenin bölgedeki direnişçilere ulaşmasını sağladı. Ağrı İsyanı sırasında kurulan İstiklal Mahkemeleri'nde üyelik yaptı.
1920-1938 yılları arasında Antep milletvekilli olarak TBMM'de bulundu. Hurşid Ağa'nın Hatay'ın anavatana katılması için Hatay Cumhurbaşkanı Tayfur Sökmen'e verdiği desteğin ( Hatay'ın Kurtuluşu İçin Harcanan Çabalar - Tayfur Sökmen / Tarih Kurumu Yayınları - 1992 ) devletle koordinesini sağladı. 1961'de Yeni Türkiye Partisi'nin kurucuları arasında yer aldı. Türk futbolcu ve teknik direktör Gündüz Kılıç ile köşe yazarı Altemur Kılıç'ın babasıdır. Ayrıca, Cumhuriyet tarihinin ilk kadın seramikçisi Füreya Koral ile evlenmiştir.


Kaynak: http://www.msxlabs.org/forum/asker-tr/288063-ali-kilic-ali-kilic-kimdir-ali-kilic-hakkinda.html#ixzz1euwcKkY1

Sütçü İmam Ali (Kurtuluş Savaşı Kahramanlarından)

Sütçü İmam, (asıl adı İmam Ali ,süt satarak geçimini sağladığı için "Sütçü" lakabı verilmiştir (d. 1871, Kahramanmaraş – ö. 25 Kasım 1922). Uzunoluk semtinde süt satarak geçimini sağlıyordu. 31 Ekim 1919 günü hamamdan çıkan 3 Türk kadına Fransız-Ermeni lejyonerleri “Burası artık Türk memleketi değildir. Fransız müstemlekesinde peçe ile gezilmez!” diyerek kadınların peçelerini zorla açmak istemişlerdir. Olaya ilk müdahale eden Çakmakçı Sait; “Gâvur oğulları! Dokunmayın bacılarıma!” diyerek Fransız-Ermeni Lejyonerlerinin üzerine yürüdü. Üzerinde silahı olmayan Çakmakçı Sait silahlarıyla karşılık veren işgalciler tarafından yaralanmıştır. Bunu gören Sütçü İmam yanındaki silahıyla ateş açmış ve bir Fransız-Ermeni Lejyoner askerini öldürmüş, bir diğerini de yaralamıştır. Çakmakçı Sait şehit düşmüş yaralanan Ermeni ise ölmüştü. 1 Kasım 1919 tarihinde ölen Ermeni için büyük bir cenaze töreni düzenlendi. Ermeni ve Fransız askerleri Sütçü İmam'ı aramaya başlayınca Sütçü İmam bir atla Ağabeyli köyüne gitti. Ermenilerin ve Fransızların bütün çabalarına rağmen Sütçü İmam bulunamadı. 31 Ekim 1919'da düşmana ilk kurşunu atan Sütçü İmam, Kahramanmaraş'taki Kurtuluş hareketini başlatmıştır.

24 Kasım 2011 Perşembe

Zindanın Kapatamadığı İnsanlar (Kitaplık)

985 yazıydı; aylardan Haziran... Okullar kapanmasına rağmen memleketime dönmemiş, kış gecelerinde kekeleyerek okuduğum Risale-i Nurların evrenine girmek için 'okuma kampı'na yazılmıştım. Kırkağaç'ta bir talebe yurdunda kalıyor, gün ikindiye vardığında kendimizi çam ormanına atıyorduk. O günler, kalbimde ter u taze esintileriyle öylece duruyor. Kırkağaç'ın çam ormanlarında sayfalarını çevirdiğim Kastamonu, Emirdağ ve Barla Lahikalarından edindiğim şehirler, bu şehirlerde yazılmış muhteşem külliyat, bu külliyata kalbini ve hayatını yatırmış masalsı isimler hikâyemde kurucu birer unsur olarak yer aldılar. Bir şehir nasıl da bir şehir olmanın ötesine geçer, bunu o süreçte öğrendim. Anadolu'nun bir kuytusunda gizlenmiş küçük bir kasaba olan Barla çok daha öte bir şeydi. Hüsrev, Hafız Ali, Taşköprülü Sadık Bey.. isimleri, Eskişehir Hapishanesi'nin baktığı okul bahçesi fotoğrafı, Kastamonulu lise talebelerinin sorusu, Barla'daki dağın zirvesi katmanlı bir anlama işaretti.

Necmettin Şahiner'in yayıma hazırladığı "Denizli Hapishane Mektupları" kitabı vesilesiyle yine o günleri hatırladım. Kitabı okuyup bitirdiğimde, Denizli Hapishanesi'nin meyvesi ve hatırası olan Meyve Risalesi'ne gittim. Kitaplığımdan aldığım Meyve Risalesi'nin kapağını çevirdiğimde şu notla karşılaştım: "Nihat Dağlı, 29.06.1985, İzmir..." Okumaya koyuldum; sararmış sayfalar, altını çizdiğim yerler, sayfaların boş kısımlarına aldığım notların dağılmış mürekkebi... Hatırladım, Meyve Risalesi'ni ilk defa o Kırkağaç günlerinde okumuştum. Kastamonu'dan sonra Denizli Hapishanesi'nde yaşanan dokuz ayın bir meyvesi olan bu risaleciği bir defa daha okurken, Tarihçe-i Hayat'taki Denizli Hapishanesi maddesini hatırladım. Üstad'ın en çileli günleri; hapishane, buz kesilmiş tecrid odaları, camı kırık pencereler, uğuldayan rüzgâr, atışan kar... Öyle ki, talebesi duasında hayatını ortaya koyuyor, Üstad çok değer verdiği talebesinin şahadetini görüyor. Böyle ama Meyve Risalesi yine de 'kara' bir metin değil; hakiki imanı elde etmiş insanın Rabb'ine teslimiyet içinde meydan okuyuşunu ve aydınlığını görüyoruz sayfalarda. Onlarca kavga ve cinayete karışmış Süleyman Hünkâr gibi isimlerin Risaleler'e yakınlıkta nasıl da başka türlü insan olduklarına şahit oluyoruz.

Evet, Meyve Risalesi, hapishanenin imkâna dönüştürülmesinin bir resmidir. Foucault, 'Hapishanenin Doğuşu'nda iktidar biçimlerinin insanı/şahsı nasıl da imkânsız kıldığını anlatır. Risale-i Nurların hikâyesi, Bediüzzaman ve talebelerinin hapishanelerde geçen hayatları, burada verdikleri fotoğraf ve inşa ettikleri, bir de bu açıdan okunmalıdır. 'İktidar' ve 'hapishane' metaforlarından hareketle Risale-i Nurları, Üstad'ı ve talebelerini okumak epey ufuk açıcı olacaktır. Hem materyalist felsefede hem de bu felsefenin bir formu olan zorba modern ulus devlette insan (ruhu) bir nevi kapatılıyor, zindana alınıyordu. Üstad ve talebeleri ise, pozitivizme gömülerek 'hikmet'e ve 'hakikat'e düşman kesilmiş felsefeyle bu felsefenin kucağında büyümüş zorba modern ulus devlet iktidarına işaret ve itiraz idiler. 'Büyük kapatılma'ya işaret ve itiraz oldukları için de gözetimde/hapishanede tutuluyorlardı.

Meyve Risalesi'nden anlıyoruz ki, zindanın kalbinde dahi zindanı delip geçen bir dilin sahibi olmak mümkündür. Bu dil, Rabb'e teslimiyet içinde kâinata meydan okuyabilme hâlidir. Risale-i Nur külliyatı, okuyucusuna böylesi kurucu bir hâl armağan eden özellikli metinlerden oluşur. Özelliklidir çünkü Risale-i Nurlar, zihinde ve aklî okuma içinde inşa edilmiş sistematik literal bir külliyat değildir. Hakkıyla okuyanlar bilir, Risaleler, hayatın içinden geçen ve içinde hayatlar geçen metinlerdir. Külliyatın her bahsinde bir hayata, bir hikâyeye, bir yaşanmışlığa dokunulur; müellif, talebe ve okuyucu orada öylece oturmaktadır.

Risale-i Nur külliyatının merkezi metinlerinde 'hayatî' okumalar varken, Risaleler'in inşa süreci mânâsına gelen lahikalarda ise hayatlar ve hikâyeler bulunuyor. Meselâ bu yazıya vesile olan "Denizli Hapishane Mektupları" kitabı, lahikalarda yer alan yüzlerce isim arasından birini, Taşköprülü Sadık Bey'i başlığa çıkartarak dokunulur kılıyor. Plevne Müfaası'nda yer almış Sadık Paşa'nın torunu Taşköprülü Sadık Demirelli; Kastamonu, Sinop, Tosya, Çankırı, Düzce ve Adapazarı civarında ayağında çizmesi, belinde silâhı ve altındaki atıyla nam salmış bir beydir. İktidar ve devlet tarafından 'tehlike' olarak işaretlenen Üstad Bediüzzaman, 1936 baharında Kastamonu'ya sürgün edilir. Kadîm bir irfanla mayalanmış Anadolu insanı ise, ceberut yönetimin 'tehlike' olarak gösterdiği Bediüzzaman'ı değil tehlike kendine sığınak bilir. İrfan ile yoğrulmuş bir ailenin ferdi olan Hilmi Bey, dostu Taşköprülü Sadık Bey'i alıp Bediüzzaman'ın huzuruna getirir. Sadık Bey artık Risale-i Nur talebesidir. Denizli Hapishanesi'ne düşen, Üstad'ına çorbalar pişiren, Meyve Risalesi'nin yazılmasına katılan biri olur. Hapishaneden çıkıp memleketi Taşköprü'ye döndükten sonra Üstad'ına ve hapishanedeki arkadaşlarına mektuplar yazar. Arkadaşları ve Üstad'ının kendisine cevabî mektupları olur. İrtibat kopmaz; Risale-i Nur ve okuyucuları, hayattan kovulmak istenen imanı hayatın içinde tutmaya devam ederler.

İki Çay Bir Simit

Baharın ilk günleriydi. Yağmurlar, rahmet şarkıları söylerken; martılar, bahar türküleri çığırıyordu. Öğretmenliğe adım atacağımız okullar yeni belli olmuş, fakülteden iki arkadaşımla birlikte kısmetimize Namık Kemal Lisesi çıkmıştı. Stajımızı merkezdeki bir okulda yapacağımız için çok sevinçliydik.

Pazartesi günü arkadaşlarımla Namık Kemal Lisesi'ne gittik. Okulu, idarecileri, örnek alacağımız insanları, tanımaya çalıştık. Rehberimiz olarak edebiyat öğretmeni Mahmut Bey görevlendirilmişti. Mahmut Bey, lise ikinci sınıfların dersine giriyordu. Emekliliği yaklaşmış, halim-selim bir insandı. Bize oldukça babacan davranıyordu; ama sınıfa girince çok değişiyor, dersin yarısı bağırıp çağırmakla geçiyordu. Girdiği sınıfta herkesin şikâyetçi olduğu Uğur adında bir talebe vardı. Daha önce iki liseden sürgün edilen Uğur'a bütün cezalar denenmiş; ama bunlardan bir netice alınamamıştı. O artık çekinilen, tehlikeli bir öğrenciydi. Sınıfta Uğur'un katkılarıyla, tam bir Hababam Sınıfı sahneleniyordu.

Mahmut Bey, bu durumdan o kadar mahcup oluyordu ki; yetkisi olsa çok rahatlıkla; "Siz bu sınıfa girmeyin." diyecekti. Biz de bu duruma çok üzülüyorduk; fakat ne yapacağımızı da bilemiyorduk. Bizi asıl düşündüren uygulamalı ders anlatımıydı. Birkaç gün içinde örnek ders anlatacaktık ve çalışmamızı fakültedeki rehber hocamız değerlendirecekti. Uğur'un bulunduğu sınıfta, bu çok zor bir işti. Stajdan iyi bir not alamama endişesine kapılmıştık.

Ne yapacağımızı bilemeyip kara kara düşünürken, o günler gelip çattı. İki bayan arkadaş, benden önce ders anlattılar. Kırk beş dakikayı doldurmak, onlar için tam bir işkenceye dönmüştü. Gözümüz o kadar korkmuştu ki; bu mesleği yapamayacağımızı dahi düşünmeye başlamıştık. Öyle ki bir arkadaşım, dersi bitirene kadar ölmüş ölmüş dirilmiş, diğeri ise yirmi dakika ancak dayanabilmiş ve sınıfı gözyaşlarıyla terk etmişti. Uğur, her türlü şaklabanlığı yapıyordu. Belki benden çekinir diye en sert bakışlarımla gözünün içine bakıyordum; ama Uğur aynı sertlikle karşılık veriyordu. İnatlaşma konusunda oldukça maharetliydi! Çok iyi rol yapıyordu. Bir saniye içinde komik bir görünümden trajik bir görünüme rahatlıkla geçebiliyor, her durumda dikkatleri üzerine çekecek bir şeyler buluyordu.

Kara kara düşünme sırası bana gelmişti. Arkadaşlarımın yaşadıklarını ve Uğur'un yaptıklarını hatırladıkça uykularım kaçıyordu. İşin içinde rezil olmak ve mezun olamamak da vardı. Bizi izlemeye gelecek hocamız çok katıydı. Kesinlikle mazeret dinlemezdi. Sadece merhameti değil, notu da kıttı.

Perşembe günü, Uğur okula gelmedi. O gün, hepimiz için düğün bayramdı. Niçin gelmediğini merak etmekle birlikte bir sonraki gün de gelmemesi için dua ediyordum. Çünkü cuma günü ben ders anlatacaktım. Uğur sınıfta olmazsa, bunu başaracağımdan emindim.

O gün öğle arası yemek için okuldan çıktım. Caddede ilerlerken kalabalığın yoğun olduğu bir ânda Uğur'la göz göze geldik. Uğur' un gözlerinin içi gülüyor, sanki benimle bir şeyler paylaşmak istiyordu. Şaşırmıştım, çünkü Uğur'la hep sert bakışırdık! Uğur bize hiç yaklaşmaz, bizden sürekli kaçardı. O şaşkınlıkla gayriihtiyarî; "N'aber Uğur!" dedim. Uğur, çok neşeli bir sesle; "İyilik, hocam!" dedi. Ardından pek mağrur bir tavırla; "Kazandık! Hocam, kazandık!" dedi. "Ne kazandınız?" demeye fırsat kalmadan yanımızda, fakülteden bir arkadaşım belirdi ve bizi hemen oradaki bir pasaja, çaya davet etti. Uğur'u ben çağırmadım; ama davet, ikimize yönelik olduğu için Uğur da bizimle gelmişti. Biraz tedirgin olmuştum. Talebeyi çaya çağırmak mı? Böyle bir şey olamazdı! Hiçbir öğretmenimizden böyle bir şey ne görmüş ne de duymuştum. Uğur'la dışarıda karşılaşmak bile beni öylesine germişti ki, içimden arkadaşıma öfkeleniyor; ama hissettirmemeye çalışıyordum. Uğur'a kaşlarımla olmazsa sözle "Hadi sen git bakalım!" diyebilirdim ama diyemedim.

Yapacak bir şey yoktu. Onu arkadaşım davet etmişti. Havadan sudan; biraz da futboldan konuştuk. Çaylar içildi, çıtır simitler yendi. Bu arada Uğur'un neşesinin kaynağı da anlaşılmıştı. Mahalle maçı yapmışlar ve Cezaevi Spor 9–5 kazanmıştı. Uğur, tam beş gol atmıştı. Uğur'u hiç böyle görmemiştim. Yüzünde bahar gülleri açıyor, içi içine sığmıyordu. Sınıfta yaşananlarla ilgili hiç konuşmadık, konuşamadık... Uğur'u yargılayacak ne tek bir söz, ne de bir imada bulundum. Daha doğrusu bulunamadım. Bizim gördüğümüz, bildiğimiz öğretmen anlayışıyla, içimden çok şeyler geçmedi değil. Meselâ ona simit altı haşlama yedirebilirdim! Hem de yağlısından ve unutamayacağı cinsten! Aslında fırçam gelmedi değil! Boğazıma kadar geldi geldi, düğümlendi. Talebe kısmı, fırça yedikçe parlardı. Rahmetli dedem, öyle derdi? Fakat muhabbet öyle hızlı ve koyuydu ki fırsat bulamadım."Neden böyle yapıyorsun, şöyle yapsan daha iyi olur." diye nasihat da etmedim, edemedim. Zaten bunların hiç faydası olmamıştı ki! Biraz daha sohbet ettikten sonra kalkmaya karar verdik.

"İyi günler!" deyip ayrılırken, Uğur elimi öpmek istedi. Ben de ister istemez onu yanaklarından öptüm. O kadar mutluydu ki, zaferlerini(!) tebrik etmeden geçemedim. Okuldaki Uğur'la buradaki Uğur çok farklıydı! O öğrenci sanki bu değildi. Hiç farkında olmadan Uğur'a karşı içimde bir sıcaklık oluşmuştu.

Ertesi gün ders anlatma sırası bana geldi. Derse başladığımız ilk dakikalarda, heyecanla birlikte tedirgindim. Uğur fobisi hâlen üzerimdeydi. Uğur'la bir gün önce yaşadıklarımızın bir rahatlığı vardı belki; ama yine de nefesimi kontrol etmekte zorlanıyordum. Heyecanım sesime de iyice yansımıştı. Bu duygularla birlikte büyük bir şaşkınlık ve mutluluk yaşıyordum. Zîrâ karşımda bambaşka bir Uğur vardı. Hiç aşırılık yapmadığı gibi o kadar munis, o kadar saygılıydı ki... Allah Allah! Acaba hasta mıydı? Yok yok... Hastaya benzemiyordu. Derse katılıyor, çok enteresan sorular soruyordu.

Bu dersle birlikte Uğur'la dost olmuştuk. Çoğu teneffüste artık beraberdik. Yaşadığı hâdiseleri, ailesinin sıkıntılarını, çaresizliklerini anlattıkça gözleri buğulanıyor, bazen de dolup boşanıyordu. Sokak soytarısı sandığım Uğur tam bir çilekeşti. Döverek, söverek ağlatılamayan Uğur, şimdi kendi kendine ağlıyordu! Karşılıklı ağlaştığımız günler de oldu...

Çok ciddi ailevî dramlar yaşıyordu. Annesiyle babası ayrıydı! Canı gibi sevdiği dört yaşındaki kız kardeşi Maviş balkondan düşerek cennet kuşu olmuş. Asıl adı Zeynep'miş; ama deniz mavisi gözlerinden dolayı Maviş diyorlarmış. Maviş'in ölümü babasını iyice yıkmış. Ah bir sabredebilse... O nihai gün gelecek ve Maviş'i elinden tutacak ve "Hadi babacığım!" diyerek ebedi saadet mekânına davet edecekti. Ama nafile! Bu İlahî adaletten habersiz olduğu için maalesef hâdiseden eşini sorumlu tutmuş; böylece tarifi imkânsız yeni acılar yaşanmıştı. Anne yüreği, evlât acısının üzerine böylesine bir suçlamayı hiç taşıyamamış; bunalıma girmiş ve nihayetinde boşanmışlardı! Birbirinden ağır bu iki tablo, Uğur'u iyice derbeder etmiş; okuldan, talebelikten tamamen koparmıştı. Okul idaresi, bu durumu iyi tahlil edememiş; klâsik çözümler denenmiş; vara yoğa ceza verilmişti. Saç var ceza, sakal var ceza, kazak var ceza, sigara var ceza, defter yok ceza, kitap yok ceza, ödev yok ceza, kravat yok ceza, ceket yok ceza. Ceza, ceza, ceza!

Uğur'un durumundan çoğu öğretmenin haberi bile olmamıştı. Olanlar da ağız birliği etmişçesine benzer şeyleri söylemişlerdi: "Durumunu biliyorum; ama ders, her şeyden önemlidir.", "Sen talebesin oğlum! Bunları düşünme!", "Seni anlıyorum; ama yapacağım bir şey yok.", "Sen yine hâline şükret koçum, benim annem de yok babam da..."

Bütün bunlardan sonra içine kapanması gereken Uğur, hırçın bir Karadeniz delikanlısı tavrıyla, aksine daha da isyankâr olmuş; kendisini dinleyip anlamayan herkesle zıtlaşan bir karakter hâline gelmişti. Bütün bu dramlar onun 'temel'ini yok edememişti. Zıtlaşmaları Efece değil Temelceydi... Uğur şimdi babaannesiyle kalıyordu. Kalıyordu; ama onunla da arası pek iyi değildi. Zîrâ babaannenin de üst üste gelen bu ağır imtihanları taşıyacak hâli kalmamıştı. Kadıncağız ne yapacağını pek bilemiyordu. En yetkili kişiler, ona; "Nine nine! Hiç boşuna uğraşma; bu çocuk adam olmaz." demişlerdi. İdarecilerden iyi mi bilecekti! Okuldan gelen tepkileri, ister istemez daha da süsleyerek Uğur'a yansıtıyordu.

Karışık duygular içindeydim. Asıl suçlu kimdi?
O günlerde arkadaşlar elime bir dergi tutuşturmuştu. Dergide, öğretmen-talebe münasebeti açısından örnek bir hatıra vardı: Üç kafadar arkadaş, bir akşam gizlice kaldıkları talebe yurdundan kaçmışlardı. Durumu zamanında haber alan müdür yardımcısı, öğrencileri otobüs terminalinde yakalamış, apar topar yurt müdürünün huzuruna getirmişti. Öğrenciler, çok sevdikleri yurt müdüründen çok da korkarlardı. Acaba kendilerine ne ceza verecekti? Yurt müdürü, kaçak talebeleri mânâlı mânâlı süzdükten sonra, yardımcısından üç tane demir sopa bulup getirmesini istemişti. Öğrenciler demir sopa ile dövüleceklerini zannederek, korku ve pişmanlıkla bir kenara sinmiş beklerken, müdür yardımcısı, bu yaramaz öğrencilere bir tanesinin de yetebileceğini, neden üç tane birden sopa gerektiğini pek anlamasa da, az sonra elinde demir sopalarla dönmüştü.

Önce şefkatli bir üslûpla bu üç talebeye güzel güzel nasihatler eden yurt müdürü, öğrencilerin ve müdür yardımcısının şaşkın bakışları arasında, demir sopaların her birini bir talebenin eline tutuşturmuştu. Sonra da gömleğini çıkararak, talebelere; asıl suçlu biziz, size okulu, yurdu ve kendimizi sevdiremedik, size hakikatleri anlatamadık. Şimdi, elinizdeki demir sopalarla bize vurun ki, aklımız başımıza gelsin. Böylece bir daha sizlerin bu eğitim yuvasından nefret etmemeniz için ne gerekiyorsa yapalım, demişti. Pişmanlık gözyaşlarına boğulan talebeler, öğretmenlerinin ellerine sarılarak af dilemişler, bir daha kaçmayacaklarına söz vermişlerdi. Sonra okullarını başarıyla bitiren bu öğrenciler, vatana hizmet yolunda büyük işler yapmışlardı.

İşte gerçek öğretmenlik ve rehberlik buydu... Bu hikâyeyi okuduktan sonra ben de Uğur'un bu yaramazlıklarında kendimizde kusur buluyor, ona bir ağabey, bir arkadaş gibi yaklaşmaya çalışıyordum.

Uğur'la dostluğumuz artarak devam etti. Beraber çiftlik turları attık, sahilde dolaştık. Uğur, bana çay bile ısmarladı. Hem de aynı çaycıda. Bir tane de simit aldı. Alabildi. Yalnız bu defa, simidimizi paylaşmıştık.

Uğur'daki değişime idareciler, arkadaşları, öğretmenler, herkes şaşırıyordu. Enteresan yorumlar yapılıyordu. Hele kuru bilgi yüklemekten başka derdi olmayan bazı usta öğreticilerimizin değerlendirmeleri bir harikaydı! "Başına saksı düşmüş olmalıydı.", "Hangi dağda kurt ölmüştü?", "İyi saatte olsunlar mı musallat olmuştu?" ,"Ninesi, türbelere mi götürmüştü?"

Meslek hayatımın baharında en büyük dersi almıştım. Bu dersi bana hepimizin 'uğursuz' gördüğü Uğur vermişti. Uğur'un neden böyle davrandığını anlamıştım. Yıllardır herkes onu itmişti. Aile, çevre, idare ve biz öğretmenler... Anlaşılan, kimse onu dinlememiş, anlamamış; başını okşamamıştı... Demek ki insanın yaratılışındaki o güzellik, biz büyüklerin özel gayretleriyle küllenebiliyordu. Hoyrat bahçıvanların elindeki güller, dikenleşebiliyor; 'peygamber mesleği' öğretmenlik, yargıçlığa hattâ savcılığa dönüşebiliyordu.

Tamamen bir tevafuk neticesi Uğur'u kendime çekmiştim. Hem de iki çay bir simitle... Belki de sadece güler yüzle veya adam yerine koymakla. İşte asıl rehberlik buymuş! Hâlbuki rehberlik bize, sadece form doldurmak ya da doldurtmak olarak gösterilmişti.

Aslında bütün öğretmenlerimiz iyi niyetlidir; ancak iyi niyet yetmeyebiliyor. O niyeti yerine getirecek doğru yaklaşımlara da ihtiyaç var. Bu ise değil yedi sekiz teorik-pedagojik dersle, seksen pedagojik dersle yine öğrenilemez... Ancak ve ancak onlara ağabey, abla olmakla; onlarla 'arkadaş' olmakla 'dost' olmakla öğrenilebilir...

İlâçların Vücudumuzdaki Serencamı

Hayatımız boyunca çeşitli sebeplerle hasta oluruz. İyileşmek için bazen istirahat ederiz, bazen beslenmemize itina gösteririz, bazen de ilâç kullanırız. Kullandığımız bir ilâç, bağırsaklarımızda nasıl emilir? Tesirini gösterdiği yere nasıl ulaştırılır? Tesiri nasıl kaybolur? Vücuttan nasıl atılır? Bütün bunlara tesir eden hâdiseler nelerdir?

Bazı ilâçların tatbik edildikleri yer, aynı zamanda tesirlerini gösterdikleri yerdir. Bazıları ise tesirlerini gösterdikleri uzak yerlere kan dolaşımı ile ulaştırılır. İlâçlar vücuda genellikle ya ağız yoluyla veya şırıngayla alınır. İlâçlar uygulandıkları yerden kan dolaşımına geçtiğinde emilmiş olur. Kas içerisine şırınga edilen bir ilâcın kas hücrelerinin arasında bulunan kılcal damarların içine girmesi buna bir misâldir. Ağız yoluyla alınan bir ilâç ise, mide-bağırsak sistemindeki kan damarlarına geçerek emilmektedir.

Ağız yoluyla alınan bir ilâcın emilebilmesi için mide-bağırsak sıvısı içerisinde erimesi gerekir. İlâç mide asidinin ve salgılanan çeşitli sindirim enzimlerinin tesiri ile önce küçük taneciklere parçalanır, daha sonra bunların içindeki kimyevî moleküller, mide-bağırsak sıvısına geçer. Bu hâdise, çayın içine atılan bir küp şekerin erimesine benzetilebilir. Şeker önce parçalara ayrılmakta, sonra da tamamen erimektedir. Çay, bir kaşık ile karıştırıldığında bu hâdise hızlanır. Aynı şekilde, mide ve bağırsak hareketleri de ilâcın erimesine yardımcı olur. Şurup gibi sıvı ilâçlar, zaten küçük parçacıklar hâlinde olduğundan, mide-bağırsak sıvısında daha hızlı erir, dolayısıyla daha hızlı emilir.

İlâçlar daha çok ince bağırsakta emilir. Bu organımızın en ehemmiyetli vazifesi besinlerin emilmesidir. İnce bağırsağımız yaklaşık üç metre boyunda ve dört santimetre çapındadır. İç yüzeyinde villus adı verilen çıkıntılar vardır ve bunların üzerinde de mikrovillus adı verilen daha küçük çıkıntılar bulunur. Hikmeti Sonsuz tarafından ince bağırsaklarımızın bu şekilde yaratılmış olmasının hikmetlerinden biri ve belki de en mühimi, bağırsağın iç yüzey alanının kat kat artmasıdır. Öyle ki bir insanın ince bağırsağının iç yüzey alanı yaklaşık 200 m2'yi bulmakta, bu da emilme hâdisesini son derece kolaylaştırmaktadır. Bahsettiğimiz bu çıkıntılar bağırsak hücreleriyle inşa edilmiştir. İlâç molekülleri bu hücreleri geçerek kılcal damarlara ulaşır, daha sonra da kılcal damar hücresini geçerek kana karışır. Ayrıca bağırsak hücresinin zarına, hücre içine giren zararlı maddeleri alıp bağırsak boşluğuna geri gönderen bir protein yerleştirilmiştir. Böylece bu zararlı maddeler bağırsaklardan emilmeyen diğer maddelerle birlikte vücuttan dışarı atılır. Aynı şekilde bazı ilâçların da bir kısmı bu protein tarafından yakalanıp bağırsak içine geri atılmaktadır ki, bu hâdiseye maruz kalan ilâçların emilimi azalır.


İlâçların zararlı tesirini ortadan kaldırmakla görevli organ: karaciğer
İlâçlar bağırsaktan emilerek kana geçtiğinde, ilk olarak karaciğere gönderilir. Çünkü bağırsaklardan emilen maddeleri toplayan kan damarları önce karaciğere uğramaktadır. Karaciğerin pek çok vazifesinden biri de vücuda giren zararlı maddeleri temizlemesidir. Bu sebeple, bağırsaktan emilen maddeler önce karaciğere gönderilir. Karaciğere, kendisine ulaşan bu maddeleri kimyevî değişikliğe uğratma vazifesi verilmiştir. Karaciğerdeki metabolizmanın bir hikmeti, zararlı maddelerin bu hâdise ile tesirlerini kaybetmesi ve vücuttan atılabilir hâle gelmesidir. Aynı şekilde ilâçlar da karaciğerde metabolize edilerek tesirlerini kaybeder ve vücuttan atılabilir hâle gelir. Pek çok ilâç birbirinin metabolizmasını etkilemektedir. Eğer bir ilâcın metabolizması engellenirse, o ilâcın kan seviyesi artar ve yan tesirler daha çok görülmeye başlanır. Çünkü her ilâcın muhtelif yan tesirleri vardır. Bu yüzden gelişi güzel ilâç kullanımından kaçınılmalıdır. İlâcın münferit yan tesirlerine ilâveten ilâç etkileşimleri de büyük zararlara yol açabilir. Ayrıca, çeşitli besinler de ilâç metabolizmasına tesir eder. Meselâ greyfurt bazı ilâçların metabolizmasını engeller, neticede bu ilâçların kan seviyesi artar ve yan tesirler görülebilir. Diğer yandan brokoli, lâhana, kömürde kızarmış et gibi bazı besinler, çeşitli ilâçların metabolizmasını artırır. Bu durumda ise, etkilenen ilâcın kan seviyesi düşer ve neticede ilâç kullanımından elde edilecek fayda azalabilir. Bu yüzden hususen sürekli ilâç kullanan hastaların bu tür besinleri fazlaca tüketmemeleri gerekmektedir. İlâç moleküllerinin metabolizmadan kurtulan kısmı ise diğer organları besleyen kan damarlarına gönderilir. Bazı ilâçların karaciğerdeki metabolizmasında ferdî farklılıklar vardır, yani metabolizma miktarı kişiden kişiye değişmektedir. Bundan dolayı, aynı dozda bir ilâç, bazı insanlarda arzulanan ölçüde kan seviyesi oluştururken, bazı insanlarda bu seviyeyi oluşturamamakta, bazı insanlarda ise zararlı tesirler oluşturacak derecede yüksek kan seviyelerine sebep olmaktadır. Bu yüzden bir hastanın faydalandığı bir ilâç, doktor tavsiyesi olmadan, asla başkaları tarafından kullanılmamalıdır.

Safranın vazifesi
Kaynağını karaciğer ve safra kesesinden alan safra salgısı, gıdalardaki yağların sindiriminde ve emilmesinde kritik ehemmiyete sahiptir. Safra, yağları küçük parçalara ayırarak sindirim enzimlerinin yağlara tesir etmesine vesile olur. Bunun neticesinde de yağların ve yağda eriyen A, D, E, K gibi vitaminlerin emilmesi sağlanır. Benzer şekilde safra, mide-bağırsak sıvısında yeterince erimeyen bazı ilâçların erimesini artırarak emilmelerini kolaylaştırır. Safra salgısına yüklenen bir diğer vazife ise, bazı atık maddelerin vücuttan uzaklaştırılmasıdır. Onikiparmak bağırsağına boşaltılan safradaki atık maddeler sindirim kanalı yolu ile dışarı atılır. Bazı ilâçlar da bu yolla vücuttan uzaklaştırılmaktadır.




İlâçların aç veya tok Karna alınması
Bilindiği gibi ilâçların aç veya tok karna alınmaları tavsiye edilmektedir. İlâçların tok karna alınması, sindirim sisteminde ortaya çıkabilecek bulantı, ağrı, hazımsızlık gibi istenmeyen tesirlere daha az sebep olur. Diğer yandan gıdalar bir kısım ilâçların emilmesini azaltabildiğinden, bu ilâçların aç karna alınması gerekir. Ancak, yemeklerden hemen önce uygulanan ilâçlar aç karna alınmış sayılmaz. Çünkü ilâcın akabinde alınan gıdalar midede ilâç ile karşılaşır. İlâç alındıktan yaklaşık 60 dakika kadar bir süre içinde yemek yenmemelidir. Genel olarak ilâcın aç veya tok karına alınması emilen miktarını değiştirmez. Ancak, aç karına alınan ilâç midede uzun süre kalmadan bağırsağa geçtiği için daha hızlı emilir. Bu durum ağrının kesilmesi gibi hemen tesir istenen durumlarda ehemmiyetli olabilir. Bol su ile ilâç alma da ilâçların daha hızlı ve fazla emilmesine sebep olur. Bazı ilâçlar jelâtin gibi maddelerden hazırlanmış kapsüllerin içine konmuştur. Tadı ve kokusu hoş olmayan ilâçlar bu şekilde kullanıma sunulabilir. Ayrıca ilâç mideye zarar veriyorsa veya mide asidi ilâcı bozuyorsa, bu tür ilâçlar mide asidine dayanıklı ama bağırsaklarda eriyen kapsüller hâlinde üretilebilir. Bu yüzden kapsül şeklindeki ilâçların dış kısmı açılarak içindeki ilâcın içilmesinden kaçınılmalıdır. Benzer şekilde bazı tabletler de ilâç moleküllerinin hususi bir şekilde bağırsağa sunulması için üretilmişlerdir. Bu tür ilâçları bütün hâlde almak gerekir. Aksi hâlde ilâç tesirsiz kalabilir veya zararlı hâdiselere yol açabilir.

İlâçların tesir ettiği yere ulaştırılması
Emilerek kana geçen ilâç molekülleri kan dolaşımı yoluyla bütün vücuda dağılır. Kan damarlarıyla vücudun muhtelif yerlerine ulaşan ilâç molekülleri buralarda kılcal damarlardan organlarımıza geçer. Yalnız ilâçların beyne girişi zordur. Çünkü bu hayatî organımız vücuda dışarıdan giren muhtelif maddelerin muhtemel zararlı tesirlerine karşı, hususi olarak muhafaza altına alınmıştır. Beyindeki kılcal damarlar, damar hücreleri arasında aralık bulunmayacak şekilde yaratılmış olmaları sebebiyle vücuttaki diğer kılcal damarlardan farklılık arz eder. Dahası bu hücreler sıkı bağlantı bölgeleri ile âdeta birbirlerine bağlanmıştır. Damarların çevresinde diğer kılcal damarlardakinden daha kalın olan bir zar vardır. Ayrıca bu zarın çevresinde de damarı sarmalayan çeşitli hücreler mevcuttur. Bu ve benzeri sebeplerden dolayı bazı ilâçlar beyne çok az miktarda girebilir. İlâç molekülleri hedeflenen tesirlerini, organlardaki reseptör adı verilen hedef proteinlere bağlandıklarında gösterir. Her bir ilâca münhasır olan bu proteinler, hücrelerin zarında veya içinde bulunur. Bunun yanında ilâç molekülleri az miktarda da olsa kendilerine has olmayan diğer reseptörlere bağlanır. Bu bağlanma neticesinde yan tesirler ortaya çıkar.

İlâçların vücuttan temizlenmesi
İlâçlar karaciğer ve böbrekler vasıtasıyla vücudumuzdan dışarı atılır. Bu organlarımızın vazifelerinden biri de, kanın yabancı maddelerden temizlenmesidir. Bağırsaktan emilen maddelerin önce karaciğere ulaştığı ve burada bir miktarının metabolize edildiği geri kalanının da diğer organları besleyen kan dolaşımına geçtiği ifade edilmişti. Karaciğeri geçen ilâç molekülleri, kan dolaşımı sürekli devam ettiği için tekrar tekrar karaciğere uğrar. Her uğradığında da bu moleküllerin bir kısmı daha metabolize edilir. Metabolize olan ilâç molekülleri böbrekler ve az miktarda da safra yoluyla vücuttan atılır. Sadece ilâç moleküllerinin bir kısmı hiç metabolizmaya maruz kalmadan böbreklerden atılır. Bu kısım bazı ilâçlar için çok fazladır. Böyle ilâçların böbrekler yoluyla temizlendiği söylenir. Bazı ilâçlar ise karaciğerde metabolize edilmeden vücuttan dışarı atılamaz. Çünkü daha önce ifade ettiğimiz gibi metabolizma hâdisesi ilâçları vücuttan daha kolay atılabilir hâle getirmektedir. Bu tip ilâçlar metabolize edilmemişlerse, böbreklerden süzüldükten sonra idrara ulaşmadan tekrar kana geçmektedir. Karaciğerin böbrekteki bu hâdiseyi bilmesi imkânsızdır. Demek ki karaciğer ve onun her bir hücresi, onlara hükmeden bir Kudret tarafından vazifelendirilmektedir. Karaciğer ve böbreklerimiz ilâçları temizleyen organlarımız olduğu için bu organlarımızda ilâç molekülleri yoğunlaşır. Neticede bu organlarımızda ilâçların zararlı etkileri daha çok görülür. Bu yüzden gereksiz ilâç kullanımından sakınmak gerekir, aksi hâlde bu organlarımızın sağlığı bozulur ve vazifelerini yapamaz hâle gelirler.

Görüldüğü gibi midemizden böbreklerimize kadar pek çok organımızdaki hâdiseler, ilâçların vücudumuzdaki hareketini, dolayısıyla da tesirini değiştirmektedir. Her biri mu'cizevî sayılabilecek bu hâdiselerin cereyan ettiği organlarımızın mu'cizevî yaratılışını görmeyip, bütün bunları kör tabiata, şuursuz sebeplere, doktorlara ve sadece doktorların verdiği ilâçlara bağlamanın ne büyük bir hata olduğu açıktır. İmtihan için hastalığı da, şifayı da veren Allah'tır. Dolayısıyla hastanın vazifesi, doktora gitmek, ilâçları zamanında kullanmak ama şifayı verenin Allah olduğunu hiçbir zaman unutmamak, sebeplere takılıp kalmamaktır.

MİZAH KÖŞESİ

Ekim 2011
Murat KAYA


Ekim 2011 AYAKKABI
Adamın biri ayakkabı almak için mağazaya gitmiş. Denediği ve beğendiği ayakkabılardan birisinin ayağını sıktığını söylemiş. Mağaza sahibi de:
— Bir hafta sonra açılır, demiş.
Adam:
— İyi o zaman, ben bir hafta sonra gelip alayım, demiş.

BENZERLİK
Futbolcunun birisi, kendi kalesine gol atmıştır. Devre arasında teknik direktör, oyuncunun yanına giderek sorar:
— Bizim kalemize neden gol attın?
Oyuncu şu cevabı verir:
— Hocam, ben de şaşırdım. Bizim kale, karşı takımın kalesine o kadar çok benziyordu ki…

KARPUZ
Adamın biri, elini beline koymuş dalgın dalgın yürüyormuş. Bu hâl, onu gören bir gencin garibine gitmiş. Genç onu takip etmeye başlamış. Adam, belediye otobüsüne binmiş. Eli hâlâ belinde, inmiş yarım saat yürümüş eli hâlâ belinde. Onu takip eden genç dayanamamış; koşup adamın önüne geçmiş:
— Yahu ağabey siz iyi misiniz?
— Evet; ne var bunda.
— Sizi iki saattir takip ediyorum, eliniz belinizde yürüyorsunuz.
Adam eline bakıp, hayretle seslenmiş:
— Vay be; karpuz düşmüş ha!

TAMAMEN PALAVRA
Adam, avlanmanın yasak olduğu, yakalanınca çok yüklü para cezalarının kesildiği millî parkta, göl kenarında, kucağında kocaman bir balık ile parkın polis müdürüne yakalanmış.
— Avlanma izniniz var mı, diye sormuş, polis müdürü.
— Yok, demiş adam. Gerek de yok çünkü bu balığı ben evimde besliyorum. Her gün buraya gelip gölde bir müddet yüzdürüyorum, ıslık çalıyorum dönüp geliyor, alıp eve götürüyorum.
— Balıklar bu dediğinizi yapamaz.
— İsterseniz göstereyim.
— Tamam.. Görelim bakalım.
Adam balığı gölün derin sularına bırakmış, aradan birkaç dakika geçmiş, polis müdürü adama dönüp “Evet?” demiş.
— Evet ne?
— Ne zaman geri çağıracaksın?
— Neyi?
— Balığı.
— Hangi balığı?

ANLA BENİ MATEMATİK

Anla Beni Matematik
Orhan Bilir


Ekim 2011 Beni hiç anlamadın matematik... Beni hiç sevmedin. Yıllarca senin sorularını çözdüm. En zor problemlerinle uğraştım. Senin için uykusuz kaldım. Bir teşekkür bile etmedin.

Oysa bir zamanlar seni ne çok sevmiştim. İlk derse mavi boncuklar, pembe çubuklar hazırlamıştım. Fındıklar, cevizler getirmiştim. Birer, ikişer, üçer saymayı fındıklardan öğrenmiştim. Ders bitince fındıkları kırıp yemiştim. İşte matematiği yuttuk, demiştim.

Gün geldi, rakamlarla resim yaptık. Sıfırdan balon, altıdan tavşan, yediden baston, sekizden gözlük… Sekizi yazdığım gün, öğretmenim uyarmıştı:

— Sekizi doğru yaz, demişti.

Her tarafı eğri olan bir sayıyı nasıl doğru yazacaktım ki… Ters yazdım olmadı, sıfırları üst üste koydum olmadı, üçten yardım istedim olmadı. Yazdığım sekizi kimseye beğendiremedim. İşte o gün hayal kırıklığına uğramıştım. Okuldan üzülerek ayrılmıştım.

O gün benimle hiç ilgilenmedin. Olanları çabucak unuttun. Beni sevindirmek için hiç uğraşmadın. Gizli gizli ağladığımı fark etmedin. Bir özür bile dilemedin.

Aramızdaki sevgi köprüsü yara almıştı. Gün geldi doğal sayılar yerini ritmik saymalara bıraktı. İleri saymaların yerini geri sayımlar aldı. Derken ardışık sayılara geçtik. O zaman sevindim. Nihayet matematikle barıştık, dedim. Fakat ardışık sayıların ardı arkası kesilmedi. Bir ucu ta çarpım tablosuna dayandı. Ve bir gün çarpım tablosu ile yüz yüze geldim. Onun gelişine hiç sevinemedim. Bir geldi pir geldi; bir daha da geri dönmedi. Öğretmenimize sordum.

— Çarpım tablosu ne zaman biter?
Öğretmenimiz:

— Ömür biter hesap bitmez, dedi.
Gerçekten öyle misin ey matematik? Senin çarpmaların, bölmelerin, toplamaların, çıkarmaların hiç bitmez mi? Basamaklarının sonu gelmez mi? Sayıların sonsuza kadar mı uzanır? Etkisiz elemanların etkili hale gelmez mi? Yutulan elemanların nereye gider?

Sevgili matematik:
Hatırlar mısın? Bir gün okula elma getirmiştik. Bunlarla kesirleri öğreneceğiz, demiştik. Ne kadar sevinmiştim. Hayalimde kırmızı paydalı kesirler canlanmıştı. Derste elmaları kesip pay ve paydalara ayırmıştık. Ders bitince de yemiştik. Öğretmenimiz:

— Matematiği ikinci kez yuttunuz, demişti.
Bu kez arayı düzelttim, demiştim. Ertesi gün yine elma getirmiştim. Kesir konusu gelince elmaları yeriz, demiştim. Fakat elmalarım elimde kalmıştı. Kesirler aldı başını gitti. Ondalık sayılara kadar dayandı.

Derse devam ettim. Ondalık sayıların kapısına dayandım. İşin sırrını çözmeden geri dönmem, dedim. Gördüm ki her soruda bir ipucu saklı imiş. İpin ucunu keşfettim. O zaman matematiğin dili çözüldü. Rakamların yüzü güldü. Basamaklara basarak yükseldim. Zor zannettiğim sorular birer birer çözüldü. Kaybettiğim teşekkürün yerine nice takdirler aldım. Yazılı öncesi kaçan uykularım geri döndü. Gerçek büyüklüğün ne olduğunu o zaman anladım.

Seni nihayet anladım, bilmem ki sen beni anladın mı?

TOPAL SAKSAĞAN

Şimşek çaktı, gök gürledi, yağmur başladı. Toprak suya kandı, çiçekler boy attı, ortalık gülistan oldu. Gören gözlere âlem bir içim su oldu. Cümle canlılar suya doydu, kardeşçe yaşamaya durdu.
Saksağan daldığı hayalden sıyrıldı, kanatlarını çırpıp kurulandı. Hopladı, zıpladı, bir dala kondu. Çevresini seyre daldı.
Dört bir yan bahardı. Çiçekler burcu burcu kokuyor, kuşlar tatlı tatlı ötüyor, sular şırıl şırıl akıyordu. Gökyüzünde parlayan güneş, bir anne sıcaklığı ile her şeyi kucaklıyordu.
Saksağan siyah beyaz tüylerinin parlaklığından, gagasının ölçülü uzunluğundan, bacaklarının kıvraklığından, kanatlarının çevikliğinden, boyundan posundan memnun, mutlu-mesut yaşıyordu.
Bu mutluluğu kekliği görünceye kadar bir ırmağın akışı gibi kesintisiz devam etti.
Saksağan, konduğu daldan yunmuş yıkanmış baharın gülen yüzüne bakıyordu. Kavakların arasındaki pınarın başına süzülüp inen bir keklik gördü. Bir olağanüstülük aradı türkülerde anlatıla anlatıla bitirilemeyen keklikte:
— Mat, gri tüyleriyle karatavuk gibi bir şey. Boynu kınalıymış, olsa ne olur, olmasa ne! Yiğidi öldür, hakkını ver, demişler. Sesi güzel. Bir sesten ne olur ki! Şöyle bir yürüse de övülen sekişini görsem, diye söylendi.
Keklik, tedirgin bakışlarla çevresini süzdükten sonra dans eden gelin kızlar gibi sekerek gökten yıldız kayar gibi pınara sokuldu. Nazlı nazlı suyunu içmeye başladı.
Saksağanın feleği şaştı. Gözlerini ovuşturdu yanılsama sanarak. Şaşkınlıktan küçük dilini yutuyordu az daha.
Gözlerini kocaman kocaman açtı. Kekliği incelemeğe koyuldu. Sayıklar gibi konuşmaya başladı:
— Bugünden tezi yok çalışmaya başlayacağım. Keklikten neyim eksik? Ben de gelin gibi süzüleceğim çayırlar üstünde.
Keklik, geldiği gibi ince, hoş sekişlerle pınarın önünden çekildi. Kanatlarını açıp bir ok gibi gökyüzüne fırladı, gözden kayboldu. Meydan saksağana kaldı.
Saksağan pınarın önüne uçup kondu. Başladı çalışmaya. Durup dinlenmeden saatlerce çalıştı. Ondan sonraki günlerde de bıkıp usanmadan çalıştı, çalıştı…
Çalışmak iyi, güzel, hoş da, bir işe kalkışmadan önce ölçüp biçmek, durup düşünmek gerek. Ne kadar çalışırsa çalışsın kartal bülbül gibi ötemez, serçe devekuşu gibi koşamaz. Yapılacak iş yaratılıştan getirilen özelliklere, beden yapısına, bilmem daha nelere nelere uygun olmalı. Hayal kırıklığına uğramamak için ince eleyip sık dokumak, ayağını yorganına göre uzatmak gerek. Ondan sonra işe koyulmak, azimle çalışmak hedefe ulaştırır yola çıkanları. Körü körüne taklit köreltir yetenekleri.
Saksağan, yürüyüşünün değiştiğine inanınca:
— Yoruldum ama, buna değdi. Artık yürüyüşte de keklikten daha iyiyim, dedi.
Burnu Kafdağı’nda, çalımlı çalımlı yürürken çevreden gören kuşlar koşup geldi. Saksağanın topallar gibi aksak aksak yürüdüğünü görünce kahkahalarla gülmeye başladılar.
Birbirlerine saksağanı göstererek:
— Bak şunun yürüyüşüne, ne komik! Başkasının yürüyüşünü taklit edeyim derken kendi yürüyüşünü kaybetmiş, diye gülüyorlardı.
Saksağan ne kadar kötü yürüdüğünü kuşlar gülünce anladı. Kendi gibi yürümek istedi, başaramadı. Ne o olabildi, ne kendisi. İki ara bir derede kaldı. Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan oldu. Ölçüp biçmeden bir işe kalkışmanın cezasını ağır ödedi. Ne kendine has ritmi kaldı yürüyüşünün ne heybeti. Ağır aksak sekmeğe başladı. Bundan sonra adı topal saksağana çıktı.

Ergül ALTAŞ

YA NASİP

Her yıl babamın yıllık izne çıkmasını dört gözle bekleriz. Babamın yıllık izne ayrıldığının ertesi günü soluğu köyde alırız. Bizim köyümüz bir tanedir. Çeşit çeşit meyvesi, taze ve tabii [doğal] sebzeleri ile bir içim sudur. Tek kusuru biraz fazla sıcak olması. Olsun, o kadar kusur kadı kızında da olur.
Geçen yıl temmuzda gittik köye. Annem, salçamı, tarhanamı yapamadım; çocuklar incir yiyemedi diye, “Bu yıl ağustosta gidelim.” dedi babama.
Babam “Ya nasip!” dedi.
Tatil lafı açıldığında eşe dosta, nasipse ağustosta gideceğiz dedik. Annem salçasını, tarhanasını gönlünce hazırlayacak, biz çocuklar doyasıya incir yiyebilecektik. Babam için temmuz veya ağustos fark etmez. O yine oltasını alıp iki günde bir balığa çıkacaktı.
Nasip demiştik ya! Ağustosta nasip değilmiş. Köye bu yıl da temmuzda gittik. Güldük eğlendik, koştuk oynadık; hoşça vakit geçirdik. Annem salçasını, tarhanasını yaptı, babam balığını tuttu çok şükür.
Neden ağustos değil de temmuz? Nasip!
Evimizin koca bir balkonu var. Balkonundan serçeler eksik olmaz. Onlara ekmek kırıntıları ve yemek artıkları bırakırız. Haziran ayında alışılmışın dışında balkonumuzda sık sık martıya da rastlamaya başladık. Annem, ekmek kırıntılarına dadandılar, dedi. Komşularla aramız bozulacak, kuşlar gele gide onların balkonlarını da pisliyor, dedi.
Martılar, serçeleri geçti. Vakitli vakitsiz balkondalar.
Bir temmuz sabahı babamın neşeli bir şarkı çalan ıslığı ile uyandık. Oysa babam pazar sabahları kahvaltıdan önce balkonda belli belirsiz duyulan bir ıslıkla hep hüzünlü şarkılar çalardı. Biz ne oluyor demeğe kalmadan:
— Martı, şöminenin içine yuva yapıp yumurtlamış, dedi babam.
— Aman Allah’ım şaşırmış bu kuş, dedi annem.
Kuş kuluçkaya yatacak. Bizden ürküyor. En küçük bir tıkırtıda pııır uçuyor. Böyle giderse yumurtalardan yavru çıkması imkânsız. Acaba ne yapsak? Kafa kafaya verdik düşünüyoruz.
— Balkona çıkmayalım.
— Çöpü mutfakta biriktirelim.
— Evde yüksek sesle konuşmayalım.
— …
Bu tedbirlerin sorunu çözeceğinden emin değiliz.
— Bu ev yalnız bizim değil artık. Martının ve bizim. Öyleyse paylaşalım. Temmuz ayında martı otursun. Yılın geri kalanında biz otururuz, dedi babam.
İtiraz eden olmadı. Annem kahvaltıdan sonra yol hazırlıklarına başladı. Bir hafta sonra köydeydik.
— Geldiğimizde martı yavrularını görür müyüz baba, dedim.
— Nasip, dedi babam.

Ergül Altaş

Uykusuzluğa sebep olan gen bulundu

Amerikalı bilim adamları, uykusuzluğa yol açan enzimi keşfetti."Journal of Neuroscience" dergisinde yayımlanan araştırma, uykusuzluğun temel sebebinin kimyasal olduğunu ortaya çıkardı. Ancak bu süreçte rol oynayan mekanizmalar tam olarak çözülemedi. Enzimin engellenmesi ise uykusuzluk için doğal tedavi sağlayacağı kaydedildi.

'Allah'ın Sadık Kulu: Barla' rekora koşuyor

Türkiye, Bediüzzaman Said Nursi'nin çile ve mücadele dolu hayatının bir bölümünü anlatan Allah'ın Sadık Kulu: Barla filmine büyük ilgi gösterdi.Türkiye'nin ilk uzun metrajlı animasyon filmi olma özelliğini gösteren Barla, 19 günde 1 milyon 11 bin 995 izleyiciye ulaştı. Senaryo ve animasyon kalitesi ile göz dolduran "Allah'ın Sadık Kulu: Barla"nın 3 hafta olarak öngörülen vizyon süresi birçok ilde yoğun ilgi sebebiyle uzatıldı, seans sayıları da artırıldı.

Film halihazırda gösterimdeki yapımlar arasında 1. sırada. Türkiye'de gişe rekorları kıran filmler sıralamasında da ilk 10 içerisine girdi. İlerleyen günlerde zirveyi zorlaması bekleniyor. Filmin yapımcılarından Fatih Gök, halkın filme gösterdiği ilgiyi kendileriyle de paylaştıklarını söylüyor. Gök, "Unuttuğumuz, mazide kalan bir devrin, tarihî bir dokümanın gözler önüne serilmesi, hatırlatılması adına çok tebrik aldık." diyor. Özellikle kadınların Risale yazımının bu kadar içinde olması ve Üstad'ın kız çocuklarına verdiği değerin dikkat çektiğini dile getiren Gök, "8 yaş altı çocuklardan dahi tahminimizi aşacak şekilde olumlu değerlendirmeler aldık. Bu kadar olumlu tepki bizim için de şaşırtıcı oldu. Animasyon deyince çocuk filmi gibi algılanmasının bu filmde doğru olmadığı gözlenmiş oldu." ifadelerini kullanıyor.

Haftanın Duası

Ya Râb! Senin hududu olmayan merhametine sığınıyor ve "bazı yüzlerin ağardığı, bazılarının da karardığı" o dehşetli mahşer gününde bizi yüzü ağaranlardan eylemeni ve Efendiler Efendisi'nin sancağı altında bir araya gelen dostlarının arasına almanı diliyoruz.Nebiy-yi zîşan Efendimiz'e, kadr u kıymetleri pek yüce hane halkına ve ashabına, niyazımızın sonunda bir kere daha salât ü selam ediyor ve semaya doğru kalkan ellerimizin geri boş dönmeyeceğini ümid ediyoruz; dualarımızı kabul buyur Rabbimiz!

Gönüller Tahtın

Rahmet olarak doğdun zahmetlerle büyüdün,İnâyet oldun bize, inâyettin Ezel'den.Bir uğraktı bu dünya, gelip O'na yürüdün,Işık verdin âleme, ışık aldılar Sen'den.Karanlıktı cihanlar vilâdetinden evvel,Çehrenden akan nûrdan aydınlandı dört bucak.Rûhlara saldığın irfan dünyalara bedel,Uyandık sayende, insanlık da uyanacak!.Sayende Efendim kurtuldu insanlık tekmil,Takılıp yolda kalanlara yazıklar oldu..Bir hamlede ettin zulmeti ışığa tebdil,Silindi kasvetler her taraf nûrlarla doldu.Otağın bütün cihan, gönüllerimiz tahtın,Bir sultanlık kurdun ki Süleyman'dan ileri;Hep gıptayla anılır gökte zümrütten bahtın,Her yana nur yağıyor doğduğun günden beri.M. Fethullah Gülen

Onları bir görseydiniz...

Hilyetü'l-Evliya adlı eserinde Ebu Nuaym Hazretleri'nin naklettiğine göre, sahabe efendilerimizdeki dinî hassasiyete ve İslamî heyecana derin bir özlem duyan Hasan Basri Hazretleri, çağdaşı olan insanların hayatları ile sahabenin yaşayışını kıyaslayıp çok üzüldüğü bir gün şöyle demiştir:"Yetmiş Bedir gazisine yetiştim. Onların çoğunun elbisesi basit bir yün kumaştan ibaret idi. Siz onları görseydiniz deli sanırdınız; onlar da sizin iyilerinizi görselerdi artık ahlakın kalmadığına hükmeder, kötülerinizi görselerdi onların hesap gününe bile inanmadıklarını söylerlerdi."

Gerçekten, sonraki nesillerin pek çoğu sahabe efendilerimizi görselerdi, onların her halleriyle ahiret tüten yaşayışlarını kavramakta zorlanırlardı. Çünkü, Ashab-ı Kiram her zaman Cenâb-ı Hakk'ı görüyor gibi yaşıyor ve dinî gayretlerinden dolayı başkalarının çok küçük kabul ettiği herhangi bir hususa dahi çok büyük değer atfediyorlardı. Onlar, ahiretlerini kazanmak ve Müslümanlığın izzetini korumak için dünyaya da bir derece kıymet veriyorlardı; fakat, bir yerde Allah'ın rızası ve Resûl-i Ekrem'in şefaati söz konusu olunca dünya onların nazarında ancak sinek kanadı kadar kıymet ifade eden bir duruma düşüyordu. Dolayısıyla, dünyaya meftun insanlar, şayet böyle bir hayat telakkisine sahip sahabe efendilerimizle karşılaşsalardı, büyük ihtimalle onları anlayamayacak ve "deli" sayacaklardı. Sadece dünyevî geçim işiyle meşgul olan aklın ehli, irfanla terbiye olup öncelikle ahiretini düşünen akıl erbabını garipseyeceklerdi.

Dünya Onları Değiştiremedi

Bütün Ashab-ı Kiram aynı Peygamber aşkıyla ve aynı İslamî heyecanla yaşadılar. Dinleri uğruna her türlü meşakkate katlandılar. Çoğu zaman aç-susuz kaldılar, dayandılar. Bazen bir hurmayı üç-beş kişi paylaştılar; ama hallerinden şikâyet etmediler. Ekseriyetinin evi barkı hiç olmadı, hep mescidin bir köşesinde yatıp kalktılar; fakat, fakirliklerini mahrumiyet bile saymadılar, aldırmadılar. Kovuldular, dövüldüler; kızgın çöllerde ateşten kumlara yatırıldılar, koca koca kayaların altında bırakıldılar.. bin bir türlü işkencelere maruz kaldılar; ne var ki onlar sabrettiler, hep sabrettiler. "Hicret" denince, yurda-yuvaya kısacık bir veda nazarı atfedip hemen sefere koyuldular; "mücahede" emrini duyunca aileleriyle helalleşip yola revan oldular; cihanın dört bir yanına irşad seferleri yapmak icap edince de sevdiklerini Allah'a ısmarlayıp en uzak diyarları vatan tuttular.

Gün geldi, o ızdıraplı dönemi arkada bıraktılar; Cenâb-ı Allah önlerini açtı, hepsi muzaffer birer kahraman oldular. Dünya yüzlerine gülmeye başladı, her birine ganimetten bir miktar ayrıldı; çok büyük servetlere kavuştular. Bazıları vilayetlere vali olarak atandılar, kimileri de daha başka idarî vazifeler aldılar. Dünya değişti, onları kuşatan zorluklar geçip gitti ama onlar hiç değişmediler. Vali oldukları zaman bile ekmeklerinin yanına bir katık istemediler. Ganimetleri kendileri için harcamadılar, mal-mülk sevdasına asla kapılmadılar. Evet, onlar hep ahireti düşündüler, hep öteler mülahazasıyla soluklandılar.

Akıllı insan, nefsini hesaba çekendir

Resûl-i Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) Efendimiz, "Zekasının hakkını verip her meseleyi enine boyuna düşünen akıllı insan, nefsini hesaba çekip onu dizginleyebilen ve sürekli salih ameller peşinde koşup ölüm ötesi için hazırlık yapan kimsedir; aklı kıt, zekası zayıf, doğruyu bulmaktan âciz ahmak ise, nefsinin arzularına tâbi olup onun bütün isteklerini yerine getirdiği halde hâlâ kurtulacağını uman, Allah'tan bağışlanma beklemeyi yeterli bulup sadece bu kuruntuyla teselli olan kimsedir." buyurmuştur.Evet, her zaman tedbirli hareket edip sürekli temkinli davranan, nefsini hakimiyet altına alıp, onun hoşuna gitmese de dinin güzel gördüğü işlere sarılan, dünyanın cazibedar güzelliklerine aldanmadan hep ahiret hayatı için azık hazırlama cehd ü gayretinde bulunan insan akıllı, zeki, ileri görüşlü ve doğruyu eğriyi bilen bir insandır. O, bu dünyanın faniliğinin farkındadır; ahiretin ise bâkî ve ebedî olduğuna çok iyi inanmıştır. Dolayısıyla, o hep ölümle başlayan uzun yolculuk için zahîre tedarik etme peşindedir. Akıllı kişi, dünyadan nasibini unutmayan ama asıl ahirete müteveccih yaşayan, Cennet'e, orada kavuşacağı salih kimselere, hepsinden öte Cemalullah'ı müşahedeye, rızaya ve rıdvana müştak olan ve bu güzelliklere ulaşma, ebedî saadeti kazanma uğrunda varını yoğunu feda etmeye amade bulunan insandır.

Aklının nasihatlerine hiç kulak asmayan, iradesinin zimamını heva ve hevesine kaptıran, ömrünü nefsini tatmin etme yolunda harcayan ve onun her dileğine boyun eğerek hiç ölmeyecekmişçesine gaflet içinde yaşayan kimse ise aciz, akılsız ve ahmak bir insandır. O, nefsanî ve şeytanî duyguların ağına düştüğünden bir türlü silkinip doğrulamayan, Kur'an'ın sözünü dinlemediği ve Hak dostlarının irşatlarına aldırmadığı için İblis'in tuzaklarından hiç kurtulamayan ve kendisini güçsüzlüğün, beceriksizliğin, kalın kafalılığın acımasız kollarına bırakan bir miskindir. Böyle bir şaşkın, kârını zararını tespit edemediği, kendisini kazançlı çıkaracak işleri bilemediği ve felaketine sebep olabilecek tehlikeleri göremediği halde, bütün bu yanlışlıklarına rağmen hâlâ dünya-ahiret dengesini çok iyi kurmuş, ölüm ötesi için tedbirlerini almış ve göz ucuyla dünyaya baksa bile aslında nazarlarını ahiret yamaçlarına odaklamış insanlara vaad edilen mükâfatı bekler; "Nasıl olsa kurtulurum, Allah Gafûr'dur, Rahîm'dir" der, recâ hisleriyle dolu bulunduğunu söyler ve İlahî rahmetin kendisini de kuşatmasını temenni eder.

Oysa, recâ (ümit, emel), bir temennî değildir. Temennî, meydana gelmesi mevzuunda kat'iyet bulunmayan herhangi bir beklentidir, dolayısıyla da ümit vaad etmeyen kuru bir intizardır; halbuki recâ, matluba ulaştıracak bütün vesileleri değerlendirip, rahmeti ihtizâza getirme yolunda mü'mince bir şuurla bütün kapıları zorlamanın adıdır. Recâ, ancak hasenat adına bir şeyi işleyip onun kabulünü beklemek, kezâ günahtan tevbe edip günahın affedileceği mülahazasıyla ümitlenmek demektir. Evet, doğru bir recâ, günahlardan kaçınıp Allah'tan yardım beklemek, salih ameller arkasında yarışırcasına koşup sonra da İlahî rahmetin enginliği mülahazasıyla Hak kapısına yönelmek şeklindeki ümit ufkudur. Aksine, amelsiz hasenat beklemek veya ömrünü günah vadilerinde geçirdiği halde mağfiretten ve Cennet'ten dem vurmak, yalancı bir recâ ve Rahmeti Sonsuz'a karşı da bir saygısızlıktır.

Selef-i salihîn efendilerimiz, yeis çukurlarına düşmenin muhtemel olduğu yerlerde ve ölüm emarelerinin belirdiği zamanlarda "recâ"ya sarılmışlardır; fakat, hemen her zaman havf ve haşyet yörüngeli yaşamaya çalışmışlardır. Rıza ve rıdvana giden yolda hayatlarını havfa göre örgülemiş, iradelerini temkinli kullanmış ve adımlarını hep dikkatli atmışlardır.. evet onlar, nefsin dizginlerini şuurun ve iradenin ellerine vermeyi, dünyayı bir gölgelik gibi kabul edip asıl vatan için azık tedarik etmeyi akıllılık saymış ve ömürlerini bu istikamette değerlendirmişlerdir.

Anlayamazlar!..

Ne var ki, günümüzde "akıllı insan" denince daha çok dünyevî hayatını belli bir seviyede götürebilen, nefsanî arzularını, cismanî isteklerini karşılayabilen ve bir şekilde makam-mansıp, mal-mülk sahibi olmasını becerebilen kimseler akla gelmektedir. Maalesef, bugün meşru mu gayr-i meşru mu olduğuna bakmadan, helal-haram ayırımı yapmadan ve nereden geldiğine aldırmadan çok para kazanmak ve maddi imkanlara ulaşmak akıllılık ve beceriklilik sayılmaktadır.

Dolayısıyla, özellikle içinde yaşadığımız çağda, çoğunlukla hukukî olmayan yollarla varlıklı hale gelen, haram yiyici bir tufeylî olarak ömür süren ve öldükten sonraki hayatı hiç düşünmeyen kimselerin, nazarlarını ahirete kilitlemiş insanları anlamaları oldukça zordur. Hiç ölmeyecekmiş gibi yaşayan, ölümü hatırlayınca tir tir titreyen ve var gücüyle dünyaya sarılan hevaperestlerin, bir adımla öte tarafa geçeceğine inanan, ölümü bir vuslat olarak gören ve onu bayram sevinciyle karşılayan Hak erlerini anlamaları pek güçtür. Rahat düşkünleri anlayamazlar yurdu-yuvayı, yârı-yârânı terkedip en ücra köşelere hicret seferleri düzenleyen muhacirleri!.. Cimriler kavrayamazlar Hak uğruna malı-mülkü, hatta canı-cânanı feda etmeye âmâde kahramanların yaptıklarını!.. Gününü gün etme sevdasındaki zevk düşkünleri akıllarına sığdıramazlar yaşatmak için yaşayanların fedakârlıklarını!..
1 - Efendimiz'in tarifleri içinde akıllı insan; nefsini hesaba çekip onu dizginleyebilen ve sürekli salih ameller peşinde koşup ölüm ötesi için hazırlık yapan kimsedir.

2 - Aklı kıt olan ise; nefsinin arzularına tâbi olup onun bütün isteklerini yerine getirdiği halde hâlâ kurtulacağını uman ve sadece bu kuruntuyla teselli olan kimsedir.

3 - İçinde yaşadığımız çağda, haram yiyici bir tufeylî olarak ömür süren ve öldükten sonraki hayatı hiç düşünmeyen kimselerin, nazarlarını ahirete kilitlemiş hizmet erlerini anlamaları oldukça zordur.

Bir bedende birkaç kişilik

Uzman Psikolog Dr. Hakan Ertufan, dissosiyatif kişilik bozukluğunu, bir kişide 15 kadar farklı kişiliğin görülebileceğini belirterek açıklıyor. Selin Ç. de dissosiyatif kişilik bozukluğu tanısı konulan hastalardan biri. Selin Ç. Polyanna, Sinirli, Mutlu, Tembel ve Çalışkan isimlerini verdiği kişiliklerini dönem dönem yaşıyor. Ertufan, hastalığın çocuklukta görülen şiddetle ilişkili olduğunu belirtiyor.Çocukluk çağında maruz kalınan taciz ve şiddet gibi unsurlar, bedeni olduğu gibi ruhu da yaralıyor. Uzmanlar, ergenlik döneminden önceki yaşlarda çocuğa tutarlı davranılmamasının olumsuz sonuçlara yol açtığını belirtiyor. Bu yaşlarda çocuğun şiddet ve tacize maruz kalması, onun belirli bir kişilik geliştirmesini zorlaştırıyor. Bu durum, ilerleyen dönemlerde farklı kişiliklere bürünme hastalığı olan dissosiyatif kişilik bozukluğuna yol açıyor. Doktor ve psikologlar, bu bozukluğun kişide kısa sürede kişilik ve karakter değişikliklerine yol açtığını söylüyor. Bir dönem uysal ve sakin bir görünüm sergileyen kişi, aradan zaman geçmesiyle sinirli, saldırgan bir insana dönüşebiliyor. Bu sorunu yaşayan kişilerin birçoğu içinde başka kişilerin bulunduğunu ifade ederken, kişisel hatıralarını ve kimliklerini unuttukları gözleniyor. İçinde var olduklarını iddia ettikleri kişiliklerin isimlerini, yaşlarını sayıp bir bölümünün seslerini kafalarının içinde net olarak duyduklarını belirtiyorlar.

Üzüntü ve huzursuzluk, bazen aşırı hareketli olma şikâyetiyle İstanbul'daki bir hastaneye başvuran Selin Ç. isimli hasta, bu sorunu yaşayanlardan. Psikiyatrlar, yaptıkları tetkikler sonucunda Selin Ç.'ye dissosiyatif kişilik bozukluğu tanısı koymuşlar. Kısa aralıklarla ağlama ve gülme krizine girdiğini söyleyen Selin, birkaç ayrı kişiliğin içinde var olduğunu anlatıyor. Polyanna, Sinirli, Mutlu, Tembel ve Çalışkan isimlerini verdiği kişiliklerini dönem dönem yaşayan Selin, farklı bir kişiliğiyle yaşamaya başlayınca öncekine dair bilgileri tamamen unutuyor.

Diğer ağır psikolojik hastalıkların aksine dissosiyatif bozuklukta kişinin algısı, gerçeği değerlendirme yeteneği bozulmuyor. Uzman Psikolog Dr. Hakan Ertufan, bu bozuklukta bir kişide 15 kadar farklı kişiliğin görülebileceğini belirtiyor. Kadınlarda, erkeklere nazaran daha fazla görülen sorunu yaşayanlarda kişilikler arası geçişler ani oluyor. Kahkahalarla gülen bir kişi aniden hıçkırıklara boğulabiliyor. Bu problemi yaşayan kişilerin kendi içerisinde oluşturduğu kimliklerden biri, o anki şartlara göre ortaya çıkıyor.

Hakan Ertufan, kişinin farklı kişilik oluşturma eylemi olarak görülen bu hastalığın çocukluk travmalarıyla ilişkili olduğunu belirtiyor. Ertufan, "Bu kişilerde kendi özel yaşantılarının bulunduğu hafızayı kaybetme durumları görülebiliyor. Geçiş yapılan yeni kişilik psikolojik olarak farklıyken dış görünüş ve fizyolojik olarak bile farklı olabiliyor." diyor. Bir grup halinde yaşam süren bu kişilerin sözel ifadelerinin de farklı olduğunu belirten Ertufan, "Bu kimlik bozukluğuna sahip olan insanlar konuşmalarında genelde 'ben' öznesini kullanmazlar. Cümlelerine 'biz' ya da 'o' diyerek başlarlar." diye konuşuyor. Tedavide travmatik yaşantılara odaklanarak iyileşme sağladıklarını anlatan Ertufan, tedavi sürecini "Ana kişiliğin keşfedilip diğer kişiliklerle bir bütün haline getirilmesi" olarak tanımlıyor.

Alzheimera karşı çay-kahve tüketilmeli

Nöroloji uzmanı Dr. Mehmet Yavuz, İsveç ve Finli nörologların, 10 yıl boyunca bin 400 hasta üzerinde yaptıkları çalışmalarda kahve içmenin, alzheimer oluşma riskini yarı yarıya azalttığı sonucunun ortaya çıktığını söyledi.Yavuz, çalışmalarda günde 3 ila 5 fincan kahve içenlerde, içmeyenlere göre yüzde 50 oranında alzheimer oluşma riskinin azaldığının belirlendiğini ifade etti. Yavuz, kafeinin alzheimer oluşumunda rol oynayan beta amiloid birikimini önemli ölçüde azalttığını belirtti.

Kahvenin hafıza ve önbellek fonksiyonları üzerinde olumlu etkisinin görüldüğünü söyleyen Yavuz, "İnsanların zinde ve uyanık kalmak için her gün kahve içmesi boşuna değil. Kahvenin diyabet, parkinson ve karaciğer hastalıkları üzerinde de koruyucu rol oynadığı iddia ediliyor." dedi.

Yavuz, ayrıca 2 fincan kahvenin, ihtiva ettiği kafein bakımından, yaklaşık 10 fincan çaya eş değer olduğunu, çay ve alzheimer ilişkisine yönelik bir çalışma bulunmamasına rağmen kahve gibi çayın da hafıza fonksiyonları üzerinde olumlu etkiler gösterdiğinin söylenebileceğini vurguladı. Yavuz, "Klinik gözlemlerime dayanarak, alzheimer tanısı almış hastalarda, oldukça zayıf çay ve kahve tüketimi izlenimi ediniyoruz. Her ne kadar bilimsel kesin bir veri olmamakla beraber, çayın da alzheimer hastalığında koruyucu rol oynadığını söyleyebiliriz." diye konuştu. İSTANBUL AA

Kış aylarında kalp krizi geçirme riski 3 kat artıyor

Kalp hastaları soğuk havaya karşı önlemlerini almalı. Zira araştırmalar kış mevsiminde kalp krizi geçirme riskinin diğer aylara göre 3 kat daha fazla olduğunu gösteriyor. Kalp rahatsızlığı bulunanlar soğuk ve rüzgârlı havada dışarı çıkmamalı. Vücut sıcaklığının baş bölgesinden kaybedilmesi nedeniyle baş mutlaka sıcak tutulmalı.Soğuk hava, kalp sağlığını olumsuz etkiliyor. Özellikle kalp hastalarında ciddi sorunlara yol açıyor. Kardiyoloji Uzmanı Dr. Meltem Refiker Ege, soğuk havada kalbin mevcut vücut sıcaklığını koruyabilmek için daha fazla kan pompaladığını ve bunu yapabilmek için de daha fazla oksijene ihtiyaç duyduğunu belirtiyor. Soğuk havanın damar büzüşmesini tetikleyerek damar içi basınç artışına sebep olduğunu ifade eden Ege, böylece kalbin kan akımının bozulduğunu belirtiyor.

Ege, yüksek tansiyon hastalığı olan kişilerde de ek problemlerin doğabileceğinin altını çiziyor. Ege, ''Soğuk hava ile birlikte artan üst solunum yolu enfeksiyonları da solunum problemlerine neden olarak kalbin yükünü ve kalp krizi riskini artırmaktadır." diyor. Ege, araştırmaların kış mevsiminde kalp krizi geçirme riskinin diğer aylara göre 3 kat daha fazla olduğunu gösterdiğini vurguluyor. Dr. Ege'ye göre özellikle tansiyonu 140/90 mmHg üzerinde olan hastalarda hava sıcaklığının eksi 4 derece ve altında olması kalp krizi riskini ikiye katlamakta. Yapılan çalışmalarda da gün içerisindeki hava sıcaklığında 5 dereceden fazla olan düşüşlerde riskin arttığı belirlendi. Kalp-damar hastalığı ve yüksek tansiyonu olan kişiler, akşam saatlerindeki ani sıcaklık düşüşlerine karşı hassas davranmalı. Bu, yüzde 60'lara kadar artan riskin azalmasında faydalı.

Ege, ayrıca soğuk ve rüzgârlı havalarda kalp hastalarının mümkün olduğunca dışarı çıkmaması, gereklilik halinde ise kendisini soğuk havadan koruyacak şekilde giyinmeye özen göstermesi konusunda uyarıyor. Dr. Meltem Refiker Ege, grip aşısı yaptıran kalp hastalarında kalp krizi riskinin de ciddi oranda azaldığını söylüyor. Özellikle diyabet, kalp yetersizliği gibi kronik hastalığı olanlar ve 50 yaş üstü kişilerin her yıl mutlaka grip aşısı yaptırmasını tavsiye ettiklerini belirten Ege, şöyle konuşuyor: "Damar sertliği süreci, iltihabi bir durumdur. Damar sertliği başlangıcı olan hastaların damarlarında, bağışıklık sistem hücreleri plaklar içinde birikir. Grip gibi sistemik hastalıklar ortaya çıktığında ise buradaki hücreler daha aktif hale gelir. Bu da içerisinde yoğun miktarda kolesterol bulunan plaklarda yırtılmalara yol açarak pıhtılaşmayı tetikler ve dolayısıyla kalp krizi riski artar.

Ege, koroner arter hastalığı olan, by-pass olmuş, stent ya da balonla damarları açılmış hastalara ve kalp yetmezliği olan kişilere mutlaka grip aşısı yapılması gerektiğini belirtiyor. ANKARA AA

Başınızı sıcak tutun

Soğuk havada mümkün olduğunca az kalın.

Egzersiz programlarına ara vermeyin, ancak egzersiz için kapalı mekânları tercih edin.

Soğuktan koruyan kıyafetler giyin. Vücut sıcaklığının önemli bir bölümü baş bölgesinden kaybedilmesi sebebiyle baş mutlaka sıcak tutulmalı.

Kahve ya da sigara kullanımından kaçının. Özellikle sütlü sıcak içecekler ve bol sıvı tüketin.

Diyabeti bulunmayan kalp hastaları, soğuktan korunmak için bal tüketebilir.

İlaçlar mutlaka sabah ve akşam saatlerinde düzenli olarak alınmalı.